
TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 3
- 4 Ocak 2018
- Güven Kaya
- Başlık; Türkiye
- 24
Güven Kaya 24.11.2016/ANAKARA
Coğrafi Konumun Tanımlanması
Tanımlama konusunda daha çok Anadolu yarımadası üzerinde durulacaktır.
Anadolu yarımadasına kimi coğrafyacılar Ön Asya, kimileri Ortadoğu, kimileri ise Küçük Asya demektedir. Hepsi de değişik manalar ifade eden tanımlamaların en uygun olanı hangisidir?
Net bir sonuca ulaşmadan önce, konunun anlaşılması açısından, Anadolu isminin tarihi gelişimine bakmakta fayda olduğunu değerlendiriyorum.
Anadolu, Asya Kıtası’nın Güneybatı ucunda yer alan bir yarımadadır. Tamamı Türkiye’de bulunur. Kuzeyinde Karadeniz, batısında Marmara ve Ege denizleri, güneyinde ise Akdeniz yer almaktadır. Türkiye topraklarının yaklaşık % 97’sini içine alan Asya kıtasından batıya doğru uzanmış büyük bir yarımadadır. Küçük Asya olarak bilinir.
Anadolu toprakları “Eski Dünya” adı verilen kara kitlesinin ortasında, Asya kıtasının batısında yer almaktadır. Eski dünyayı batıdan çevreleyen Atlas Okyanusunun bir kolu olan Akdeniz, (İngilizce “karalar arasında kalmış deniz” manasında Meditteranean Sea, Latince “bizim deniz” manasında Mare Nostrum) karalar arasından sokularak Anadolu’nun üç yanını kaplar.
Romalılar, kendi topraklarına göre doğuda kaldığından buraya doğu toprağı anlamında Thema Anadolia demişlerdir. Anadolu isminin bir bölge adı olması ise Selçuklular’ın Anadolu’ya gelmesiyle başlar.
Anadolu kelimesi, Yunanca “doğu” anlamına gelen “anatole” kelimesinden türemiştir. Bu sözcük, “doğmak, yükselmek” anlamına gelen Yunanca “anatellein” fiilinden gelir. “Doğu ülkesi” anlamına gelen Anatolia, ilk kez 7. yüzyılda doğu roma imparatorluğunun Afyon, Isparta, Konya, Kayseri ve İçel yörelerini kapsayan idari birimi “Anatolikon Thema” için kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise Anadoli veya Anadolu, Sivas ve Kastamonu’yu kapsayan bir eyaletin adıdır. 19. yüzyılda genel anlamda imparatorluğun Asya kıtasında kalan ve Türklerle meskûn olan bölgesini tanımlamak için kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminden önce “Anadolu’nun” geleneksel doğu sınırı olarak Fırat Nehri kabul edilirken, Cumhuriyetten sonra Türkiye’nin Asya kıtasında kalan kısmının tümü aynı coğrafi terime dâhil edilmiştir.
Anadolu’yu Türkçe ana ve dolu sözcükleri ile açıklayan görüş, Türkiye’de 1930’lardan itibaren yaygınlık kazanan milliyetçi tarih anlayışı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bilimsel ve tarihsel gerçeklik ile bir ilgisi yoktur. Zorlama bir efsane üretmekten öteye gidememiştir.
Orta Doğu ya da Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika’nın birbirlerine en çok yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bölgedir. Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanır ve Arap Yarımadası’nı kapsar. Ortadoğu kavramı Avrupa’nın merkeziyetçi yaklaşımına dayanır ve Britanyalıların 19’uncu yy. da kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzakdoğu, Yakındoğu, Ortadoğu gibi kavramlar buna göre belirlenmiştir.
Buna göre Ortadoğu ülkeleri Suriye, Irak, Katar, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan ve Fas’tır.
Ortadoğu kavramının öncülü Fransızlar, Osmanlı Devleti’nin toprakları için daha ziyade “Yakındoğu” tabirini kullanmıştır. 20nci yy. başlarına kadar tabir sık sık kullanılmıştır. İngiltere’nin 19uncu yy dan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerine yönelmesi “Uzakdoğu” kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki kavram batılı devletler için yeni bir yerel tanımlama ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu doğrultuda İngilizler, Yakındoğu terimine karşılık, Anadolu Yarımadası hariç olmak üzere, Osmanlı Devleti toprakları içerisinde kalan ve Uzakdoğu’ya geçişte önemli ve gerekli bir atlama taşı olan bölge için “Ortadoğu” terimini kullanmaya başlamıştır.
Ortadoğu, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusunu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, bu arada doğu ile batı arasındaki bütün ticarî ve kültürel irtibatların yapıldığı bir bölgedir.
Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kontrol etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu, tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. “Kara altın” olarak tanımlanan petrolün 20. yy. ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik değeri dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artmıştır.
Bu bilgilerden sonra bir değerlendirme yapmamız gerekiyor. Yukarıda Ortadoğu kavramının anlamına uymayan ülkelerin de kapsama dâhil edildiğini gördük. Bunlar o zaman için Osmanlı İmparatorluğunun toprakları olduğu için bu kavrama dâhil edilmiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, batılılar, özellikle de İngiltere, için tam bir Ortadoğu devletidir ve Avrupa’da yeri yoktur. Çünkü o hastadır ve hastalığı bulaşıcıdır. Kapsama dâhil edilen Fas, Tunus, Cezayir, Libya ve kısmen Mısır’a da bu gözle bakmak gerekir.
Bu tanımlama o zaman için geçerliyse de, günümüzde değerini kaybetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunan Mağrip ülkeleri artık bu tanımlama içinde değildir. Pakistan ve Afganistan da bu tanımlamaya zorlanarak sokulmuş ülkelerdir ve artık Ortadoğu kavramı içinde geçmemesi gerekir. Günümüz Ortadoğu ülkeleri tamamen petrol üreten Arap ülkeleri bazında olup, bazıları hala Türkiye’yi Ortadoğu kapsamına almaktadır. Ancak bu tarihi ve coğrafi bir yanılgıdır. Türkiye’nin petrol üreticiliği yoktur. Gelenek ve görenekleri diğerlerinden oldukça farklıdır. Kullandığı dil hiç birine benzememektedir. Coğrafi yapısı tamamen farklıdır. İklim ve mevsim davranışları diğerleri ile benzerlik göstermemektedir.
Türkiye’yi Ortadoğu ülkeleri içinde göstermenin, esasında, emperyalist bir güdüden kaynaklandığı açıkça bellidir. Diğer devletler gibi köle ve uydu haline getirilmek istenmekte olup, mevcut siyasi yapı buna uygundur ve böyle sürüp gitmesi istenmektedir.
Sonuç olarak Türkiye’ye en uygun konumlama Küçük Asya deyimidir. Çünkü Asya’nın batıya hücum eden ileri karakolu görünümünde olup, coğrafi yapısı ile de bunu tamamlamaktadır. Ön Asya da denebilir ama bu deyim daha birkaç ülkeyi de kapsayacağı için anlamını bulmaz.
2.Nüfus Yapısı:
Açık istihbarat kaynakları incelendiğinde nüfusun kaç kişiden oluştuğuna dair güvenilir bir rakam bulmak mümkün görülmüyor. Ayrıca her seçim döneminde, hatta 3-5 aylık bir arada bile nüfusumuz birden bire artıyor. Neden ve nasıl arttığı anlaşılamadığı için bir açıklama da getirilemiyor.
2013 dünya bankası rakamlarına göre 74milyon 930 bin kişi olan nüfus Türkiye İstatistik Kurumunun kayıtlarında ise daha farklı görünmektedir:
Tüik 2012: 75.627.384
Tüik 2013: 76 667 864 kişi
Tüik 2014: 77 695 904 kişi
Görüldüğü üzere dünya bankası verileri ile Tüik verileri birbirine uymuyor. Ayrıca linkteki (http://odatv.com/secimleri-hic-kimse-boyle-analiz-etmedi-0611151200.html) analizde 4 ay içinde 2.100.000 kişilik bir seçmen artışı var ve bunu yıl bazında hesaplarsak 6.300.000 olur. Bu artış 2014 rakamının üstüne eklendiğinde 83.995.904 rakamına ulaşılır ki bu artık 84 milyon demektir. Ve aynı zamanda siyasilerin ağızlarındaki söylemlere de çok uymaktadır. Bir kesim siyasiler, seçim öncesi, nüfusu 85 milyona dayamışlardı. Hal böyle olunca seçimlerde “bir parmaklama vardır” diye düşünmemek mümkün değil. Kişisel görüşüm olan “nüfus ve vatandaşlık genel müdürlüğünün makinesinden sayılan rakam dışında hiçbir rakama itibar etmem” diyerek mevcut rakam, siyasi söylem ve uygulamalar arasındaki anlamsızlıkları siz araştırmacı nitelikli okuyuculara bırakıyorum.
Yukarıda rakamlarla ifade edilen nüfusun içinde bulunan etnik yapılar nelerdir?
Ülkenin adını aldığı esas unsur Türklerdir. Esası teşkil eden Türk milleti çeşitli boylardan oluşmuştur. Konumuz olmadığı için ayrıntısına girilmeyecektir.
Diğer etnikler ise Arnavut, Kürt, Zazalar, Gürcü, Çerkes, Pomak, Çingene, Arap, Laz, Süryani, Keldani, Hemşinli, Ermeni, Yahudi, Rum, Nasturi, Bahai, Afrika kökenliler, Leh, Malakan, Dürzi, Yezidiler, Levantenler ve Vitoller olarak sıralanabilir.
Esasında daha fazla etnik olduğundan şüphe yok. Ancak sayıları çok az veya kendileri beyan etmemeyi tercih eder durumdalar. Yukarıda saydığımız etniklerin de aynen Türkler gibi kendi içlerinde boyları vardır. Konumuz tam olarak o olmadığı için ayrıntıya girilmemiştir.
3.İnanç Yapısı:
Açık istihbarat kanalları incelendiğinde bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Ancak bu sonuçların daha üst seviyelerde gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kimse kendini rahat, huzurlu ve emniyette hissetmediğinden inancını veya inançsızlığını rahatlıkla söyleyemiyor. Bu da deist, agnostik, ateist ve diğer dinlere olan inanan sayısının alt seviyede tespit edilmesine neden oluyor. Elde ettiğimiz rakamları incelediğimizde, yukarıda saydığımız gerekçelerin varlığına rağmen, siyasilerin iddia ettiklerinin tersine sonuçlarla karşılaşmamız mümkün.
Deistler: %1,
Agnostikler: %4
Ateistler: %2
Diğer dinler: %1
Aleviler: %20
Caferiler: %3
Türkiye ateist, agnostik ve deist sayısı hızla artan üç ülkeden biridir. Diğer iki ülke İran (Şii) ve Suudi Arabistan’dır (Selefi / Sünni). Onlarda dini yönetimler söz konusudur. Türkiye de ise dini yönetime hızla giden bir süreç söz konusudur. Her üç ülkede yaşayan insanların ortak tepkiyi göstermesi bir hayat gerçeği olup, dini baskıların dinsizliği ve giderek ateistliği öne çıkardığı bir gerçektir. Bunun bir örneğini Gardırop Atatürkçülüğünde de görebilirsiniz. Atatürkçülük baskısı insanları ondan uzaklaşmaya itmiştir. Zaman içinde gerçekler anlaşıldığında tekrar Atatürk üzerinde birleşilmiştir ama Gardırop Atatürkçülüğünde değil. İnanç konularında 2000 yılından beri oluşan İslam kaynaklı terör eylemleri de olumsuz etki yapmış olup, o teröristlerin yaptıklarına kaynaklık eden hayat gerçeğinin Müslümanların kutsal kitabı olduğu değerlendirilmiştir. Bu da inanan insanların saflarında gevşemeye neden olmuştur. İnsanların hayatın en temel gerçeğini daha hızlı görmesini bilim ve bilimsel yayınlar sağlamaktadır. Günümüzde bilim tabana daha hızlı iniyor ve bilimsel yayınlara internetin hızıyla alakalı bir şekilde ulaşmak artık sıradan bir süreçtir.
Gelelim kocaman yalana. Derler ki, (bunu da nedense hep siyasiler yapar) “%99’u Müslüman olan bir ülkeyiz…” Burada kocaman bir yalan görüyorum. Türkiye’de tüm ilahi dinlere ve o dinlerin ilah yapısına itibar etmeyen insanların toplam oranı yukarıda verilen bilgiye göre %7’dir. Buna %1’lik diğer dinleri eklersek zaten % 92 seviyesine hemen düşülür. Bunun yanında çok katı uygulamaları olan bazı Sünniler, Alevileri asla Müslüman saymazlar ve onların Müslüman olması için önce Hıristiyan olması sonra da Müslümanlığı tercih etmesi gerekir diye de şart koşarlar. Bu durum, kendini dinin asıl sahibi sayan Sünniler açısından değerlendirilirse, Alevi ve Caferi mezhebinden olanlar da bu rakama eklenirse, Müslümanlık oranı %69 gibi gerçekleşmektedir. Sünnilerin kullandığı söylem olan “%99 u Müslümandır” ile uyguladıkları eylem olan “Aleviler Müslüman değildir” arasında ciddi bir çelişki olup, zaman içinde kitlesel eylemlere varabilecek sonuçları bünyesinde barındırmaktadır.
TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR BÖLÜM 4’DE GÖRÜŞMEK ÜZERE
Hits: 9
Savaş ve Terör Kıskacındaki Türkiye
- 4 Ocak 2018
Türklerde İktidar Oyunları
- 4 Ocak 2018