
Türk-Yunan İlişkileri
- 19 Ocak 2018
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Türkiye
- 2
Kuruluşundan II. Dünya Savaşı’na Kadar Yunanistan ve Türkiye İlişkileri
Mehmet ÇANLI
ÖZET:
Giriş bölümünde araştırmanın genel çerçevesi çizildikten sonra Türk Yunan ilişkileri; Yunanistan’ın kuruluşundan 1912 yılına kadar olan dönem ve 1912-1915, 1915-1938 dönemleri olarak dört bölüm halinde incelenmiş, incelemede ilişkileri etkileyen iki ülkeden kaynaklanan iç sebepler ile dış faktörler dikkate alınarak bir sonuca varılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Antlaşması, Fener Rum Patrikhanesi, Nüfus Mübadelesi, Revizyonist.
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren Türklerin ilk temasa geçtiği halkların başında Yunanlılar gelmektedir. Fakat Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik akımı Osmanlı topraklarını da etkisi altına almaya başlayınca bağımsızlığını ilk elde eden Balkan halkı da Yunanlılar olmuştur. Yunanlılar bağımsızlık hareketi ile birlikte milli bir devlet kurmanın ötesinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak anlamına gelen Megali İdea diye bir hedev belirlediklerinden bağımsızlığın ardından daima saldırgan bir tutum izlemişler ve Osmanlı İmparatorluğu aleyhine topraklarını genişletmişlerdir. Bu genişleme Kurtuluş Savaşı esnasında Ankara yakınlarına kadar ulaşmış fakat aldıkları yenilgi sonucu Anadolu ve Doğu Trakya topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardır.
Bundan sonra inceleme konumuzun sona erdiği II. Dünya Savaşı’na kadar bir çatışma yaşanmamış ancak tarihin getirdiği sorunlar ve çözümü hayli zaman alan önemli problemler sebebiyle ilişkiler daima gergin olmuştur. Fakat iki savaş arasındaki dönemde Avrupa ve Balkanlarda oluşan durum iki ülkeyi de tehdit eder hale gelmeye başlayınca aralarındaki önemli sorunları çözerek birbirlerine yaklaşmışlar ve Yunanistan’ın kurulmasından sonra günümüze kadar gelen dönem içinde belki de ilk defa çok yakın ilişki içine girmişlerdir.
İşte bu araştırmada; Yunanistan’ın kurulmasından itibaren II. Dünya Savaşı’na kadar iki ülke arasındaki ilişkiler incelenecektir. İnceleme esnasında ilişkilere etki eden diğer devletlerin durumları ve ülkelerin diğer devletlerle olan ilişkilerinin etkileri de dikkate alınacaktır.
Yunanistan hala komşularımız içinde en çok sorunumuz olan ülkelerin başında geldiğinden Türkiye’nin komşuları ile ilişkileri açısından bu gün de en fazla önem arz eden ülkelerin başında gelmektedir. Bu günün sorunları ise o sorunların geçmişi detaylı olarak bilinmeden çözülemez. Bu sebeple Yunanistan’ın incelediğimiz dönemde Türkiye ile olan ilişkilerini anlamak bu gün konu ile ilgilenenlere de bir perspektif çizeceği için önemlidir. Bu araştırmadan maksadımız da bu günkü sorunların anlaşılması için geçmişte bunlarla ilgili temelleri ortaya koyabilmektir.
Bu inceleme esnasında; özellikle iki ülke arasındaki sorunların temelleri, tarihi olaylar anlatılırken ortaya konulmaya, ilişkilerin olumlu ve olumsuz dönemlerini belirleyerek bu dönemlerin böyle olmasına sebep olan iç ve dış faktörlere dikkat çekerek günümüzde ve gelecekte ilişkilerin yürütülmesinde hangi yolların takip edilmesi gerektiği konusunda bir sonuca ulaşmak hedeflenmektedir.
İnceleme esnasında basılı eserlerden, makalelerden ve elektronik yayınlardan faydalanılmıştır. Bu yayınlarda genel olarak ilişkiler değişik boyutları ile ele alınırken burada ilişkileri etkileyen tüm yönler dikkate alınarak daha genel bir perspektifle konu ele alınacaktır.
Konu; Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından 1912 yılına kadar olan dönem, 1912-1915, 1915-1919 ve 1919-1938 yılları arasındaki dönem olmak üzere ilişkilerin doğasını etkileyen önemli savaşların yaşandığı tarihlere göre bölünerek dört bölüm halinde incelenecek ve bunun neticesinde ulaşılan sonuçlar sonuç bölümünde açıklanacaktır.
- Yunanistan’ın Bağımsızlığını Kazanmasından 1912 Yılına Kadar Olan Dönem:
Osmanlı Devleti’nin azınlıklara yönelik yaklaşımı içerisinde Rum/Yunanlıların ayrıcalıklı konumları, Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesiyle birlikte değişim geçirmeye başlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin ardından yayılmaya başlayan milliyetçilik, farklı etnik ve dinsel toplulukları bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’nde de etkisini göstermiştir. Bu bağlamda, Avrupa ile yakın ilişkileri bulunan Balkan halkları arasında milliyetçi duygular yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Hıristiyan kökenli halklar içerisinde millet bilincinin yerleşmesiyle birlikte, Osmanlı Devleti’ne karşı yoğun bir bağımsızlık mücadelesi başlamış, bu başkaldırı hareketleri çeşitli cemiyetler tarafından yürütülmüştür.
Bu cemiyetlerden Yunanistan’ın bağımsızlığa giden yolun başlangıcı olması açısında Filiki Eterya Cemiyeti önemli bir konumdadır. 1814 yılında Odessa’da ikisi Rum, biri Bulgar olan üç tüccar tarafından kurulan Filiki Eterya cemiyeti, birkaç yıl içinde Balkanlar’ın her tarafında hücreler kurmuştur. 1820’den itibaren, örgütün başında, Fenerli seçkin bir Rum aileye mensup ve Rus ordusunda general olan Aleksandros İpsilanti bulunuyordu. 1821’de İpsilanti ve ekibi, topyekûn bir isyan için zamanın geldiğine hükmetmiş ve bu isyanın Boğdan ve Eflâk’ın istilasıyla başlamasını tasarlamışlardı. Onların amacı sırf bir Yunan ulusal devleti değil, yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmak için Balkanlarda genel bir isyanın meydana getirilmesiydi.
Fakat bunların başlattığı isyan destek görmedi ve başarısız oldu. Çünkü Eflak ve Boğdan halkı bir derece muhtar bir idareyle yönetiliyor, halk ile idareci Rum beyleri arasında menfaat birliği bulunmuyor, Rum kilisesinin Rumenler arasında sempatisi bulunmuyor ve Sırplarla Bulgarlar da Rumlarla beraber hareket etmeye gönüllü bulunmuyorlardı.[1] Ancak bu örgütün programından etkilenen Rumlar, Mora ve Ege adalarında bir isyan başlattılar. Osmanlı Ordusu 1821-1824 yıllarında onları yenmeyi başaramadı. 1824 yılında Mora’nın neredeyse tümü ve birçok ada isyancıların kontrolüne geçmişti. İsyanın başarısına bir ölçüde, Osmanlı yönetiminin 1820-1822 yıllarında, Balkan ayanlarının en güçlüsü olan ve tüm bölgeyi sıkı bir kontrol altında bulunduran Yanyalı Ali Paşa (Tepedelenli veya Tepelenli Ali Paşa)’yı askeri yolla bastırmaya çalışmasının neden olduğu değerlendirilmektedir.[2] Osmanlı İmparatorluğu, Ali Paşa’yı bertaraf etmekle, bölgeyi etkin şekilde denetleyebilen tek gücü de ortadan kaldırmış oldu.[3]
İsyan bir türlü bastırılamayınca, Padişah’ın isteği üzerine, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın askeri birlikleri, 1825 yılında Mora’ya çıktılar. Yeniçerilerin aksine, son derece başarılı oldular ve iki yıl içinde Mora’nın çoğunu zapt ettiler. Askeri felakete rağmen, Yunan isyanını Avrupa’nın müdahalesi kurtardı. Avrupa’da, bilhassa İngiltere ve Rusya, Rum isyancılarına sevgi ve yakınlık duyuyordu. Fakat bu sevgi ve yakınlığı siyasi desteğe dönüştüren güç Rusya oldu. Rusya diğer devletleri isyana müdahaleye razı etmeye çalıştı ancak diğer büyük devletler kurulacak özerk Yunanistan’ın Rusya’nın kukla devleti olacağını düşündüklerinden buna pek hevesli değillerdi. Rusya 1825 yılında, diğer güçlerle bir anlaşmaya varılamadığı takdirde Yunan İsyanı’na yalnız başına müdahale edeceğini duyurdu. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya; Haziran 1827’de, tarafları ateşkese zorlamak maksadıyla müdahale etmeye karar verdiler. Osmanlı İmparatorluğu arabuluculuk teklifini geri çevirince, bu üç devletin donanmaları Navarin’de bulunan Osmanlı ve Mısır donanmalarına saldırarak imha ettiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun direnmeyi sürdürmesinin ardından Osmanlı-Rus savaşı çıktı. 1829 yılında Ruslar, Edirne’yi işgal ettiler. Eylül 1829’da yapılan Edirne Anlaşması ile Osmanlılar, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Fakat İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın uysal bir Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’nın nüfuzu altındaki güçlü bir Yunanistan’a tercih etmelerinden dolayı bağımsız Yunanistan, isyancıların hedeflerine göre oldukça küçük bir devlet olarak kuruldu.[4]
Yunanistan’ın, siyasal sınırları belirlenmiş bir devlet olarak ortaya çıkması, 3 Şubat 1830 tarihinde, Londra’da; Fransa, İngiltere ve Rusya arasında akdedilen Yunanistan’ın bağımsızlığına ilişkin protokol ile gerçekleşti. Bu protokolün ikinci maddesinin son paragrafına göre; Şeytan (Kuzey Sporat) Adaları ve Skyro Adası ile Eğriboz (Negropont) Adası, Amargo Adası ve Kiklat Adaları Yunanistan’a ait olacaktı. İngiltere, Rusya ve Fransa aldıkları bu kararlarını bir nota ile 8 Nisan 1830’da Osmanlı Devleti’ne bildirdiler. Osmanlı Devleti, 24 Nisan 1830 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını resmen tanıdı. Bu anlaşma, bir yandan Osmanlı Devleti toprak kaybetme sürecini yaşarken, diğer yandan da, Yunanistan’ın genişleme süreci içerisinde olmasıyla ortaya çıkan ve etkileri bakımından günümüze kadar uzanan bazı uyuşmazlıkların ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Mora Yarımadası üzerinde bağımsız bir devlet haline gelen Yunanistan, hemen Ege Adaları ve Balkanlarda yayılma çabaları içine girmiştir. Bu maksatla; Adalardaki ve Balkanlar’daki Rum kökenli insanları ayaklandırarak Avrupa devletlerinin de yardım ve baskısıyla topraklarını genişletmeye çalışmıştır. Bunun için ilk büyük girişim Girit adasında olmuştur. 1866 yılında, Osmanlı’nın adadaki kötü yönetimine karşı yapıldığı iddia edilen protestolar kısa sürede Yunanistan’la birleşmeyi talep eden bir isyana dönüşmüştür. Bu durum adadaki isyana katılmak isteyen Yunan kamuoyunu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman kamuoyunu ayağa kaldırmış ve 1867’de iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Rusya, Avrupa’nın isyancılar lehine müdahale etmesinde ve Girit’in Yunanistan’a verilmesinde ısrar etmiş ancak duydukları tereddüt diğer devletleri doğrudan eyleme geçmekten alıkoymuştur. Avrupalı güçlerin müşterek baskısı, Babıâli’yi isyancılar için genel bir af ve Girit Eyaleti idaresinde Hıristiyanlara daha fazla nüfuz sağlayan reformlar yapmaya zorlamış, ama yabancı müdahalesi daha ileriye gitmemiş ve 1868 yılı sonunda isyan sona ermiştir.
1869’da açılan Süveyş Kanalı, İngiltere ve Fransa’nın tüm ilgisinin Mısır’a yönelmesine sebep olmuş ancak Avrupa’da yeni değişmeler onların ilgisini tekrar Avrupa ve Balkanlara çekmiştir. 1871 yılında Alman birliğini kuran Prusya (Almanya)’nın yeni bir güç olarak ortaya çıkması Avrupa ve Balkanlar’daki uluslararası güç dengesini kökünden değiştirmiştir. Bu gelişme sonucu Fransa’nın Avrupa’daki gücü zayıflamış ve daha çok iç işlerine odaklanmasına sebep olmuştur. Avusturya-Macaristan ise batıya doğru genişleme imkânları ortadan kalkınca dikkatini Balkanlara yöneltmiş, Ege ve Akdeniz’e doğru yayılmaya yönelik politikalar geliştirmiştir. Bu durum Balkanlarda ve İstanbul’da gözü olan Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun güç mücadelesi içine girmesi ile sonuçlanmıştır. İngiltere daha önce Rusya’nın yayılmacı politikalarına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerken bu politikasından vazgeçmiş ve Almanya’yı dengelemek için Rusya ile yakınlaşmıştır. İngiltere, ayrıca Balkanların büyük devletlerin eline geçmesini çıkarlarına aykırı gördüğünden küçük balkan devletlerinin genişlemesi ve güçlenmesini desteklemeye başlamıştır.
Mevcut konjonktürden faydalanan Rusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarını paylaşma konusunda anlaşmış ve 24 Nisan 1877 tarihinde, saldırıya geçmiştir. Ruslar kısa sürede; Kafkaslardan Doğu Anadolu içlerine, Balkanlar’dan ise İstanbul’a sadece 12 kilometre mesafedeki Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdir.[5] İstanbul ve boğazların Rus egemenliğine girmesinden korkan başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere diğer büyük devletler duruma müdahale ederek Berlin Konferansı ile Rus ilerlemesini sınırlandırmışlardır. Bu anlaşma neticesinde Avusturya; Bosna-Hersek’i İngiltere ise; Yunanistan’ın Megali İdea sınırları içinde olan Kıbrıs’ı fiilen işgal etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan Tesalya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta Limanı, 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan’a verilmiştir. Bu genişlemeden sonra Yunanistan’ın yeni hedefi Epir (Yanya Vilayeti) ve Girit adası olmuştur. Bu bölgelerdeki nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na karşı devamlı kışkırtılmıştır. Fakat bundan sonra Avrupa devletleri daha çok kendi aralarındaki dengeler ve mücadeleler sebebiyle Osmanlı üzerindeki baskılarını azaltmışlar, ilgilerini Balkanlardan çekmişlerdir. Bu dönemde Abdülhamit; büyük devletler arasındaki bu mücadeleden yararlanarak güçler dengesi politikası uygulamış, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı bir denge oluşturmak maksadıyla Almanya ve Avusturya’ya dayanma yoluna gitmiş, Balkan devletlerini dengelemek için kiliseler arası mücadeleyi körükleyerek bunların birlik oluşturmasını engellemeye çalışmıştır.
Bu durumu doğru bir şekilde değerlendiremeyen ve toprak kazanmaya çalışan Yunanistan, Girit’teki isyanı desteklemiştir. Yunan kamuoyunda oluşan savaş havasının da baskısıyla, Balkanlardaki Rum ve diğer Hristiyanları isyana teşvik etmek maksadıyla hükümet tarafından görevlendirilen Yunanlı subayların komutasındaki gönüllüler, Nisan 1897 tarihinde sınırı silah zoruyla geçmeye çalışınca Osmanlı Devleti Yunanistan’a savaş ilan etti. 17 Nisan-18 Mayıs 1897 tarihleri arasında yapılan savaş Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.[6] Ancak Yunanistan, büyük devletlerin desteği ile toprak kaybından kurtulduğu gibi Girit için özerklik elde etmiştir.
1908 yılında, 2’nci Meşrutiyet’in ilanı ile ortaya çıkan istikrarsızlıktan yararlanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, fiilen işgali altında bulunan Bosna-Hersek bölgesini resmen ilhak etmiş, Bulgaristan Doğu Rumeli ile birleşerek bağımsızlığını ilan etmiş, Girit ise Yunanistan ile birleştiğini ilan etmiştir. Bunlar Berlin Antlaşması esaslarına aykırı olmasına rağmen büyük devletler bu duruma sessiz kalmıştır.[7] Bosna-Hersek’in işgali; Osmanlılardan daha fazla, başta Rus milliyetçileri olmak üzere Sırbistan ve diğer Slav unsurlarının tepkisini çekti. Çünkü Bosna-Hersek halkının etnik olarak Slav olduğu, bu sebeple Avusturya’nın bir Osmanlı toprağını değil, Slav halkı ve toprağını ele geçirdiği öne sürülüyordu. Bu durum Balkanlarda Germen-Slav bloklaşmasını artırmıştır.
1909 yılında, Bulgaristan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda elinde kalan son toprak parçasının büyük bir bölümünü teşkil eden Makedonya’da ağır basması ve 1908 yılında Jön Türk akımının Türkiye’ye bir hareketlilik kazandırması, Yunan halkının tedirgin olmasına ve bu nedenle yönetime tepki göstermesine sebep olmuş, sivil otoritenin tepkiler karşısında çaresiz kalması sonucunda Yunanistan’da 1909 yılında bir askeri darbe yaşanmıştır. Cunta liderleri hükümeti kendileri kurmaya teşebbüs etmeyerek Girit’te devlet adamlığı yönünden sivrilmiş Elefterios Venizelos’u hükümetin başına geçirmişlerdir. Bu olay bir bakıma bundan sonraki Türk Yunan ilişkilerinin nasıl olacağını da belirlemiştir. Çünkü Venizelos, Ege’yi; bir Yunan denizine çevirmeyi, Yunanistan’ı; iki kıtaya uzanan, beş denize açılan bir ülke yapmayı hayal etmekteydi. Darbe ile iktidara gelen Venizelos için artık, inandığı Megali İdea düşünün hızla gerçeğe dönüştürülmesi için uygun fırsatları kollamak kalıyordu.[8]
1911’de İtalyanlar Trablusgarp ve daha sonra 12 Ada’ya asker çıkardılar. 17 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması’yla; Trablusgarp ve 12 ada İtalyanlara bırakıldı. 1815 Viyana antlaşması ve 1856 Paris Antlaşmalarına göre Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğü garanti edilmiş olmasına rağmen Avusturya’nın Bosna Hersek’i, İtalya’nın Trablusgarp ve 12 adayı işgaline hiçbir Avrupa devleti ses çıkarmadı. Bu durum Osmanlı’nın Balkanlar’daki topraklarında gözü olan devletleri bu bölgeleri ele geçirmek konusunda cesaretlendirdi. Fakat 1897 Yunanistan yenilgisinden sonra tek başına Osmanlı Ordusu ile mücadele edemeyeceklerini anlayan Balkan Devletleri, Rusya’nın da teşvikiyle gizli antlaşmalar yaparak bu bölgeleri aralarında paylaşma ve ittifak antlaşmaları imzalama yoluna gittiler.
Osmanlı imparatorluğu ise; kendisine karşı kurulabilecek ittifakları parçalamak gibi faaliyetlere girişmek yerine, tam tersi tedbirler alarak, Balkanlarda kendi sonunu getirecek bazı adımlar atmıştır. 1909 yılında, meclise getirilen; ilk ve ortaokullarda Türkçe eğitim görülmesi, bundan başka her bölgede orada yaşayanların ana dillerinin de kullanılması ve özel okulların devlet denetimine sokulması hakkında kanun azınlıklar arasında tepki ile karşılandı. Bu kanun; Fener Kilisesi ve onun uzantıları tarafından da büyük bir direniş ve düşmanlıkla karşılanmıştı. Bu durum silahlı direniş ve Yunanistan’a katılma yönünde Rum azınlık arasında yoğun bir propaganda faaliyetiyle sonuçlandı.[9]
Osmanlı Hükümeti, 3 Temmuz 1910 tarihinde uzun yıllar tartışılacak önemli bir adım daha atarak kiliseler kanununu çıkardı. Bulgarlar, 1871 yılında Fener Kilisesinden ayrılarak Ekserhane adıyla kendi kiliselerini kurmuşlardı. Yeni kilise kuruluşunu engelleyemeyen Fener, mevcut kilise binaları ve mallarının dağıtım ve yetkileri konusunda direnerek Ekserhane’nin kurumsallaşmasını engellemeye çalışıyordu. Bu çekişme Yunanlılar ve Bulgarlar arasında da gerilim ve çatışmalara sebep oluyordu. Abdülhamit’in kasıtlı olarak kullandığı bu ikiliği, yeni yönetim, devlet kasasından harcamalar yaparak düzeltmeye çalışmakla, hem Yunanistan ve Bulgaristan arasında, hem de Osmanlı vatandaşı Yunanlı ve Bulgarlar arasında çatışmaları önleyerek Osmanlı İmparatorluğu aleyhine işbirliğine gidebilmelerini mümkün hale getirdi.
Bilindiği gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşrutiyetin ilanı için Makedonya çeteleri ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştı.[10] Meşrutiyetin ilanı ile Balkanlardaki Müslüman ve Hıristiyan azınlıklar siyasal kulüpler kurmuşlar ve çeteler bu siyasal kulüplerle bağlantıya geçerek daha da güçlenmişlerdi. Çetelerin de desteği ile bu kulüpler, kendi etnik gruplarının milliyetçiliği propagandasını yapan siyasal partiler durumuna geldiler. Bu ayrıştırıcı unsurlarla mücadele etmek maksadıyla 16 Ağustos 1908 tarihinde, etnik grup adıyla kulüp kurulmasını yasaklayan bir kanun çıkarıldı ve mevcutları kapatıldı. Başta Bulgarlar olmak üzere bu kulüplerin üyeleri çetelere katıldılar. Bunun üzerine 27 Eylül 1908 tarihinde çeteciliği yasaklayan bir kanun tasarısı hazırlanarak derhal yürürlüğe konuldu. Bu da çatışmaları yeniden başlattı.
Bu sırada çıkan Arnavutluk isyanı çok sert bir şekilde bastırılarak, Arnavutların elindeki silahlar toplandı. 1909, 1910 ve 1912 yılında toplam dört Arnavutluk isyanı oldu. Bu isyanlar da sert bir şekilde bastırıldı. Bu şekilde Balkanlarda Hıristiyan Rum ve Slav unsurlara karşı bir denge unsuru olan Müslüman Arnavutlar da zayıflatılmış ve kaybedilmiş oldu.
- 1912-1915 Yılları Arasındaki Dönem:
Osmanlı İmparatorluğu’nda bu gelişmeler olurken; Balkanlar’daki yeni ulus devletler de birbirleri ile çatışma halindeydiler. Üzerinde anlaştıkları tek şey, Osmanlıları Balkanlar’dan atma arzusuydu. Onları bu yönde hareket etmekten alıkoyan şeyler, ganimetin paylaşımına ilişkin anlaşmazlık ve Osmanlı ordusundan duyulan korkuydu.[11] Ama 1911-1912 yıllarında yukarıda bahsedilen gelişmelerin de etkisiyle bu durum değişti. Trablusgarp savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri zayıflığını ortaya çıkarmış, üstüne iç istikrarsızlık ta eklenince, bu durum Balkan Devletlerini harekete geçmek için cesaretlendirmişti. 13 Mart 1912’de, Bulgaristan ile Sırbistan bir ittifak yaptı. Anlaşma resmi olarak savunma nitelikliydi ama aslında Balkanlar’daki Türk topraklarının işgalini hedefliyordu. Buna çok benzer bir antlaşma Yunanistan ve Bulgaristan arasında 29 Mayıs 1912’de yapıldı. Karadağ ve Sırbistan da aynı yılın Ekim ayı başında bir antlaşma yaptılar.
2 Ekim 1912’de, müttefik Balkan Devletleri, Bab-ı Ali’ye, Makedonya’da yabancı denetiminde geniş bir ıslahat yapılması için ültimatom verdiler. Osmanlı İmparatorluğu, buna; ıslahat konusunda ılımlı fakat egemenliğinden feragat konusunda olumsuz cevap verince, 8 Ekim günü, Karadağ Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti ve hemen ardından bunu diğerleri takip ettiler. Osmanlı ordusu kısa sürede tüm cephelerde yenilerek Çatalca’ya kadar tüm Balkan topraklarını kaybetti.
Osmanlı yönetimi 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti ve 13 Aralık’ta Londra Konferansı toplandı. Bu konferansta, Balkan devletleri toprak paylaşımı konusunda anlaşamayınca, bir sonuç alınamadı. Bu esnada (22 Ocak’ta) İstanbul’da bir darbe ile hükümet değişti. Yeni hükümet savaşa devam kararı aldı, fakat Edirne’nin düşmesi ve girişilen karşı taarruzların başarısız olması sonucu 16 Nisan’da yeni bir ateşkes yapıldı. 30 Mayıs’ta imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu; Midye-Enez hattı batısındaki tüm topraklarını kaybetti. Yunanistan; Balkanlarda işgal ettiği topraklara ilaveten Girit Adası’nı da kazanıyor, Ege Denizindeki diğer adaların kaderi ise büyük devletlerin kararına bırakılıyordu.
Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ve ittifak devletleri arasında sorun çözülmüş gibi görünüyor ancak müttefikler kendi aralarında kazanılan toprakların paylaşımı konusunda anlaşamıyorlardı. Anlaşmazlığın esasını; Bulgaristan’ın, Sırbistan’ın ele geçirdiği Manastır ve Ohri ile Yunanistan’ın ele geçirdiği Selanik’in kendisine verilmesi gerektiğini öne sürmesi oluşturuyordu. Bu talepler karşısında Yunanistan ile Sırbistan 1 Haziran 1913 tarihinde Bulgaristan’a karşı bir ittifak antlaşması yaptılar. Bu antlaşmayı öğrenen Bulgaristan erken davranarak 29 Mayıs’ta baskın şeklinde her iki devlete de aynı anda saldırdı, ancak yenildi. Fırsatı değerlendiren Osmanlı Ordusu da Bulgarlara taarruz ederek Edirne’yi geri aldı.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun yenilgisinin sebeplerinden birisi de Osmanlı Donanması’nın Ege Denizi’ne çıkamaması, deniz yolu ile harekâtı destekleyememesidir. Bunun sebebi ise devlet yöneticilerinin uzun zamandır uyguladığı yanlış politikalardır. Yunanistan, savaş öncesinde, milli hedeflerine uygun olarak silahlanmış, Ege adalarını almak ve Ege Denizi’nin kontrolü hedefine uygun olarak güçlü bir deniz kuvveti oluşturmuştu. Aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülaziz döneminde güçlendirilmiş oldukça büyük donanması Abdülhamid’in bir askeri darbe yaparlar endişesi sebebiyle çürümeye terk edilerek zayıflamıştı. Yunanistan’ın elinde, savaş zamanında çok etkili olan Averof Zırhlı Kruvazör’ünün yanında üç zırhlı, çok sayıda torpidobot ve yardımcı gemi bulunmaktaydı. Bu güçle mücadele edemeyecek kadar zayıf olan Osmanlı Donanması Ege Denizi’ne çıkamadı. Yunanlılar; Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz, Bozcaada, Ayastrati Adası, Midilli, Sakız ve Sisam adalarını işgal ettiler.[12]
30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması ile Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a verilmiş, Oniki Ada dışındaki Ege Adaları’nın geleceği ise büyük devletlere bırakılmıştır. İkinci Balkan Savaşı’ndan da galip çıkan Yunanistan; Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913) ile Bulgaristan’ın Birinci Balkan Savaşı sonunda aldığı Selanik, Serez, Drama ve Dedeağaç’ı da ele geçirmiştir.
Bu savaştan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun fiili olarak komşusu durumunda sadece Yunanistan ve Bulgaristan kalmıştır. Bulgaristan ile yapılan İstanbul Antlaşması’ndan sonra Yunanistan ile de 14 Kasım 1913’te, Atina Antlaşması yapılmıştır. Görüşmelere Temmuz ayında başlanmış ancak bazı güçlüklerle karşılaşılmıştı. Atina Hükümeti; Yunan uyrukluların kapitülasyonlardan faydalanmalarını, İstanbul’daki Rum Patriği’ne Fatih Sultan Mehmet zamanında verilmiş olan imtiyazların tekrar verilmesini, Rum mallarından camilere yapılmış vakıflar dışında kalanların Yunan Hükümeti’ne ait olmasını istemekte idi. Bundan başka; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rumların, Yunanistan’daki Türklerle karşılık esasına dayanılarak, bağımsız ve özel askeri birlikler durumunda askerlik hizmetlerini yapmayı öneriyordu. Ayrıca Türk hükümetinden savaş halinde bulunduğu sırada el koymuş olduğu Yunan gemileri için 3 milyon Türk Lira zarar ve ziyan parası istiyordu.
Osmanlı hükümeti bu istekleri kabul etmedi. İlişkiler gerilince, Yunanistan yeni bir savaşı göze alamayarak antlaşmayı imzaladı. Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhane’nin imtiyazları ile ilgili istekleri Balkan Savaşı öncesindeki gibi bırakılmış, Rumların askerliği hususundaki istek dikkate alınmamış, II. Abdülhamit’in Yunanistan’daki emlakI işi ile Yunan gemilerine el konulmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı’na gönderilmesi kabul edilmiş, Yunanistan’daki Müslümanların Bulgaristan ile yapılmış olan İstanbul Antlaşması’ndaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları tespit edilmişti.[13] Diğer bir sorun olan adaların statüsü konusu Londra Antlaşması gereği büyük devletlerin kararına bırakılmıştı.
14 Şubat 1914 tarihinde büyük devletler bir notayla kararlarını bildirdiler. İmroz, Bozcaada ve Meis Türkiye’ye verildi, İtalyan işgali altındaki Oniki Ada hariç Yunanlılar tarafından ele geçirilmiş tüm Ege adaları askersiz duruma getirilmek şartıyla Yunanistan’a verildi. Bu savaşların sonunda Yunanistan; Girit ile birlikte Selanik dâhil Güney Makedonya, Güney Epir ve İtalya’nın elindeki 12 ada hariç neredeyse bütün Ege adalarını ele geçirerek topraklarını iki katına çıkardı.[14]
Bu sırada Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında iki blok halinde gruplaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu daha Abdülhamit zamanında Almanya’ya yakınlaşmış, bu devleti İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlere karşı bir denge unsuru olarak görmüştü. Bu durum İttihatçılar zamanında, özellikle de 23 Ocak 1913’te bir darbe ile devletin yönetimini ele geçiren Talat, Cemal ve Enver Paşaların yönetime gelmesinden sonra gelişerek devam etti.
İki bloğa ayrılan o günün Avrupa’sında desteksiz kalmak istemeyen Osmanlı İmparatorluğu; İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerle değişik zamanlarda ittifak arayışına girmişse de bu devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki hedefleri sebebiyle bir antlaşma mümkün olmadı. Hükümet yetkilileri müttefiksiz kalmak endişesiyle Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu bloğa yakınlaştılar. Bu durumun doğal sonucu olarak ta Almanya’ya ile savaşın hemen başlangıcında, bir ittifak antlaşması imzalandı. Savaşın başlaması ve hızla yayılma eğilimi göstermesi ile Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi yönünde baskılarını artırdı. Bab-ı Ali Bulgaristan ve Romanya ile de bir ittifak anlaşması imzalamak için görüşmelerde bulundu. Bulgaristan ile bir savunma anlaşması yapılırken Romanya herhangi bir anlaşmaya yanaşmadı. Yunan diplomatları ile Ege adalarının Osmanlılara geri verilmesi konusundaki görüşmeler de çıkmazda kaldı.[15] Almanların etkisi ile Osmanlı Donanması 29 Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’de Rus limanları ve gemilerine karşı bir saldırı düzenledi ve Osmanlı İmparatorluğu fiilen savaşa katılmış oldu.
- 1915-1919 Tarihleri Arasındaki Dönem:
- Dünya Savaşı başladığında birçok ülkede olduğu gibi Yunanistan’da da savaşa girilip girilmemesi konusunda tartışmalar yaşanmıştır. Başbakan Venizelos, İtilaf Devletleri saflarında savaşa girilmesini savunduğu halde Kral Konstantin ülkesinin savaşa girmesine taraftar değildi. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını içeren vaatlerinden cesaret alan Venizelos, 1915 Mart’ında Yunanistan’ın savaşa girmesi amacıyla Kral’a bir muhtıra verdi. Kral’ın bu talepleri kabul etmemesi üzerine Venizelos başbakanlıktan çekildi ve Gunaris’in başbakanlığında kurulan geçici hükümet, 1915 Haziran’ında Yunanistan’ı seçime götürdü. Yapılan seçimleri Venizelos’un kazanmasına rağmen Gunaris iktidarı teslim etmek istememiş, kısa bir krizin ardından Konstantin devreye girerek Venizelos’u işbaşına çağırmak zorunda kalmış, bununla birlikte Kralla, Venizelos arasındaki buzlar erimemiştir. 1915 yılının Aralık ayında yapılan seçimleri boykot eden Venizelos, 29 Eylül 1916 tarihinde Selanik’e giderek burada Etnik-i Amina (Milli Savunma) adlı bir ihtilal hükümeti kurmuştur. Yunanistan’da artık biri kral taraftarı Atina hükümeti, diğeri Venizelos’un başında olduğu Selanik hükümeti olmak üzere iki hükümet vardı. Venizelos, 1’nci Dünya Savaşı’na girilmesine taraftar olduğundan İngiltere ve Fransa ona destek olmak amacıyla Atina hükümetini denizden ablukaya almıştır. Abluka altında halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale gelen Atina hükümeti, müşterek İngiliz-Fransız birliklerinin Pire’ye çıkarak Atina’nın kontrolünü ele geçirmeleri sonucunda görevden çekilmek zorunda kalmıştır. Konstantin de tahtından feragat ederek yerini oğlu Aleksandr’a bırakmış ve Yunanistan’ı terk etmiştir. Bu gelişmeler üzerine Atina’ya gelen Venizelos yeni hükümeti kurmuş, İttifak Devletleri ile ilişkilerini kesen Venizelos hükümeti, 1 Temmuz 1917 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır. Çalkantılı bir dönemden geçen Yunanistan, ancak 1918 yılı Eylül ayında Makedonya Cephesi’ndeki çatışmalara fiilen katılabilmiştir.
1918 yılı sonlarına doğru İttifak Devletlerinin savaşı kazanma umutları kalmamıştı. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan savaştan çekilince, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile bağlantısı kesilmiş, Trakya ile İstanbul, Yunanistan üzerinden gelebilecek saldırılara açık kalmıştır. Bu arada Almanya da; 3 Ekim 1918’de, ateşkes anlaşması önerisinde bulunmuştur. Bütün bu gelişmeler üzerine, İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti, Sadrazam Talat Paşa’ya ateşkes için girişimde bulunma yetkisi vermiştir. Osmanlı Hükümeti, Wilson İlkeleri ışığı altında bir ateşkesi imzalamaya hazır olduğunu bildirmiş, Talat Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilen Tevfik Paşa, İsviçre aracılığı ile ateşkes için başvuruyu yinelemiş ancak olumlu bir cevap alamamıştır. Ateşkes imzalanmasını başaramadığı için görevden ayrılan Tevfik Paşa’nın yerine Ahmet İzzet Paşa sadrazam atanmış, sonunda büyük uğraşlar neticesinde İtilaf Devletleri ateşkes görüşmelerine razı olmuşlardır.
İngilizler, 23 Ekimde Osmanlı Hükümetine, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ateşkes görüşmelerinin yapılacağını ve Anlaşma Devletleri adına İngiliz Amirali Calthorpe’nin yetkili olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Bahriye (Denizcilik) Bakanı Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki bir kurul Mondros’a gönderildi. Beş gün süren görüşmeler sonunda 30 Ekim 1918 günü Osmanlı Devleti ile Anlaşma Devletleri arasında “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı. 1918 yılı sonbaharında, Bağlaşma Devletleri, birbiri ardınca savaştan çekilince yapılacak barışın ilkelerini saptamak için Paris’te büyük bir konferans toplandı.
- 1919-1938 Tarihleri Arasındaki Dönem:
18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na 32 ülkenin temsilcileri katılmıştır. Konferansın amacı, savaşı kaybeden devletlerle yapılacak barışın koşullarını görüşmekti. İngilizler ve Fransızlar, konferansa Yunanlıları davet ederek, Osmanlı Devleti’nde nüfus yönünden çoğunluk oluşturdukları bölgeler üzerinde haklarını savunmalarını istediler. Konferansta; Yunanistan’a büyük destek veren İngilizler, Yunanlıların, konferansa sundukları İzmir ve yöresine ilişkin belgeleri gerçek belgeler olarak kabul ettiler. Konferansa katılan Yunanlıların amacı; Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı ele geçirerek Ege Denizi çevresinde büyük bir Yunan devleti kurmaktı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, İzmir ve çevresi ile Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini istedi.
Savaş sırasında yapılan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını öngören antlaşmalarda Batı Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nin İtalyanlara verilmesi kabul edilmişti. Önceden buna karşı çıkmayan İngilizler, konferansta Batı Anadolu’nun İtalya’ya bırakılmasına karşı çıktılar. Güçlü bir ülke olan İtalya’nın Doğu Akdeniz’de egemen olması, İngiltere’nin sömürgelerine giden yollarının güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Bu sebeple İngiltere, Doğu Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine kendi güdümündeki Yunanistan’ın olmasını istiyordu. Bunun üzerine İtalya, daha önce kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesinden dolayı konferansı terk etti.
Konferansın bu ortamından faydalanan Yunanistan Başbakanı Venizelos, Türklerin, İzmir’de Rumları yok etmeye hazırlandıklarını, İtalya’nın da İzmir’e asker çıkarmak üzere olduğunu iddia etti. Venizelos’un bu iddiasını gerçek kabul eden İngiltere ve Fransa, Yunan ordusunun İzmir’i işgal etmesini kararlaştırdılar. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesi, İtalya’nın, İngiltere ve Fransa ile arasının açılmasına neden oldu. İngiltere’nin de yardımıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir önlerine güçlü bir donanma gönderen Yunanlılar, aynı gün karaya asker çıkardılar.
Paris Konferansı’nda büyük devletlerin desteğini alan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal ederek Batı Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Kuvvâ-i Milliye kuvvetleri Yunanlıların bekledikleri gibi ilerlemelerine müsaade etmiyordu.[16] Anadolu’da da işgale karşı sistemli bir direnişin tohumları atılıyordu. Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edip konumlarını sağlama almak için ilerlemeye devam ederken, 23 Temmuz-17 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Burada ülkenin bütünlüğünün korunması ve her türlü işgale karşı direnme kararı alındı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde aynı hususlar teyit edilerek işgallere karşı kurulmuş olan teşkilatlar, ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’’ adı altında birleştirildi. Bu tarihten sonra Yunanlılara karşı oluşmuş direniş hareketleri tek elden yürütülmeye başlandı. Atatürk’ün başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye tesis edildi ve bu heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya taşınarak faaliyetlerini buradan yürütmeye başladı.
Anadolu’daki bu yapılanmanın yönlendirmesiyle, 12 Ocak 1920’de, toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi, 28 Ocak’ta Misak-ı Milli kararını aldı. Bunun üzerine 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edildi ve birçok mebus İngilizlerce tutuklandı. Bu gelişmeler sonucunda, 18 Mart 1920 tarihinde, Mebuslar Meclisi son toplantısını yaparak kendini süresiz olarak tatil etti ve 11 Nisan’da da Padişah tarafından feshedildi. Bu meclisten katılabilenler ve seçilen yeni üyelerden oluşan yeni meclis, TBMM adıyla 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da toplandı.
Bu arada; Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı işgal etmek üzere ileri harekâtı üzerine 9-14 Mayıs 1920 tarihleri arasında her kesimden halk temsilcilerince toplanan Edirne Kongresi’nde Yunan ilerlemesine karşı direniş kararı almış ve bölgesel seferberliğe gidilmişti. Ancak kurulan birlikler Yunan ilerleyişini durduramadı. 22 Haziran 1920’de saldırıya geçen Yunan kuvvetleri; Doğu Trakya’da Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı, Anadolu’da ise; Bursa, Balıkesir, Uşak ve Nazilli’yi işgal ettiler.
San Remo Konferansı’nda esasları kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920 tarihinde, Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasına rağmen TBMM tarafından protesto edilerek reddedildi. Sevr Antlaşması, Yunan işgallerine hukuki bir zemin kazandırıyor ancak Anadolu’nun direnişi sonucu uygulanamıyordu.
Yunanlılarla çatışmalar Kuvva-i Milliye ve düzenli birlikler tarafından sürdürülüyor, Yunanlıların ilerleyişi amaçladıkları gibi gitmiyordu. 25 Ekim 1920 tarihinde, Yunan birliklerinin durumunun bir saldırı için uygun olduğunu değerlendiren Ali Fuat Paşa’nın kendi inisiyatifiyle bir taarruz harekâtı yapıldı ancak taarruz başarısız olunca Yunanlılar ileri harekâta geçerek İnegöl ve Yenişehir’i aldı ve Dumlupınar’a kadar ilerlediler. Bu sırada 28 Ekim 1920 tarihinde doğu cephesinde başlayan taarruz başarılı olunca 2/3 Aralık 1920 tarihinde Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece doğu cephesinde çatışmalar sona erdi ve tüm imkânlarımızı batıda Yunanlılara karşı kullanma imkânı kazandık.
Türk kuvvetleri 1921 yılı başına kadar Kuvva-i Milliye diye tabir edilen düzensiz gönüllü kuvvetler ve mevcut düzenli askeri birliklerin karışımı bir yapı içerisinde Yunan kuvvetleri ile mücadele ediyordu. Ocak 1921 tarihinde Çerkez Ethem isyanının bastırılması ile birlikte tamamen düzenli orduya geçildi. Bundan sonra taraflar arasında savaş iki ülke ordularının çatışmaları şeklinde devam etti.
1921 yılı başlarında Yunanlılar, Trakya’da İstanbul sınırına dayanmışlar, Çerkez Ethem ayaklanmasının yarattığı ortamdan da faydalanarak Batı Anadolu’da Eskişehir, Kütahya ve Ankara’yı ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdi. 6 Ocak günü başlayan Yunan taarruzlarının Afyon istikametindeki ilerleyişi 7 Ocak günü, Eskişehir istikametinde ilerleyişleri ise 9/10 Ocak’ta 1’nci İnönü Muharebesi sonucu püskürtüldü.
Bu başarılarla prestiji artan Ankara yönetimi, o sırada emperyalist Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda olan, Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzalamak ve destek sağlamak maksadıyla Moskova’ya bir heyet gönderdi. Bu heyet 1 Mart 1921 tarihinde Moskova’da Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalamış, Anadolu’da kurulmakta olan yeni devlet ilk defa bir yabancı devlet tarafından tanınmıştır. 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile de Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Rus desteği sağlanmıştır. Bu durum doğu cephesinde çatışmaları sonlandırmış ve batıya birlik ve silah kaydırmamıza imkân vermiştir.
Yunanlıların ikinci ilerleme teşebbüsleri de 31 Mart/1 Nisan 1921 tarihli 2. İnönü muharebesi ile durdurulmuş fakat 10 Temmuz’da başlayan yeni Yunan taarruzu esnasında Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybeden ordumuz Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekilmiştir. Bunun üzerine; Doğu Cephesi’nden bir Tümen, güney cephesinden iki Tümen ve Amasya’dan bir Tümen Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır.
Yunanlılar bu başarılarından faydalanmak için kısa bir hazırlıktan sonra ileri harekâta başlamışlardır. Türk ordusunu imha etmek ve Ankara’yı ele geçirmek maksadıyla taarruza başlayan Yunan Ordusu ile ilk çatışmalar 23 Ağustos tarihinde başlamış, 22 gün süren çatışmalar sonucunda başarılı olamayan Yunanlılar yenilgiyi kabul ederek eski mevzilerine geri çekilmişlerdir. Sakarya Savaşı sonucunda Yunanlılar doruk noktasına ulaşmışlar ve taarruz edecek güçleri kalmamıştır. Artık amaçları ele geçirdikleri toprakları muhafaza etmektir. Yunanlılar savunma hazırlıklarına girişirken inisiyatifi ele geçiren Türk Ordusu da taarruz için hazırlıklara başlamıştır.
Sakarya zaferinin uluslararası etkileri de büyük olmuştur. Bu zaferden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalanmış, doğu sınırları tamamen güvence altına alınmıştır. Ayrıca; Fransızlarla yapılan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile sonucu Suriye sınırı çizilmiştir. Böylece İzmir’in Yunanlılara verilmesinden sonra İngiltere ile arası açılan İtalya’dan başka, Sovyetler Birliği’nden ve Fransa’dan da silah ve malzeme temini mümkün olmuştur. Bu antlaşmayla aynı zamanda Yunanistan’ı destekleyen İngiliz-Fransız cephesi de parçalanmıştır.
Bütün bunlara Yunanistan’da yaşanan siyasi gelişmeler eklenince İtilaf Devletleri’nin takip ettikleri politikalarda değişikliğe gitmeleri kaçınılmaz olmuştur. 1920 yılı sonlarına doğru Atina’da işler karışmıştır. Venizelos Hükümeti’nin Türk topraklarını işgal etmek için yaptığı harcamalar mali sıkıntıları artırmış, yaşanan mali sıkıntılardan bu kez Kral Konstantin taraftarları yararlanmak üzere harekete geçmişler, Venizelos’a karşı birleşik bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Bu ortam içerisinde Kral Aleksandr’ın ölümü (25 Ekim 1920) işleri daha da karıştırmıştı. General Kunduriyotis Kral naipliğine atanmış, yeni Kral’ın seçimi için 3 Aralık 1920 tarihinde halk oylaması yapılmasına karar verilmişti. 14 Kasım 1920 tarihinde yapılan seçimlerden Venizelos büyük bir hezimetle çıkmış, yapılan halkoylaması sonucunda Kral Konstantin tahtına dönmüştü. İtilaf Devletleri Kral’ı resmen tanımasalar da hükümeti ile gayri resmi temaslarda bulunmaya devam ettiler. Bununla birlikte İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a verdikleri mali desteği kestiler.
Yaşanan gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. 12 Mart 1921 tarihinde toplanan konferansta Sevr Antlaşması, tarafların kabul edebileceği bir hale getirilecek; Milli Mücadele hareketi de daha fazla gelişmeden sona erdirilecekti. Ancak İtilaf Devletleri, Londra Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamamışlar ve Yunan Ordusu’nun başlatacağı yeni harekâta umut bağlamışlardır Yunan Ordusu’nun başarısızlığı, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımlarında ciddi değişiklikleri gündeme getirmiştir.
26 Nisan 1921 tarihinde İngiliz hükümeti hiç beklenmedik bir anda Fransız ve İtalyan hükümetlerine müracaat ederek İtilaf Devletleri’nin, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduklarını ilan etmelerini önerdi. Müttefik şirketlerinin ve hatta Sovyet Rusya’nın Ankara hükümetine savaş malzemesi satışına izin verilmesi Yunan hükümetinin tepkisine neden olmuştu. Daha önce İngiliz, Fransız ve İtalyan bandıralı gemilere müdahalede bulunmayan Yunan yetkililer, Fransız ve İtalyanlara ait gemilere müdahale etmeye başladılar. Fransız ve İtalyan hükümetleri de bu müdahalelerden dolayı Yunanistan’ı protesto ediyorlardı. Bu aşamada İngiltere, Yunanlıların savaş malzemesi taşıyan gemileri arama ve ablukaya alma haklarını yok saymamakla birlikte, Kemalistlere askeri malzeme ulaştıran gemilerin engellenmesi meselesine müdahil olmayacağını açıkladı. İngiltere yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılmış Yunanistan’ı müttefikleri ile karşı karşıya bırakmıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan bu açıklama, Yunanistan’ın İngiltere’nin desteğini büyük ölçüde kaybettiğinin göstergesi idi.[17]
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra Türk Ordusu taarruz için her türlü ikmalini ve taarruz hazırlıklarını tamamlamaya çalıştı. Bunun sonucunda; 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü, Dumlupınar bölgesinde yapılan meydan muharebesinde Yunanlıların ana kuvvetleri imha edildi. Bundan sonra batı istikametinde devam eden taarruzlarımız hızla gelişerek birliklerimiz 9 Eylül günü İzmir’e ulaştılar. Yunan orduları imha edilmiş, kalanları da Yunanistan’a kaçmıştı. Birliklerimiz İstanbul istikametinde ilerleyerek tarafsız bölgeye ulaştılar. Bunun üzerine İngiliz yetkililer müdahale ederek bir ateşkes önerisinde bulundular.
11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşın sona ermesine, Doğu Trakya’nın 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılarak Müttefiklere bırakılmasına, 30 gün içerisinde de TBMM Hükümetine teslimine ve bölgenin güvenliği 8000 kişilik bir Türk Jandarma birliği tarafından sağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık olarak da Türk tarafı Çanakkale ve İstanbul Boğazlarında sınırları ateşkesle çizilmiş olan kıyı şeridini tarafsız bölge olarak kabul etmiştir. Görüşmelere katılmayan Yunanlılar 14 Ekim tarihinde bu ateşkesi kabul ettiler.[18]
Bu mütarekeden sonra bir barış antlaşması yapabilmek için İsviçre’nin Lozan şehrinde heyetler arası görüşmelere başlandı. 21 Kasım 1922’de ilk toplantısı yapılan Lozan Konferansı’na iki ülke arasında ağırlıklı olarak; sınırlar, azınlıklar, Fener Rum Patrikhanesi, nüfus mübadelesi gibi sorunlar tartışılmıştır. Görüşmelerin olumlu bir şekilde ilerlememesi üzerine ilişkiler gerilmiş, Yunanlılar Mudanya Mütarekesi’ni ihlâl ederek Ocak 1923’te Meriç’in sağ tarafında yığınak yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Müttefik Hükümetleri, 17 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’a bir nota vererek Mudanya Mütarekesi hükümlerine uymaya mecbur etmişlerdir.
Devam eden görüşmelerde, mevcut sorunlardan sınır meselesi çözümlenmiş ve ayrıca diğer sorunlarla ilgili olarak da 30 Ocak 1923’te iki ülke arasında “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır.[19] Trakya’da; Meriç Nehri sınır olarak kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılmış, Ege Denizinde; İmroz, Bozcaada ve İtalyanlara bırakılan Onikiada hariç tüm Doğu Ege adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla, Yunanistan’a bırakılmıştır.[20]
Patrikhane konusunda sözlü bir anlaşma yapılmış, tek başına bir kurum olarak Lozan’da yer almamıştır. Yapılan sözlü antlaşmaya göre sadece İstanbul’da kalacak olan Ortodoks Rumların dini işlerinden sorumlu olacak olan Patrikhane’nin eski statüsü son bulmuş, yeni statüsünün belirlenmesi ise azınlık hukuku çerçevesinde Türkiye’ye bırakılmıştır. Lozan Barış Konferansı esnasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye’deki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların mübadele edilecekleri ve İstanbul Rum halkı ile Batı Trakya Müslüman halkının bu mübadele dışında tutularak “yerleşik (etabli)” sayılacağı kararlaştırılmıştır. Mübadele 1923’de başlamış ve önemli bir sorunla karşılaşmadan Nisan 1925’e kadar bir kısım Rum ve Türk halklarının mübadelesi sağlamıştır. Ancak sözleşmenin ikinci maddesinde yer alan “établi” kelimesinin Türk ve Yunan komisyon üyelerince farklı yorumlanması iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına getiren “etabli sorunu” da denilen anlaşmazlığa yol açmıştır.
Türk tarafı kimlerin 30 Ekim 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları”nın, ancak Türk kanunlarına göre tespit edilebileceğini ileri sürmüş, Yunan tarafı ise maddeyi 30 Ekim 1918 tarihinden önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” kabul edildiği şeklinde yorumlamıştır. Anlaşma sağlanamayınca Yunanistan, Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın 11. maddesine dayanarak konunun Cemiyet bünyesinde ele alınmasını talep etmiştir. Ancak Cemiyetin görüşü de çözümü sağlayamamış ve konu La Haye Daimi Adalet Divanı’na sevk edilmiştir. 16 Ocak ile 21 Şubat 1925 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde, Yunan ve Türk temsilcilerinin tezleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle birlikte ele alındıktan sonra Adalet Divanı özetle 21 Şubat 1925 tarihinde görüş bildirmiştir. Ancak ihtilafı bu mütalaa da çözememiştir.
Bu sorunun çözüme kavuşturulamaması iki ülke arasındaki ilişkileri de gerginleştirmiştir. Yunan hükümeti bu aşamada Batı Trakya’daki Müslüman-Türk halkının mal varlığına el koymuş ve bölgeye Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmiştir. Türkiye’nin, Atina yönetiminin bu uygulamasına İstanbul’daki Rumların mallarına el koyarak karşılık vermesi ise iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Bu arada Fener patrikhanesinin Türk Yunan Ahali Antlaşması esaslarına aykırı olarak Patrikliğe seçtiği Konstantin Arapoğlu’nun 30 Ocak 1925 tarihinde sınır dışı edilmesi gerginliği iyice artırdı.[21] Ancak daha sonra Patrik sorununun çözümlenmesinin de etkisiyle iki devlet arasında gerginleşen ilişkiler yumuşama dönemine girmiş ve iki taraf arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 21 Haziran 1925’de Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Türk ve Yunan temsilcileri tarafından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türkiye, 30 Ekim 1918’den önce ve o sıralarda İstanbul’da mevcut bulunan tüm Rumlara yerleşik sıfatı tanıyordu. Ayrıca pasaportları olmaksızın ülkelerini terk edenler hariç olmak üzere yerleşik sıfatı tanınan Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları ülkelerine serbestçe dönebileceklerdi. Eğer söz konusu kişilere mallarını iade etmek mümkün değilse tazminat ödenecekti. Böylece Türkiye ülkeyi terk etmiş bulunan birçok Rum’un dönüşünü engellerken Yunanistan’da Batı Trakya’daki Müslüman mülklerine yerleştirmiş olduğu bir kısım Rum’u bu mülklerden çıkarmak zorunda kalmıyordu.
Ancak, iki ülke arasında temel anlaşmazlık skonularına çözüm getiren bu antlaşma da uygulanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Mihalakopulos hükümetinin düşürülmesi sonucunda 25 Haziran 1925’te iktidara gelerek cunta rejimi kuran General Pangalos’un Lozan’ı revize etmek temeline oturttuğu ihtiraslı bir dış siyaset gütmesiydi. Ayrıca General Pangalos’un antlaşmanın onayını geciktirmesi Türkiye’yi güvensizliğe itmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu son antlaşmayı gözden geçirme ve uygulanmasının güvence altına alınması için yeni adımlar atma kararı almıştır. Ankara’nın bu yaklaşımı sonucunda, Pangolos’un Ağustos 1926’da devrilmesinin ardından kurulan yeni koalisyon hükümetinin Türkiye ile görüşme masasına oturması, mevcut sorunların etraflıca ele alınmasını sağlamıştır. Karşılıklı görüşmeler Şubat-Aralık 1926 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece 1 Aralık 1926’da Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu son belge taraflarca 1927 Şubatı’nda onaylanıp, 23 Haziran 1927’de yürürlüğe girmiştir. [22]
Buna rağmen iki ülke arasındaki gerginlik 1929 yılına kadar devam etmiş, 1929’da ilişkiler iyice gerginleştiğinden taraflar deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştır. Türk-Yunan gerginliğine yol açan bu gelişmeler her ne kadar savaşa dönüşmemiş olsa da 1930 yılına kadar sıcaklığını korumuştur.
Öte yandan; Lozan Antlaşması’ndan sonra Avrupa’da köklü değişiklikler olmaya başlamıştır. 1. Dünya Savaşı kaybeden ülkeler kadar kazananları da savaştan olumsuz etkilemişti. Savaşın getirdiği harcamalar sonucu İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomileri zayıflamış, Sovyetler Birliği yayılmacı rejimi ve planlı ekonomisi ile batı dünyasına rakip yeni bir güç haline gelmeye başlamıştı. ABD ise; savaştan sonra yeni bir güç ve denge unsuru olarak oluşan boşluğu doldurabilecekken Avrupa meselelerinden kendini soyutlayarak kendi içine ve Amerika kıtasına odaklanmıştı.
Savaş sonrasının acımasız antlaşmaları ile elleri kolları bağlanmış olan mağlup devletler de, ağır toprak kayıpları ve çöken ekonomileri ile derin sosyal problemler yaşıyordu. Demokratik yönetimlerin bu duruma çözüm bulamaması, yapılan barış antlaşmalarını tanımayacakları yönünde söylemler geliştiren otokratik parti ve siyasi akımların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu durum da Avrupa’da kurulan barışın kısa süre içinde yok olacağı yönünde endişeleri artırmıştır.
Değişim önce Akdeniz ve Balkan ülkelerinde etkisini göstermeye başladı. Savaştan toprak ve ekonomik çıkar yönünden pek kazançlı çıkmayan, aksine ekonomisi de zayıflayan İtalya iç çekişmelerle karşı karşıya geldi. Komünist akımlara karşı bir denge unsuru olarak görülen Mussolini’nin Faşist Partisi bu boşluğu doldurarak 1925 yılında İtalya’da yönetimi ele geçirdi. Faşist dikta yönetiminde belirli bir toparlanma yaşayan İtalya gözünü dışarıya çevirerek yayılmacı söylemler oluşturmaya başladı. İtalya’nın Akdeniz’deki faaliyetleri ve Mussolini’nin İtalya’nın yayılma alanı olarak Küçük Asya’dan bahsetmesi Türkiye’yi endişelendirdi. Bu durum başta komşuları olmak üzere İtalyan tehdidini hisseden diğer ülkelerde de tedirginlik oluşturdu. Bu tedirginlik Balkan ülkelerini yeni ittifak ve güvenlik arayışlarına yönlendirdi.
Türkiye, 1926’da Balkan Devletleri arasında karşılıklı sınırların güvence altına alınması amacıyla toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulundu ise de bundan bir sonuç alınamadı. Daha sonra Balkan Devletleri arasında bazı pürüzler ortadan kalkınca bir anlaşma havası oluştu. Bu arada Türkiye, 1926’da, Irak sınırı konusunda bir anlaşma imzalayarak İngiltere ile yakınlaşma sürecine girdi. İtalya’nın faşist yönetiminin beyanları ve uyguladığı politikalar ülkeler arasında yeni yakınlaşmaların da önünü açan temel bir faktör haline geldi.
1929 ekonomik buhranı, dünya ve Avrupa siyasetindeki olumsuz gelişmeleri daha da artırdı. Kendi kendine yeterlilik eğilimleri ve yürütme gücü artmış milliyetçilik akımları her yerde güçlendi. Otoriter rejimler saygınlık kazanırken, demokratik rejimler zayıfladı. Statükonun değişmesinden yana olan ülkeler otoriter rejimlere geçtiler. Bunun sonucunda anti revizyonist ülkelerle revizyonist ülkeler arasında çelişki gittikçe arttı.
- Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve büyük toprak kayıplarına uğrayan Bulgaristan da revizyonist politikalar uygulamaya ve Yunanistan’dan toprak talebinde bulunmaya başlamıştı. Bu durum ise; İtalyan ve Bulgar tehdidini hisseden Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye’yi birbirine yakınlaştırdı.
Uluslararası Barış Bürosunun 6-10 Ekim 1929’da Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresi’nde gelişmelerden tedirginlik duyan anti revizyonist Yunanistan’ın eski başbakanlarından Papanastasiu bir Balkan birliği kurulması görüşünü ortaya attı. İlgi ile karşılanan bu görüş üzerine 5 Ekim 1930’da Atina’da; Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk’un resmî olmayan temsilcileri arasında ilk Balkan Konferansı toplandı. Konferansta Balkan ülkeleri arasında siyasal, ekonomik, teknik ve kültürel işbirliği konuları ele alındı.
Hem İtalya, hem de Bulgaristan tehdidini hisseden ve Balkan Savaşları ile 1. Dünya Savaşı’ndan en fazla toprak kazancıyla çıkan Yunanistan bu revizyonist tehditten en fazla tedirgin olan ülke konumundaydı. Bu sebeple Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yoluna gitti ve 10 Haziran 1930 tarihinde Ahali Mübadele Antlaşması’na imza koydu. Bu önemli uzlaşmazlığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye ve gelişmeye başladı.
Bunun üzerine, Yunan Başbakanı Elefteros K. Venizelos, 27 Ekim-1 Kasım 1930 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret etti. Görüşmelerde 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma dikkate alınarak Türk-Yunan dostluğu ve ortak çalışma esasları taraflarca kabul edildi. Ziyaret sırasında 30 Ekim 1930’da Ankara’da ‘’Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması’’ imzalandı. Antlaşmaya bir de ‘’Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol’’ eklendi. Antlaşmaya göre taraflar birbirlerine karşı yöneltilmiş siyasî ve ekonomik antlaşmalara katılmamayı, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğerinin tarafsız kalması ve uyuşmazlıkların diplomasi yoluyla çözülmesi gibi konularda mutabakat sağlandı. Ek protokolde ise, deniz silâhları için harcamaların önlenmesi ve deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması prensipleri açıklandı. Türk-Yunan dostluğunun temel taşını teşkil eden bu belgeler gelecekteki Balkan Paktı’nın çekirdeğini oluşturacaktır.
1930 yılında, İtalyan tehdidi, revizyonist devletlerin taleplerinin yarattığı tehdit ve Avrupa’da radikal partilerin güçlenmesi sonucu beliren yeni kamplaşma; aynı tehditlere maruz kaldıklarını düşünen Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine yakınlaştırmış, bunun sonucunda da Türk Yunan ilişkileri tarihinin en olumlu dönemini yaşamaya başlamıştır. Yunanistan’ın Türkiye ile 1930 yılında ilişkilerini düzeltmek için çaba göstermesinde Bulgaristan’ın Balkanlardaki tutumu etkili olmuştur. Bu ülke revizyonist bir tutum içine girmiş, Makedonya ve Batı Trakya sorununu gündeme getirmiştir.[23]
1931 yılında İsmet Paşa Yunanistan’a bir ziyarette bulunmuştur. Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi, İtalya ve Bulgaristan’ın Akdeniz ve Balkanlarda kaygı verici bir politika izlemeye başlaması Türkiye’yi harekete geçirmiş, 14 Eylül 1933’te Yunanistan ile Samimi Anlaşma Misakı imzalanmıştır. Türkiye 17 Ekim’de Romanya ile 27 Kasımda da Yugoslavya ile Dostluk ve Saldırmazlık anlaşması imzalamıştır. Türkiye’nin girişimiyle bu dört devlet arasında 9 Şubat 1934’te, Atina’da Balkan Paktı imzalanmıştır. Yunanistan başbakanı Venizelos bir mektup yazarak Mustafa Kemal Paşa’yı Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle 29 Ekim 1923’te Selanik Belediyesi, Türk Yunan dostluğunun bir işareti ve Balkan Paktı’nın bir hatırası olarak Atatürk’ün doğduğu evin kapısına bir plaket taktırmıştır. Selanik Belediyesi evi sahibinden satın alarak Atatürk’e hediye etmiş ve evin anahtarı 19 Şubat 1937’de Türkiye’nin Selanik Konsolosluğu’na teslim edilmiştir.[24]
Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk ile Yunan Başbakanı Venizelos’un attığı temeller üzerinde giderek güçlenen “Barış Köprüsü”, iki devlet arasında 1930 tarihinde “Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşmasının ardından 1933 yılında imzalanan İçtenlikle Andlaşma Paktı’na Ek Antlaşma”ların 1938 yılında on yıl süreyle imzalanmasıyla, doruk noktasına ulaşmıştır. Bu antlaşma ile taraflar, bir defa daha karşılıklı olarak birbirlerine yardım etmeyi öngörmüşler, birbirlerinin hükümetleri karşıtı olan güçlere topraklarında barınma izni vermemeyi yükümlenmişlerdir.[25]
Sonuç:
Türkiye-Yunanistan ilişkileri; gerek Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlık savaşı vererek bağımsız bir devlet olması, gerekse Yunanistan’ın uzun süre milli hedefini oluşturan Megali İdea’nın amaçladığı büyük Yunanistan’ı elde etmek için sürekli olarak Türkiye aleyhine topraklarını genişletmeye çalışmasının doğal sonucu olarak uzun süre gergin ve çatışma halinde devam etmiştir. Bu genişleme politikası; I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu’ya saldırmaya kadar varmıştır.[26] Bu gergin durum Türkiye’nin bağımsız yeni bir devlet olarak ortaya çıktığı 1919-1924 tarihleri arasında en üst seviyesine çıkmıştır.
Lozan antlaşmasından sonra kendi iç meselelerine ağırlık vermek isteyen iki ülke arasında ilişkiler çeşitli iç ve dış dinamikler sebebiyle inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Aralarındaki sorunları çözmekte zorluk çeken iki ülke, ancak 1925 yılında İtalya’da iktidara gelen Faşist Diktatör Mussolini’nin her iki ülkeyi de tehdit eden politikaları ve Bulgaristan ile Arnavutluk gibi ülkelerin revizyonist talepleriyle Balkanlardaki barışa bir tehdit oluşturmaya başlamasıyla birlikte birbirlerine yaklaşarak aralarındaki sorunları çözmeye çalışmışlardır.
İki ülke arasında dostluk ve yakınlaşma kendi istekleri dışında ve sadece harici bir ortak tehdit sayesinde gerçekleşmiş, bu yakınlaşma bile belli bir ihtiyatla gelişme göstermiştir. Çünkü iki ülkenin milli hedefleri ve milli çıkarları birçok noktada çelişmektedir. Buna bir de karşılıklı milliyetçi yaklaşımların yoğunluğu eklenince iki ülkenin kalıcı olarak uzun süreli bir barış ve dostluk içinde olmaları oldukça zor olmuştur. Yunanistan Megali İdea’dan hala vazgeçmemiştir. Ve bunu gerçekleştirmek için her türlü fırsatı değerlendireceğinden şüphe yoktur. Yunanistan’ın kendisini tehdit eden bir durum olmadığı zaman Megali İdea kapsamında sürekli olarak gözünü doğuya çevirmektedir. Türkiye’nin, Yunanistan’la olan ilişkilerinde bu durumu dikkate alarak onun sorun yaşadığı ve onu bölgesinde tutabilecek ülkelerle ilişkilerini ona göre düzenlemesi gerektiği, bu durumun iki ülke arasında barışı tesis etmenin en etkili yolu olduğu için hem kendisi hem de Yunanistan için faydalı bir yaklaşım olacaktır.
Kaynaklar:
KİTAPLAR
Akad, Tanju (2011), 20. Yüzyıl Savaşları, Kastaş Yayınevi, İstanbul.
BİLGE, A.Suat, (1996), Ankara-Atina-Lefkoşa Üçgeni, İmge Kitapevi, Ankara.
Hatipoğlu, M. Murat (1997), Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan:1923-1952, Siyasal Kitabevi, Ankara.
Hatipoğlu, M. Murat (1988), Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821-1922),Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
Karal, Enver Ziya (2011), Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
Karal, Enver Ziya (2011), Osmanlı Tarihi 5’inci Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
LEWİS, Bernard, (2011), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 5. Baskı, Çev. Boğaç Babür TURNA, Arkadaş Yayınevi, Ankara.
Özkaya, Yücel (1986), Tarih Boyunca Türk Yunan İlişkileri, Genelkurmay Basımevi, Ankara.
Troçki, Lev, (2012), Balkan Savaşları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Tansel GÜNEY, İstanbul.
Zürcher, Eric Jan, (2011), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 26’ncı Baskı, Çev. Yasemin SANER, İletişim Yayınları, İstanbul.
ELEKTRONİK YAYINLAR
Özgören, Aydın; Tar. Uzm. Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış. http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/ arastirmalar/ozgoren.pdf, Erişim Tarihi 05.06.2013.
Bozkurt; Abdurrahman; Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM),’’İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı, 13 Mayıs 1921.’’ http://atam.gov.tr/?cat=9, Erişim Tarihi 06.04.2013.
Değerli, Esra Sarıkoyuncu; ‘’Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri,’’ sbe.dumlupinar.edu.tr/15/239-261.pdf, Erişim Tarihi 18.04.2013.
Uulu, Kyjalbek Abibulla; ‘’Turkiye- Yunanistan İliskileri,’’ https://www.academia.edu/9440226/Turk_Yunan _iliskileri_Antalya_2014
[1] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi 5’inci Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2011, s.112.
[2] age., s.154.
[3] Yücel Özkaya, Tarih Boyunca Türk Yunan İlişkileri, Ankara, 1986,s.117.
[4] Eric Jan Zürcher, Çev. Yasemin Saner, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 26’ncı Baskı, İstanbul, 2011, s.56-62.
[5] Zürcher, age., s.91, 117- 118.
[6] M. Murat Hatipoğlu, Yunanistan’daki Gelişmelerin Işığında Türk-Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821-1922),Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1988, s.41.
[7] Lev Troçki, Çev. Tansel Güney, Balkan Savaşları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2012, s.7
[8] Aydın ÖZGÖREN, Tar. Uzm. Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış. http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/ arastirmalar/ozgoren.pdf, Erişim Tarihi 05.06.2013.
[9] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2011, s.129.
[10] age., s.132,135.
[11] Zürcher, age., s.162.
[12] Tanju Akad, 20. Yüzyıl Savaşları, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2011, s.163-165.
[13] Karal, age., s.346,347.
[14] Özgören, agm.
[15] Karal, age., s.346-389.
[16] Abdurrahman Bozkurt; Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM),’’İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı, 13 Mayıs 1921.’’ http://atam.gov.tr/? cat=9, Erişim Tarihi 06.04.2013.
[17] Bozkurt, agm.
[18] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 5. Baskı, Çev. Boğaç Babür TURNA, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2011, s.343.
[19] Esra Sarıkoyuncu Değerli, ‘’Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri,’’ sbe.dumlupinar.edu.tr/15/ 239-261.pdf, Erişim Tarihi 18,04,2013.
[20] Özgören, agm.
[21] M.Murat Hatipoğlu, Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan:1923-1952,Siyasal Kitabevi, Ankara, 1997, s.75.
[22] Değerli, agm.
[23] Aydın Özgören, ‘’Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış’’, s.112, http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/ arastirmalar/ozgoren.pdf
[24] Detaylı bilgi için Bkz. a.g.m., s.114-116.
[25] Kyjalbek Abibulla Uulu, ‘’Turkiye- Yunanistan İliskileri,’’ https://www.academia.edu/9440226/Turk_Yunan _iliskileri_Antalya_2014.
[26] A.Suat BİLGE, Ankara-Atina-Lefkoşa Üçgeni, İmge Kitapevi, Ankara, 1996, s.14.
Hits: 512
Hayat Mecmuasında Kadın İmajı
- 18 Ocak 2018
Mareşal Ahmet İzzet Paşa
- 20 Ocak 2018