
ABD TÜRKİYE’NİN STRATEJİK ORTAĞI MI?
- 22 Şubat 2018
- Mahmut Şahin
- Başlık; Türkiye
- 7
Birkaç gün önce, 19 Şubat 2018 tarihinde, ABD-Türkiye ilişkilerinin sorgulanarak müttefiklik ilişkilerinin gözden geçirilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Yazımızın başlığı da “ABD: Ortak mı, düşman mı?” idi, o yazıda işaret ettiğim makalemi buraya da koyarak daha kolay erişime açmak gereğini duydum. İlgili makaleyi aşağıda okuyabilirsiniz.
ABD’NİN IRAK POLİTİKALARININ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİNİN İTTİFAK İLİŞKİLERİ EKSENİNDE İNCELENMESİ
Mahmut Şahin, ARALIK 2009, Kırşehir
GİRİŞ
İkinci dünya savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünya düzeninde Türkiye, SSCB’nin Boğazların statüsünün yeniden belirlenmesi ve Türkiye’den Toprak taleplerinde bulunması nedeniyle, yüzünü batıya dönerek kendi güvenliğini ve geleceğini batı ittifakında aramış ve NATO’ya katılmıştır. Türkiye’nin NATO’ya katılması ile birlikte ABD ve Türkiye arasında Müttefiklik bağı kurulmuş ve dönem, dönem çeşitli sıkıntılar çıksa da bu ittifak günümüze dek sürmüştür. Ancak I. Körfez harekâtından başlayarak, Ülkemizin güneyinde cereyan eden savaşlar Irak’ın kuzeyinde fiili bir otorite boşluğu yaratmış ve Irak’ın kuzeyi Türkiye’nin En önemli güvenlik tehdidini, PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyinde yuvalanması ve buradan Türkiye’ye yönelik saldırılarını artırması ve terörü tırmandırması nedeniyle, oluşturmuştur.
I. Körfez harekâtı neticesinde ABD’nin Irak’ı fiilen işgal etmesi ile birlikte ABD Türkiye’nin yeni sınır komşusu olmuştur. ABD’nin Irak ve Ortadoğu’da izlediği politikalar çoğu zaman Türkiye’nin ulusal çıkarları ile ters düşmüş ve sıkıntılara yol açmıştır. Türkiye’nin kırmızı çizgilerim dediği ve savaş sebebi (casus belli) olarak saydığı, bölgede bir Kürt devleti kurulması, Irak Türkmenlerinin statüsü gibi sorunlar, ABD tarafından bölgede yaratılan fiili durum nedeniyle ihlal edilmektedir ve bu durum Türkiye’yi zor durumda bırakmaktadır. Türk kamuoyunda, bölgede ABD tarafından yaratılan fiili durum ve bölgesel kürt yönetimine verilen tavizler, Irak Türkmenlerine yapılan eziyetler anti Amerikan görüşleri artırmış ve ABD’nin müttefikliği sorgulanmaya başlamıştır.
Bu araştırmada, Türkiye ve ABD arasındaki ittifak ilişkileri ile bu ilişki kapsamında ABD’nin Ortadoğu politikalarının, Irak özelinde, Türkiye’nin güvenliğine ilişkin etkileri incelenecektir. Türkiye ve ABD arasındaki ittifak ilişkileri, Türkiye’nin NATO’ya girişi ile birlikte başlamış olup Türk Amerikan ilişkileri bu tarihten itibaren ele alınacak, ancak birinci ve ikinci körfez savaşları dönemi ağırlıklı olarak incelenecektir.
TÜRKİYE- ABD İLİŞKİLERİNİN TARİHİ
1. Soğuk Savaş Dönemi 1945-1990
İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği ve soğuk savaş döneminin başladığı yıllarda Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve devletin bağımsız geleceği SSCB tarafından tehdit edildiği için Türkiye bir an önce kendine müttefik bulmak zorunda kalmıştır[1]. Türkiye’nin o dönem seçenekleri çok azdı. Tarafsız kalarak Sovyet tehdidinden korunabilmesi de mümkün görünmüyordu. Çünkü o dönem sahip olduğu ekonomik, askeri ve teknolojik kaynaklar böylesine bir tehdit karşısında yetersizdi. Diğer Avrupa devletlerini de birbirlerine karşı kullanarak bir denge politikası yürütmesi de olanaksızdı. Türkiye için bu dönemin ilk yıllarında en önemli mesele ABD’ ve SSCB’nin başrollerde olduğu çift kutuplu sistemdi.
İnönü döneminde, önemli bir karar alınarak, çok partili rejime geçilmiş ve 1950 yılında yapılan seçimlerde D.P iktidara gelmiş Adnan Menderes Başbakan, Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmuştu. Bu seçimler Türkiye’de yeni bir dönem başlatmış ve yeni hükümet, daha önceki hükümetlerin aksine, liberal ekonomik sisteme bağlı ekonomik politikalar uygulamış, dış politikada da ABD yanlısı bir tutum izlemiştir. Menderes hükümeti Kore savaşına asker göndererek batı ittifakına olan bağlılığını göstermiş ve Türkiye Şubat 1952 yılında NATO’ya girmiştir. NATO’ya girişle birlikte Türk-Amerikan ilişkileri ivme kazanmış ve Türk-Amerikan ilişkileri altın çağını yaşamıştır denilebilir. Menderes hükümeti, özellikle 1950-1960 dönemi, neredeyse kraldan çok kralcı denilecek kadar ABD ve batı yanlısı bir tutum izlemiştir. Türkiye için aslında büyük riskler içeren, doğrudan bir nükleer savaşın hedefi durumuna getirecek, Jüpiter füzelerinin 1959’da topraklarına konuşlanmasına izin vermiştir.
1960 yılında T.S.K tarafından hükümetin devrilmesinden sonra da Amerika ile olan ilişkilerde füze krizine kadar herhangi bir olumsuzluk yaşanmamış, hatta ABD ihtilal sonrası kurulan yeni hükümeti tanımıştır. 1962 yılında füze krizinin patlak vermesi ve Türkiye’de konuşlandırılan Jüpiter füzelerinin kaldırılması Türk tarafında ABD ile ilgili ilk hayal kırıklığını yaratmış, Amerika’da Türkiye’nin Küba’da ki Sovyet füzelerinin kaldırılması karşılığında pazarlık konusu yapıldığına dair düşünceler oluşturmuştur. Ancak füzelerin Türkiye’den kaldırılması, SSCB ile nükleer savaş tehdidi olmaksızın daha normal ilişkiler geliştirme fırsatı yaratmış, ekonomik ilişkiler geliştirilmiş, Kruşçev’in “İki ülke arasında iyi komşuluk ilişkileri geliştirmememiz için hiçbir neden yok” sözleri Türk gazetelerinde yer almıştır[2].
Küba krizinden sonraki dönemde Türk Amerikan ilişkileri 1980’lere kadar ağırlıklı olarak Kıbrıs sorunu ekseninde yürümüş ve Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak ilk zamanlarda Amerika’nın tutumu, Johnson mektubu gibi, Türkiye’de ikinci hayal kırıklığına yol açmış ve sonrasında Türkiye’de NATO sorgulanmaya başlamıştır. Türkiye’nin NATO’dan çıkması gerektiği, NATO’nun Türkiye’ye ittifakta bulunmakla elde ettiği faydadan daha fazla yük bindirdiği tartışılmış, sonunda ittifak içinde yer almanın daha uygun olduğu devlet yetkilileri tarafından değerlendirilerek tartışmalara son verilmiştir.
Küba krizi ve füzelerin sökülmesi ile başlayan Türk-Amerikan ilişkilerindeki kırılmalar 1974 Kıbrıs harekâtı ile devam etmiş ve Türkiye’ye ABD tarafından Askeri ambargo uygulanmıştır. 1970’lerde Ülke içinde gelişen sol ideolojik yapılanmalar ve Kıbrıs harekâtı ile ülkede doruğa çıkan milliyetçi tutumlar Amerikan aleyhtarlığını halk nezdinde önemli derecede artırmıştır. Böyle bir ortamda NATO yeniden tartışılmaya başlanmış ve haşhaş ekimi ile ilgili sınırlamaların Ecevit hükümeti tarafından kaldırılması ile birlikte Türk-Amerikan ilişkileri yeniden gerilmiştir.
1970’lerin sonlarında artan terör olayları, iç karışıklıklar ve ekonomik bunalımlardan sonra 12 Eylül 1980’de T.S.K Mayıs 1960’ta olduğu gibi yeniden yönetime el koymuş, meclis ve siyasal partileri fesih etmişti. İhtilâlden sonra Türk dış politikasında yeniden bir batıya dönüş olmuş ve NATO’daki yerinin ve öneminin batı tarafından anlaşıldığı ve süper güçler arasında yeniden gerginliklerin arttığı bir döneme girilmişti. 1979 yılında Küresel anlamda, Türkiye’yi ilgilendiren, iki önemli olay yaşanmış, SSCB Afganistan’ı işgal etmiş, İran’da ABD yanlısı Şah rejimi devrilmiş yerine Amerikan aleyhtarı İslami bir cumhuriyet gelmiştir. Afganistan’ın işgali Sovyet yayılmacılığının bitmediğini ve tarafsız kalan zayıf bir ülkenin başına neler gelebileceğini göstermiş ve Türkiye’de, en azından devlet kademelerinde ve güvenlik bürokrasisinde, NATO’dan ayrılma tartışmalarına son vermiştir. İran’da meydana gelen İslami devrim ve İran’ın devrimi yayacağına dair açıklamaları ile birlikte İslami devrimi yayma görevini anayasasına koyması, Türkiye’nin İran tarafından gelecek bir rejim tehdidi algılamasına yol açmış ve batıya, ABD’ye daha çok yanaşmasına sebep olmuştur. Soğuk savaşın bitimine kadar da Türkiye ABD arasında ki ilişkiler Menderes dönemlerindekine benzer bir şekilde ivme kazanmış ve Özal döneminde dış politikada da Amerikancı denebilecek bir çizgi izlenmiştir.
2. Soğuk Savaş Sonrası Dönem 1991- 2009
Irak’ın 1990yılında Kuveyt’i işgal etmesi ile başlayan Körfez Krizi Türkiye’yi ve ABD ile ilişkilerini de yakından etkilemiştir. 1991 yılında Koalisyon güçlerinin hava saldırıları ve sonrasında yaptıkları kara harekâtının sonucunda ırak kuvvetleri Kuveyt’ten çıkarılmış, ABD ve İngiltere’nin başı çektiği koalisyon güçleri Bağdat yakınlarına kadar gelmişler fakat Irak’ı tamamen işgal etmemişlerdir. Körfez krizi ile birlikte ABD Ortadoğu’daki çıkarlarını soğuk savaşın son yıllarında olduğundan daha farklı bir şekilde koruma yoluna gitmiştir. Soğuk savaş yılları boyunca ABD, İran devrimine kadar Şah’ın İran’ı, İran – Irak savaşı boyunca da Saddam Hüseyin’in Irak’ı vasıtasıyla kendi körfez politikalarının vekâleten uygulanmasını sağlamış, körfez harekâtı ile birlikte de kendisini körfezin koruyucusu durumuna getirmiştir[3].
Amerika’nın fiilen körfez de bulunması diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sıkıntılara yol açmış. Irak merkezi hükümetinin zayıflaması neticesinde doğan otorite boşluğundan yararlanan ayrılıkçı PKK terörü Irak’ta daha rahat konuşlanma imkânı bulmuş ve Türkiye’ye yönelik saldırılarını artırmıştır. Fiilen komşu durumuna gelmekle birlikte Türk hükümetlerinin tüm ısrarlarına rağmen Amerika PKK’nın etkisizleştirilmesi ve kuzey Irak’ta konuşlanmasının önlenmesine yönelik net adımlar atmakta pasif davranmış bu durum da Amerika İle ilişkilerde zaman, zaman gerginliklere yol açmış, halk nezdinde Amerikan aleyhtarlığının yükselmesine neden olmuştur.
Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye ve ABD ilişkileri zaman, zaman iyi işbirlikleri – Somali, Bosna, Kosova ve Afganistan örneğinde olduğu gibi doğurmuş, Zaman, zaman da – Kamu oyunda çuval olayı olarak bilinen- Türk özel kuvvetlerine mensup 11 askerin tutuklanması olayı ve bu olay sırasında Türk askerlerine yapılan muamele ile Çekiç gücün Kuzey Irak operasyonları sırasında PKK ya lojistik destek sağlayan girişimleri de halk, hükümet ve güvenlik birimleri nezdinde önemli gerginlik yaratmış ve neredeyse ilişkiler kopma noktasına gelmiştir. 11 Eylül sonrası dönem ve Genişletilmiş Ortadoğu projesi kapsamındaki ilişkiler diğer bölümlerde ele alınacağı için burada değerlendirme kapsamına alınmamıştır.
TÜRKİYE VE ABD’NİN IRAK POLİTİKALARI ve GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ
1. Türkiye’nin Irak Politikaları
Bugünkü ırak topraklarının bulunduğu coğrafya Türkiye ve daha önceki Türk Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ve Selçuklu devleti, için her zaman önemli olagelmiştir. Zira anılan coğrafya da Türk yerleşimleri M.S 7nci yüzyıla kadar gitmektedir. Bu tarihlerden itibaren Bölgede görünen Türk varlığı Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde artmış ve bölge uzun yıllar, 1535 yılında Osmanlı idaresine girmesinden sonra birinci dünya savaşının sonuna kadar, Türk hakimiyetinde kalmıştır. Kısaca özetleyecek olursak Iraktaki Türk varlığı 14 asra dayanmaktadır[4].
Birinci dünya savaşından sonra İngiliz hakimiyetine giren Irak ile ilgili olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun da mirasçısı olan, Türkiye Cumhuriyeti açısından en önemli sorun; Misâk-ı millî sınırları içerisinde olan fakat Lozan antlaşması ile çözüme kavuşmayan Musul sorunu ve Türkmenlerin hakları konusudur.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk döneminde Ortadoğu ve Irak ‘a ilişkin politikalar Atatürk’ün “Yurtta sulh Dünya’da sulh” ilkesi ışığında yürütülmüştür. Daha Cumhuriyet kurulmadan önce Erzurum Kongresi’nin sonuç bildirgesinde yeni Cumhuriyet’in nasıl bir dış politika izleyeceğine dair ipuçları vardır. Söz konusu bildirgede;
- Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
- Ne türlü olursa olsun, Yabancıların topraklarımıza girmesine ve işlerimize karışmasına karşı ve Osmanlı Hükümetinin dağılması durumunda ulus, birlikte direnecek ve savunacaktır.
- Hıristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
- Yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul edilemez.[5]
Denilerek, izlenecek dış politikaya ilişkin ana hatlar belirtilmiştir. Atatürk döneminde, bu ilkeler ışığında sorunlar çözülmeye çalışıldı. Ancak İngiltere’nin uzlaşmaz tutumları neticesinde çözülemeyen Musul meselesi ile ilgili olarak askerî harekât dahi düşünülürken.1925 yılında, Cumhuriyet’e karşı en büyük ve en önemli ayaklanmalardan biri olan Şeyh Sait ayaklanması başladı ve genç Türkiye Cumhuriyeti içerideki bu gerici ve etnik ayaklanmayı bastırmak için ordunun önemli bir bölümünü görevlendirdi. Milletler cemiyeti nezdinde oluşturulan kamuoyu nedeni ile Barış karşıtı ve uzlaşmaz olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti, barış uğruna Musul’la ilgili haklarından taviz verdi ve 5 Haziran 1926 Yılında Türkiye ile İngiltere arasında Musul konusunda Ankara Antlaşması imzalandı[6].
İkinci Dünya savaşından sonra Türkiye’nin bölgeye yönelik politikaları soğuk savaş politikaları ekseninde, müttefiklerinin, daha doğrusu ABD’nin bölge politikalarına paralel olarak yürümüştür. Buna ilişkin en güzel örnek Bağdat Paktı’dır. 1950 yılında Kore savaşının patlak vermesi ile hem uzak doğu hem de Avrupa’da güvenlik tedbirleri almak üzere kolları sıvadı. Avrupa ve Uzak Doğu’da tedbirler alınırken, hemen Sovyetler Birliği’nin yanı başındaki Türkiye ve Ortadoğu’da böyle bir çalışma bulunmadığından, duruma çözüm aramak maksadıyla tarafından görevlendirilen dönemin Dış İşleri Bakanı Dulles 11-28 Mayıs 1953 tarihleri arasında Mısır’dan başlayarak tüm Ortadoğu ülkelerini ziyaret ederek nasıl bir kolektif savunma örgütü kurulabileceğini araştırdı. Ancak Dulles ziyaretleri neticesinde Ortadoğu Ülkelerinin, Sovyetler birliğine yakın olan kuzey Seddi ülkeleri hariç, Sovyetleri ve komünizmi bir tehdit olarak algılamadıklarını ve kolektif bir savunma örgütü kurmak konusunda istekli olmadıklarını tespit ederek raporunda belirtti[7]. Bunun üzerine Ortadoğu’da bir savunma örgütü kurma fikrinden tamamen caymamakla birlikte, bu düşüncesini ertelemiştir. Türkiye’nin bıraktığı yerden önceliği ele alarak paktın kuruluşu için girişimlere başladı. Çalışmalar neticesinde 24 Şubat 1955 tarihinde, tüm olumsuz tepkilere rağmen Türkiye ve ırak arasında yapılan karşılıklı iş birliği anlaşması ile Bağdat paktı kuruldu[8]. Ancak paktın işlerlik kazandığı söylenemez, çünkü pakt kurulduktan kısa bir süre sonra 1958 yılında Irak’ta general kasım liderliğinde bir darbe oldu ve ırak pakttan koptu[9]. Paktın merkezi Ankara’ya taşınarak adı CENTO olarak değiştirildi.
Soğuk savaş bitmeden önce bu dönemin son yıllarında meydana gelen bazı küresel güç kırılmaları da doğal olarak Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarını etkilediği gibi ülkede yaşanan iç karışıklıklar da bu politikaları etkilemiştir. Nitekim 1979 yılında İran’da Şah’ın devrilmesi ile neticelenen devrim hareketi ve Sovyetler Birliğinin Afganistan’a saldırarak işgal ettiği günlerde Türkiye’deki iç karışıklıklar artmış ideolojik şiddet olayları ve sağ sol çatışmaları ülkeyi neredeyse bir iç savaşın eşiğine getirmişti. İşte bu ortamda TSK 12 Eylül 1980 tarihinde yönetime el koyarak meclis ve siyasal partileri feshetmiştir.
İhtilâlden sonraki dönemde daha önceki bölümde de değindiğimiz gibi Türkiye’nin Dış politikası, Özellikle Özal döneminde, daha çok Amerikan yanlısı bir seyir izlemiş Ortadoğu ve Irak politikaları da doğal olarak bu durumdan etkilenmiştir. Bu dönemde Dikkati çeken bir diğer nokta da şudur; 1955- 1984 yılları arasındaki dönemde Türkiye’nin dış politik sorunlarından en önemlisi Kıbrıs sorunu olmuş ve Dış Politika’da belirleyici unsur genelde Kıbrıs sorunu olmuştur.
Temelleri 1974 Yılında Abdullah Öcalan tarafından atılan Marksist-Leninist PKK (Partiya Karkaren Kürdistan), Kürdistan İşçi Partisi, örgütü resmen (gizli olarak) 1978 yılında Diyarbakır İli Lice İlçesi Fis Köyünde Kurulmuştur[10]. İran – Irak savaşı sırasında KDP lideri Barzani’nin yardımlarıyla Kuzey Irak’a yerleşen PKK 15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli’de iki Jandarma karakoluna saldırarak silahlı çatışma dönemine girmiştir. PKK’nın bu saldırılarından sonra Türkiye İçin Irak ve kuzeyi daha önemli bir bölge haline gelmiş ve ilgisini bu bölgeye yöneltmiştir. Sonraki yıllarda da Türkiye’nin Dış Politikasında Irak önemli bir yer edinmiştir. Türkiye’nin bölgeye olan ilgisi sadece, o belgeden, kendisine yönelen PKK tehdidi değil aynı zamanda Irak içinde Barzani ve Talabani’nin temsil ettiği Ayrılıkçı Kürt hareketinden de kaynaklanmıştır. Türkiye’nin bu dönemlerde izlediği resmi politika Irak’ın toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması, PKK’nın bölgeden çıkarılarak etkisizleştirilmesi ve Türkmenlerin haklarının korunmasına yönelik olmuştur.
11 Eylül saldırılarından sonra oluşan yeni ortamda ise ABD’nin Irak’ı 2003 yılında işgalinden sonra ve Türkiye tabiri caizse yeni kara sınır komşusu olmuşlardır ve bu dönemden sonra ABD’nin bölgede izlediği politikalar Türkiye’nin çıkarlarına ters düşmüş, dönemin en önemli süper gücü ile karşı karşıya gelen Türkiye kendini sıkışmış hissetmiştir. Bölgeye yönelik Türkiye’nin kararlı ve istikrarlı politikalar geliştirememesi, daha önce Menderes ve Özal dönemlerinde olduğu gibi, kendisini Amerikan Politikalarının uygulayıcısı konumuna düşürmüştür. Bu durum Türkiye’nin hâlihazırda kendi gücünden ziyade dengelere bağlı olarak, ayakta kalmayı başaran bir ülke olduğu izlenimini vermekte ve başkalarının çıkarlarına bağlı bir yaşam sürdüğü anlamına gelmektedir[11].
2. ABD’nin Irak Politikaları
ABD’nin Ortadoğu’ya ve özelinde Irak’a ilişkin politikalarının ana eksenini, bölgede bulunan petrol yataklarının ve enerji havzalarının güvenliği, Batı’ya ve ’ye ucuz petrol akışının sürekliliğinin ve güvenliğinin sağlanması sorunu oluşturmuştur. Ancak daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi bölgeye doğrudan müdahil olmak yerine vekiller aracılığı ile politikalarını sürdürmüş ve çıkarlarını bu şekilde korumuştur.
1970’lerden, ABD’nin İran körfezinin güvenliğinden kendisini sorumlu hissettiği zaman, 1990’ların ortalarına kadar, Büyük Ortadoğu, ya da daha doğru tabiriyle Genişletilmiş Ortadoğu, bölgesi göreceli olarak istikrarlı bir bölgedir. Bölgedeki rejim ve iktidar değişiklikleri genelde sıkıntısız ve uyum içinde olmuş, Hafız Esad Suriye’yi 30, Saddam Hüseyin Irak’ı 35 yıl yönetmiş, Ürdün Kıralı Hüseyin yaklaşık 50 yıl iktidarda kalmıştır. Hatta Mısır Devlet başkanı Enver Sedat’ın 1981, İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’in 1995 yıllarında suikast sonucu öldürülmeleri de bu durumu değiştirmemiştir. Bu göreceli istikrarın iki istisnası 1979 İran devrimi ve Sudan’da Askeri darbe ile General Ömer Beşir’in iktidara gelmesidir. ABD’nin bu 25 yıllık dönemdeki temel ilgisini şu başlıklar altında sıralayabiliriz;
- Petrole ulaşımın temin edilmesi
- Petrolün güvenli sevki
- Sovyetler Birliğinin etkisinin kırılması (çevrelenmesi)
- İsrail’in desteklenerek bölgede güç dengesi oluşturulması[12]
İran- Irak savaşı sonrasında Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Amerika bölgede daha etkin rol alamsı gerektiğine karar vermiş ve Koalisyon güçleri ile beraber Irak’ı yenilgiye uğratarak Kuveyt’ten çıkmasını sağlamış. Akabinde de Irak’ın kuzeyini ,36’ncı paralelin kuzeyi, Saddam’ın hükümet kuvvetlerine uçuşa yasak bölge ilan etmiş birleşmiş milletler Güvenlik Konseyinde aldırdığı Kararlarla Irak’ın Askeri ve Ekonomik gücünü zayıflatarak İran ve Irak için Çifte çevreleme politikası izlemiştir. 11 Eylül 2001’de İkiz kulelere yapılan terör saldırısı ABD’nin bölgede daha saldırgan politikalar izlemesine sebep olmuş ve oğul Bush iktidarı döneminde uygulanan, tek taraflı ve uluslararası hukukun tüm kurallarını hiçe sayacak kadar diplomatik teamüllerden de uzak bu politikalar Dünya kamuoyunda olduğu gibi bölge ülkeleri nezdinde de Amerikan Aleyhtarlığını artırmış, terörü zayıflatmak yerine aksine güçlendirmiştir.
Tüm bu gelişmeler ışığında, süper güç olan ABD’nin uyguladığı politikalar, bölgesel güç olan müttefiki Türkiye’nin ulusal çıkarlarını zedelemiş ve ABD ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmiştir. Özellikle 1991 yılından bu yana ABD’nin Irak’ta uyguladığı ve neredeyse Türkiye’yi hiçe sayan politikaları, ülkemiz açısından önemli sıkıntılar yaratmıştır. Bu sıkıntıları şu şekilde sıralamak mümkündür;
- Fiili olarak kürt federe devletinin yaşama geçirilmesi
- Bölgesel kürt Yönetimi’nin Irak Türkmenlerine yönelik tutumlarına, hatta katliamlara varan derecede saldırganlıklarına göz yumulması
- Irak’ın kuzeyinde Türkmenler aleyhine demografik yapının bozulmasına müsaade edilmesi
- PKK kampları ve PKK’nın Irak’ın kuzeyinde ki varlığının sonlandırılmasına ilişkin, terörden muzdarip bir ülke olarak Türkiye’yi anlaması beklenirken, hiçbir şey yapmaması
Yukarıda sayılan sıkıntıların yanında Türkiye’nin I. Körfez harekâtında GK kararlarına uyarak, kendi zararına olmasına rağmen, müttefiklik ilişkileri bağlamında Kerkük – Yumurtalık Boru hattını kapatmış ve bu durum Türkiye açısından önemli ekonomik zararlara yol açmıştır. Söz verilmesine rağmen Türkiye’nin ekonomik zararlarının karşılanmaması da müttefiklik kavramı ile açıklanabilecek durumlar değildir, kaldı ki aynı dönemlerde ABD’nin bu politikaları yüzünden oluşan otorite boşluğunda palazlanan PKK terörü[13] de Türkiye’ye maddi manevi büyük kayıplar verdirmiştir. Elbette ki bu durumdan tamamı ile ABD’yi suçlamak doğru olamayabilir, bir süper güç olarak ABD’nin kendi çıkarlarını gözetmesi doğaldır, asıl burada sorgulanması gereken kanımca, tüm bu olumsuz müttefiklik ilişkilerine rağmen, Türkiye’nin kendi gücüne dayanan bir politika geliştirememesi ve daha önce de belirttiğimiz gibi başkalarının çıkarları üzerinden bölgede politika yürütmesidir. Onay’ın belirttiği gibi Türkiye farklı seçenekler üretmek ve ABD’nin kendisine zorla kabul ettirmeye çalıştığı Müslüman batı modelinin, Türkiye’nin güvenlik sorunlarını karşılamaktan öte kendisini bizzat sorunun bir parçası haline getirdiğini fark etmek zorundadır[14].
3. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Türkiye’ye Yansımaları
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Soğuk savaş döneminde yürüttüğü çevreleme politikalarının başarıya ulaştığı ve temsil ettiği değerlerin galip geldiği fikrinden hareketle, Soğuk savaş sonrası dönemde, bu değerleri yayma konusunda yeni stratejiler geliştirmeye ve tek egemen güç olarak kalmanın yollarını aramaya başlamış[15], ve bu arayışlar neticesinde Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ortaya çıkmıştır. Yeni Dünya düzeni diye tanımlanan ortamda ön plana çıkan ve en çok vurgu yapılan kavramlar: Demokratik değişim, serbest piyasa ekonomisi, insan hakları ve küreselleşme olmuştur[16].
ABD’deki ikiz kulelere ve Pentagon’a 11 Eylül 2001 tarihinde yapılan terör saldırıları Genişletilmiş Ortadoğu Projesini gündemde ön sıraya taşımıştır. Bu saldırılar küresel terörün ulaştığı boyutu gözler önüne sermiş ve klasik yöntemlerin küresel terörle mücadelede yeterli olup olmadığı sorgulanmaya başlanmış, dönemin başkanı Bush “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle[17]” diyerek teröre karşı sert ve topyekûn mücadele edileceğini belirtmiştir. Amerika’ya yapılan terör saldırıları, ABD’nin tek taraflı ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan terörle topyekûn mücadele stratejilerinin meşruiyet kaynağı olmuş ve bunda özellikle Bush döneminde yönetimde ağırlıklı olan yeni muhafazakârlar etkin olmuşlardır. Ancak bu terör saldırılarına ilişkin, birçok medyada çıkan- özellikle internet ortamında dolaşan[18] – haberler de saldırıların bizzat kendi gizli örgütlerince tasarlandığına dair iddialar gündeme gelmiştir. Bu konuyla ilgili olarak NPAC (yeni Amerikan yüzyılı projesi) Örgütü’nün 1997 yılında yayınladığı raporda, projenin mevcut koşullarda gerçekleşmesi olasılığının zor olduğu ve projenin uygulanabilmesi için kamuoyunu ve yöneticilerini şok edecek büyük bir trajedi olması gerektiği belirtilmiştir. Öyle bir olay ki “felaket içeren ve katalizör rolü yapacak bir facia, yeni bir pearl harbour gibi”[19].
3.1. Genişletilmiş Ortadoğu projesinin Kapsamı
Bu proje ilk başlarda Türkiye ve Dünya kamuoyunda Büyük Ortadoğu Projesi olarak bilinmekteydi. Genişletilmiş Ortadoğu kavramı Amerikan siyasetindeki Ortadoğu tanımlamasındaki sınırların Kuzey Afrika ve Yakın Doğuyu da kapsayacak şekilde genişletilmesinden dolayı kullanılmış, ancak Afrikalı ülkelerin Ortadoğulu söyleminden hoşnut olmamaları kendilerinin Ortadoğulu olarak algılanmasından rahatsız olduklarından dolayı daha sonraları proje Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika olarak adlandırılmaya başlamıştır.
Projenin coğrafi sınırları net olarak tarif edilmemekle beraber, Afrika’nın kuzeyinde Fas’tan başlayıp doğuya doğru Kuzey Afrika ülkeleri, körfez dahil Ortadoğu ülkeleri, Kafkasya ve Orta Asya’yı içine alan Bir bölgeyi kapsadığı anlaşılmıştır.[20] Tüm bunlardan hareketle bu projenin bir coğrafi bölgeyi kapsamakla birlikte aynı zamanda politik ve stratejik amaçlarının da olduğu ve özellikle İslam coğrafyasına yönelik bir proje olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin de bu proje kapsamındaki hedef ülkelerden biri olduğuna dair söylentiler Türkiye’nin sert tepkisine yol açmış ve bu tepkiler ve Türkiye’nin zaten Laik, Demokratik bir ülke olmasının yanı sıra Batının da müttefiki olması nedeni ile hedef ülke konumundan çıkarıldığı kulislerde ifade edilmiştir.[21] Bu kez de Türkiye Demokratik ve ılımlı İslam ülkesi olduğu gerekçesiyle model ülke olarak gösterilmiştir. Türkiye’ye ilişkin bu şekilde “ılımlı İslam” tanımlaması Türkiye’den büyük tepki görmüş ve nihayetinde bu söylemden de vazgeçilerek Türkiye için Ortadoğu’ya yönelik olarak “Demokratik Ortak” ifadesi kullanılmıştır.
3.2. Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin Gerekçeleri
Genişletilmiş Ortadoğu Proje’sinin gerekçeleri büyük çoğunlukla Birleşmiş Milletler’in 2002 tarihli Arap İnsani Gelişme Raporu’na dayandırılmıştır.[23] Ancak çoğu zaman olduğu gibi uluslararası siyasette gerekçeler söylemde belirtilenden farklı amaçlara hizmet edebileceği de unutulmamalıdır. Amerika’daki hedeflere yönelik olarak düzenlenen 11 Eylül saldırıları ve takiben Londra, Madrid ve İstanbul’da meydana gelen terör saldırıları ABD ve Batılı müttefiklerini, terörün kaynağını kurutmaya yönelik arayışlara itmiş ve bu arayışlar neticesinde, terörün, projede bahse konu coğrafya da bulunan ülkelerdeki insani gelişmişlik düzeyinin düşüklüğünden ve kötü devlet yönetiminden kaynaklandığı, ve bunların düzeltilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Projenin gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz
- Kitle imha silahlarının kontrol edilmesi
- Totaliter rejimlerin demokratikleştirilmesi
- Ekonomik fırsatların ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaştırılması
- Bölgedeki terörün engellenmesi
- Eğitimde reform yapılması ve okur-yazarlığın artırılması
3.3. Genişletilmiş Ortadoğu projesinin Hedefleri
ABD’nin bu projeyi hayata geçirmeye çalışmasındaki amacın sadece yukarıda sayılan gerekçelerle ilişkili olup ta İslam coğrafyasına ya da Ortadoğu’ya demokrasi ve insan hakları olduğu elbette ki söylenemez. Soğuk savaş sonrası Washington için temel hedef, SSCB’nin yerine geçebilecek ve ABD’nin küresel egemenliğine meydan okuyacak bir gücün çıkmasını ve dünyanın herhangi bir yerinde ABD çıkarları hilafına hareket edebilecek ülke ya da oluşumları engellemek ve 21 yüzyılda tek süper güç olarak kalmak olmuştur[24]. Bu hedefe ulaşmak için de özellikle Ortadoğu’nun ABD yanlısı olacak şekilde dönüştürülmesi gerekiyor, ABD çıkarları hilafına hareket edebilecek potansiyel tehdit unsurlarının (Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkeler) zayıflatılması, önlerinin kesilmesi gerekiyordu. Bunun için en önemli iki hedef Afganistan ve Irak’tı. Jeopolitik ve Jeostratejik hedef Dünya politikasında hegemonya kurmaktı.
ABD’nin bu projedeki amaçlarını şu başlıklar altında sıralayabiliriz:
- Petrole ulaşmak, Petrolün ABD ve Avrupa Pazarlarına güvenle sevk etmek
- Kitle imha silahlarının artışını durdurmak ve kontrol etmek
- Terörü önlemek
- İran, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi şer güçler denen ülke ve örgütleri yalıtmak
- İsrail’in güvenliğini sağlamak.[25]
3.4. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin Türkiye’ye Yansımaları
Yukarıdaki bölümlerde açıklandığı üzere projenin kapsam, gerekçe ve hedefleri ve Türkiye’ye biçilen rol düşünüldüğünde Türkiye’nin bundan etkilenmeyeceğini söylemek mümkün değildir. Kaldı ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da sıklıkla belirttiği gibi ülkemizin Başbakanı bu projenin eş başkanıdır. Başbakanının eş başkan olduğu ve Demokratik Ortak adlandırılan bir ülke olarak doğrudan bu projenin kapsam alanında olduğumuz açıktır. Ancak Projenin getiri ve götürüleri iyi irdelenmeli ve Türkiye’nin olumlu mu yoksa olumsuz mu etkilendiği iyi değerlendirilmelidir.
Burada en önemli kıstas elbette ki ulusal çıkarlarımızın ve hedeflerimizin ne olduğu, proje öncesi beklentilerimizle sonrasında gerçekleşenlerin ve gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel olanların neler olduğu sorusuna cevap bulmak ve karşılaştırma yapmaktır.
Özellikle 11 Eylül sonrası ABD’nin bölgede yürüttüğü politikalar ve Irak’ın işgali ekseninde bölgedeki çıkarlarımız ve beklentileri değerlendirdiğimiz zaman projenin ülkemiz açısından hayırlı olduğunu söylemek pekte mümkün görünmemektedir. 1 Mart tezkeresi ve ertesinde yaşanan olayları göz önüne aldığımız zaman bu durum daha da net görünecektir.
Projenin en önemli hedeflerinden birisi olan Irak’ın işgalini değerlendirdiğimizde önümüze şöyle bir tablo çıkmaktadır.
İşgal öncesi Türkiye’nin beklentilerini;
- Irak’ın üniter yapısı, siyasî ve toprak bütünlüğünün korunması
- PKK Sorunu
- Kerkük meselesi
- Petrol gelirlerinin eşit dağılımı
- Türkmenlerin güvenliği
Şeklinde sıralayabiliriz.
İşgal sonrasında gelinen nokta da ise sonuçları ve olması kuvvetle muhtemel sorunları;
- Irak’ın kısa vadede güçlü bir ordusu olmayacağından PKK’nın kuzey Iraktan kaynaklanan tehdidi devam edecektir.
- Türkiye kısa vadede Irak’ın kuzeyinde kurulan Kürt Federal Bölgesinin siyasi, sosyal ve kültürel etkilerini hissedecektir.
- Uzun vadede Irak’ın kuzeyinde bağımsızlık hareketi ivme kazanacaktır.
- Önümüzdeki yıllarda Türkiye – Irak arasında su sorunu tekrar gündeme getirilebilir.
Şeklinde sıralayabiliriz.[26]
Buradan da görülebileceği gibi ABD’nin kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda oluşturduğu proje ve bu eksende uyguladığı politikalar Türkiye’nin çıkarları ile çelişmektedir. Bu durumun da stratejik ortaklık ya da müttefiklik kavramları ile açıklanması zordur.
Yukarıda projenin gerekçelerini sıralarken gördüğümüz üzere gerekçelerden birisi de terörü önlemek idi. Ancak halihazır duruma baktığımız zaman, Türkiye’nin tüm ısrarlarına rağmen, ABD’nin Irak’ta PKK terörünü önlemeye yönelik herhangi bir şey yaptığını söyleyemeyiz. ABD PKK ile ilgili bir şey yapmadığı gibi, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde yerleşik PKK kamplarına yönelik olarak yapmak istediği askerî harekâtlara da izin vermemiştir. Ural’ın dediği gibi ABD, Türkiye’nin dostluk ve güvenini istismar etmeyi en kolay seçenek olarak görmüştür.[27]
TÜRKİYE’NİN TEHDİT DEĞERLENDİRMESİ VE GÜVENLİK KAYGILARI
1990’lardan sonra değişen Dünya güç dengeleri ve karmaşıklaşan tehdit unsurlarına göre tüm dünyada, ülkeler, güvenlik anlayışlarını ve tehdit algılamalarını yeniden değerlendirmek durumunda kaldılar. SSCB’nin çöküşünden sonraki genel söylem, Sovyet tehdidinin ortadan kalkması nedeniyle artık nükleer savaş tehdidinin en alt düzeye indiği, klasik güvenlik anlayışlarının değiştiği ve artık bilinen askeri tehditlerin dışında, ağırlıklı olarak ekonomik ve toplumsal tehditlerin ön plana çıktığı, göç sorunları ve bölgesel etnik çatışmalar ve terörün yeni tehdit unsurları olduğu şeklindeydi.
Bir diğer konu da NATO’nun işlevini yitirip yitirmediği tartışmaları ve jeopolitik kavramların geçerliliğini yitirdiği yönündeki tartışmalardı. Ön planda olan konular küreselleşme ve ulus devletlerin yıkılacağı düşüncesi idi. Soğuk savaş sonrası artık Türkiye’nin NATO içerisindeki öneminin, Sovyet tehdidinin ortadan kalktığı gerekçesiyle, azaldığı Jeopolitik ve Jeostratejik öneminin kalmadığı söyleniyordu.
Ancak 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ve ardından, Koalisyon güçlerince Irak’a müdahale edilmesi sürecinde, Bosna ve Kosova savaşları sürecinde Türkiye’nin oynadığı aktif roller, öneminin kalmadığı şeklindeki tartışmaları sonlandırmış, düşünülenin aksine öneminin belki de daha çok arttığı görülmüştür.
Soğuk savaş sonrası ortaya çıkan siyasi coğrafyada beklenenin aksine Türkiye için, Sovyet tehdidi kalkmakla birlikte, daha da çok ve karmaşık tehdit unsurları ortaya çıkmış, Türkiye’nin güvenliği belki de eskisinden daha da çok riskler taşımaya başlamıştı. 11 Eylül miladından sonra ABD’nin bölgeye müdahalesi ile gelişen olaylarda görülmüştür ki Jeopolitik ve Jeostratejik kavramlar henüz geçerliliğini yitirmemiş sadece kapsam değiştirmiştir. Kaplan’ın “The Revenge of Geography” (Coğrafyanın intikamı) adlı makalesinde de belirttiği gibi “insanlar ve düşünceler olayları etkilerler, ama coğrafya onları belirler, şimdi eskisinden de daha fazla. Yaklaşan çatışma ve mücadeleleri anlamak için fiziksel dünyayı en iyi bilen Victoria dönemi düşünürlerini tozlu raflardan almanın zamanı gelmiştir.[28]”
Bu aşamada Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditleri Buzan’ın bahsettiği üç temel başlık altında inceleyebiliriz[29].
- Devlet fikrine, ulus-devlete yönelik, devletin ideolojik varlığına yönelik tehditler
- Devletin fiziki varlığına, yani vatandaşlarına ve temel kaynaklarına yönelik tehditler
- Devletin kurumsal kimliğine ve yapısına, yani siyasi sistemine yönelik tehditler
Sıraladığımız bu tehditlere ilişkin Türkiye’nin yaşadığı sürece bakacak olursak, birinci maddede bahsettiğimiz ulus-devlete yönelik tehdidi ülkemizin çok yoğun bir biçimde yaşadığını görebiliriz. Yoğun bir şekilde gündemi işgal eden ayrılıkçı PKK terörü ve bu örgütün, açılım süreci dediğimiz proje ile, tasfiye edilme sürecinde meydana gelen şiddet gösterileri ve Kendisini Güneydoğu Anadolu bölgemizde yaşayan kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcisi olduğunu iddia eden bir partinin temsilcilerinin verdiği demeçler göstermektedir ki ulus-devlet yapımız önemli bir tehdit altındadır. Tüm bu yaşadığımız süreçte ABD’nin bölgeye ilişkin politikalarının önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Örneğin, ABD’nin Irak’tan 2010 yılı içerisinde askerlerini çekeceğini açıklamasından sonra izlenen politikalara baktığımızda, ABD’nin, Ankara’yı; uzunca bir süredir yaptığı gibi, Irak’taki en önemli müttefiki Bölgesel Kürt Yönetiminin Hamiliğini yapmaya ve Irak’ın Kuzeyinde kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye zarar vermeyeceğine ikna etmeye çalışmaktadır[30]. Bunu yaparken kullandıkları söylem de Musul ve Kerkük’ün Misak-ı Milli sınırları içerisinde olduğu ve kurulacak bir Kürt devletinin hamiliğini yapmakla, Atatürk zamanında dahi başarılamamış bir ulusal hedefin gerçekleşeceği tezidir.
Uzun yıllardır yaşadığımız ayrılıkçı PKK terörü, aynı zamanda ülkemizin vatandaşlarının can ve mal güvenliğini de etkilemekte, ayrıca ülkemizin coğrafi bütünlüğünü de bozmaya, ondan toprak koparmaya çalışmaktadır.
Üçüncü olarak, ülkemizin siyasi sistemine yönelik saldırılar da, özellikle psikolojik harekat boyutunda artarak devam etmekte, her geçen gün bunun yeni örneklerini görmekteyiz. Laik sistemin pasifleştirilmesine yönelik gazete, televizyon yayınları. Bu konuya ilişkin yapılan yapay tartışmalar ve sürekli olarak ülkenin İslami kimliğine yapılan vurgular, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde Türkiye’ye yönelik düşünülen Müslüman Demokrat ya da ılımlı İslam modelleri ile de örtüşmektedir.
Soğuk savaş döneminde, Sovyetlerden gelecek olası bir nükleer tehdit ile konvansiyonel bir saldırı ve işgal harekâtına göre güvenlik politikalarını oluşturan ve Askeri yapısını ona göre kurgulayan Türkiye, soğuk savaşın bitimiyle birlikte bulunduğu coğrafi konum gereği, tam da, Dünya’nın en önemli potansiyel çatışma alanlarının ortasında bulmuş olmasından dolayı güvenlik politikalarını yeniden gözden geçirerek yeni tehditlere göre kendisini uyarlama durumundadır.
SONUÇ
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yaşanan süreçte Türk Amerikan ilişkileri; müttefik, stratejik müttefik, stratejik ortak, küçük ortak, Taşeron, Bölgesel rakip gibi kavramlarla tanımlanmıştır. Gerçekte ise bugüne kadar ki ilişkileri incelediğimizde Türk-Amerikan ilişkilerini bu saydığımız tanımlamalardan biri ile ifade etmek oldukça güçtür[31]. Belki hepsi, belki de hiçbiri. Aslında önemli olan Türkiye’nin kendisini nasıl gördüğünden çok Amerika’nın bu ilişkiye nasıl baktığı ve onların Türkiye’yi nasıl gördüğüdür.
Amerikan Dış politikasının belirlenmesinde lobiler ve düşünce kuruluşlarının önemli ağırlığı olmakla birlikte, elbette ki Amerikan Dış politikasını bunlar belirlemiyor. Her ülkedeki politikaların belirlenme sürecinde olduğu gibi, Amerikan Dış politikasının belirlenmesinde de birçok faktör var ve bu birçok faktörün bir araya gelmesi ile politikalar belirleniyor. Ancak Politikalar değişmekle birlikte Amerika’nın ulusal çıkarları ya da hedeflerinin değiştiğini söylemek zordur. Politikalar değişen iktidarlara göre hedef değil ama şekil değiştirmektedirler. Örneğin son seçimlerde ABD başkanlığını kazanan Obama’nın hedeflerinin Bush döneminden farklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak politikaları, yani hedeflere ulaşmada kullandıkları yöntem farklıdır. Ve uluslararası politika da asıl olanın menfaatler olduğu akıldan çıkarmamalıdır. O yüzden Amerika’nın Türkiye’ye bakışı, doğaldır ki, kendi çıkar ve tercihlerine göre belirlenecektir. Bu açıdan baktığımızda bölgedeki gerek Kafkaslar ve Orta Asya gerek balkanlar gerekse de Ortadoğu’daki çıkarlarını gerçekleştirebilmek açısından Türkiye Amerika için kolayca gözden çıkarılabilecek bir ülke değildir. Birçok açıdan Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Genişletilmiş Ortadoğu Projesini açıklarken belirttiğimiz gibi, Türkiye’ye biçilen rol Müslüman Demokrat, ılımlı İslam ya da demokratik ortak idi. Türkiye, Amerika’nın çıkarları olduğu, saydığımız bu bölgelerle, çok önemli tarihi ve siyasi bağlara sahip olmanın yanı sıra coğrafi olarak ta tam bu bölgelerin ortasında merkez ülke konumundadır.
Tabii olarak, uluslararası politikaların belirlenmesinde esas olan ulusal çıkarlarımızı esas aldığımız zaman, Amerikan çıkarları ile kendi çıkarlarımızın örtüşüp örtüşmediğine bakacağız. Bölgede İlgilendiğimiz sorun ve alanlar Amerika ile bire bir örtüşüyor olabilir, ancak burada önemli olan sorunlarımızın ya da ilgi alanlarımızın aynı olmasından ziyade bu sorunlara nasıl yaklaştığımız ve hangi çözüm ve yaklaşımların ulusal çıkarlarımıza uygun olduğudur.
Genişletilmiş Ortadoğu projesini ele aldığımızda göreceğimiz şey bu projenin başlı başına Türkiye’nin çıkarlarına ters olduğudur. Proje kapsamında Irak’a yapılan harekât bizim hem sınır güvenliğimizi hem de taşıdığı potansiyel ayrılıkçı hareket tehdidi ile başlı başına ülkemiz güvenliği açısından en önemli tehditlerden biridir. Irak’taki oluşumların, Irak’ın parçalanma, toprak bütünlüğünü kaybetme olasılığı beraberinde bir iç savaş riski de taşımaktadır. Irak’ta çıkacak olası bir iç savaşın Türkiye’yi etkilememesi düşünülemez. Böyle bir risk halinde Kerkük ve Türkmenlerle ilgili olarak, askeri müdahalede bulunmak zorunda kalabiliriz, bu durum da sadece bizi değil tüm bölge ülkelerini (Özellikle Suriye ve İran) de içine alan bir savaş riski taşımaktadır. Böyle bir durumun olma olasılığı bile başlı başına bir güvenlik sorunudur.
Tüm bu gelişmelerin ve daha önceki bölümlerde bahsettiğimiz olayların ışığında baktığımızda Türkiye ve Amerika’nın stratejik müttefik olamayacaklarını oldukları takdirde de çatışan çıkarları nedeniyle, taraflardan birinin zarar göreceği (böyle bir durumda, süper güç olan ABD’nin Hegemonya hedefinden dolayı bölgesel güç olan Türkiye’nin çıkarlarını önemsemeyeceği ve zarar görenin Türkiye olacağı kesin gibidir) ya da ortaklığın yürümeyeceği açıktır.
KAYNAKÇA
Bakan, Zerrin Ayşe, “Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Güvenlik Teorileri ve Güvenlik Algılamaları”, 21.Yüzyıl, Irak ve Türkiye’nin Güvenliği, Yıl 1,Sayı 3, Ekim –Kasım – Aralık 2007, Uzman Matbaacılık Yayıncılık, Ankara.
Bal, İdris ve Selamoğlu, Ayfer “Büyük Ortadoğu projesi: ,AB, Türkiye ve Bölge”, Demokrasi platformu dergisi, Cilt 1, sayı 1, 2005.
Bayatlı, Hidayet Kemal “Irak Türklerinin Tarih, Dil ve Kültürleri”, Misâk-ı Millî ve Türk Dış Politikası’nda Musul, Kerkük ve Erbil Meselesi Sempozyumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998.
Beyatlı, Aydın, “Hassas Konular ABD’nin Irak’ı İşgalinin Bölge Ülkelerine Etkisi”, KÖKSAV-E BÜLTEN, http://www.koksav.org.tr, Ankara, 2008.
Buzan ,Barry, People, States and Fear: An Agenda For international Security Studies in The Post Cold War Era, Londra: Harvester Wheatsheaf,1991.
Cleveland,William L., Modern Ortadoğu Tarihi, Çev: Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008.
Gözen , Ramazan “’ABD’nin Irak’ı İşgali: Yeni Muhafazakâr/demokratik Emperyalist Proje” , İkinci Körfez Savaşı, Der: Mehmet Şahin ve Mesut Taştekin, BRC matbaası, Ankara, 2006.
Hale, William Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev: Petek Demir, İstanbul, Mart Matbaası, 2003.
http://video.google.com/videoplay?docid=1801080583461721459&ei=wrkeS7iINKKi2ALlq-CjCw&q=ikiz+kuleler+belgeseli#, http://video.google.com/videosearch?q=ikiz+kuleler+belgeseli&www_google_domain=www.google.com&emb=0&aq=1&oq=ikiz+kuleler#q=ikiz+kuleler+belgeseli&www_google_domain=www.google.com&emb=0&aq=1&oq=ikiz+kuleler&qvid=ikiz+kuleler+belgeseli&vid=-2956476946273221220.
Kaplan, Robert.D. “The Revenge of Gegraphy” Foreign Policy,The Big Think İssue, May/June 2009, http://www.foreignpolicy.com/story/cms.php?story_id=4862&page=0.
Onay, Yaşar “Türkiye’nin Yeni Tehdit Algılamalarının Teorik Çerçevesi “Qu Vadis Türkiye?”, 21.Yüzyıl, Irak ve Türkiye’nin Güvenliği, Yıl 1,Sayı 3, , Uzman Matbaacılık Yayıncılık, Ekim –Kasım – Aralık 2007.
Özdağ, Ümit, Türk Ordusunun PKK Operasyonları 1984-2007, Pegasus Yayınları, 2, Baskı, İstanbul, 2007.
Özdağ,Ümit Kerkük Irak ve Ortadoğu, Bilgeoğuz Yayınları, Ankara,2007.
Tuğrul,Mehmet,v.d,(derleyen) ,NUTUK, Türk Dil Kurumu Yayınları: 220/1, Atatürk Dizisi:1, Gnkur. Basımevi, 1981.
Türkmen, Zekeriya, Musul Meselesi, Askeri Yönden Çözüm arayışları(1922-1925), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003.
Ural ,Abdullah, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009.
Ünal ,Hasan, Amerika Kerkük’e Fatih arıyor, 17 Temmuz 2009, http://www.kerkuk.net/haberler/koseyazisi.aspx?dil=1055&metin=200907177.
Yaphe ,Judith S, Baktiari, Bahman “The Greater Middle East. Strategic Change”, Global Strategic Assesment 2009, Section II: Assessing Complex Regional Trends, Chapter 9, İnstitute For National Strategic Studies. National Defense University, Washington,2009, http://www.ndu.edu/inss/.
Yılmaz, Türel Uluslararası Politikada Ortadoğu, Barış Platin Yayınevi, Ankara, 2009.
Dipnotlar
[1] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev: Petek Demir, İstanbul, Mart matbaası, 2003, s.109.
[2] A.g.e., s. 138-139.
[3] William L.Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Çev: Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 568.
[4] Hidayet Kemal Bayatlı, “Irak Türklerinin Tarih, Dil ve Kültürleri”, Misâk-ı Millî ve Türk Dış Politikası’nda Musul, Kerkük ve Erbil Meselesi Sempozyumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, s. 31-32.
[5] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Büyük Nutku, Türk Dil Kurumu Yayınları: 220/1, Atatürk Dizisi:1, Gnkur. Basımevi, 1981, s. 47.
[6] Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi, Askeri Yönden Çözüm arayışları(1922-1925), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003, s. 96-97.
[7] Türel Yılmaz, Uluslararası Politikada Ortadoğu, Barış Platin Yayınevi, Ankara, 2009, s. 93-94.
[8] A.g.e, s. 97.
[9]A.g.e, s. 100.
[10] Ümit Özdağ, Türk ordusunun PKK Operasyonları 1984-2007, Pegasus yayınları, 2, Baskı, 2007, İstanbul, s. 33-35.
[11] Ümit Özdağ, Kerkük Irak ve Ortadoğu, Bilgeoğuz Yayınları, Ankara,2007,s. 36.
[12] Judith S. Yaphe, Bahman Baktiari, “The Greater Middle East. Strategic Change”, Global Strategic Assesment 2009, Section II: Assessing Complex Regional Trends, Chapter 9, İnstitute For National Strategic Studies. National Defense University, Washington,2009, http://www.ndu.edu/inss/ s.191.
[13] Ümit Özdağ, Türk ordusunun PKK Operasyonları 1984-2007, Pegasus Yayınları, 2, Baskı, 2007, İstanbul, s.86.
[14] Yaşar Onay, “Türkiye’nin Yeni Tehdit Algılamalarının Teorik Çerçevesi “Qu Vadis Türkiye?”, 21.Yüzyıl, Irak ve Türkiye’nin Güvenliği, Yıl 1,Sayı 3, Ekim –Kasım – Aralık 2007, Uzman Matbaacılık Yayıncılık, Ankara, s. 31.
[15] Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s.43.
[16] A.g.e, s. 3.
[17] İdris Bal ve Ayfer Selamoğlu, “Büyük Ortadoğu projesi: ,AB, Türkiye ve Bölge”, Demokrasi platformu dergisi, Cilt 1, sayı 1, 2005, Aktaran: Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s.44
[18] http://video.google.com/videoplay?docid=1801080583461721459&ei=wrkeS7iINKKi2ALlq-CjCw&q=ikiz+kuleler+belgeseli#, http://video.google.com/videosearch?q=ikiz+kuleler+belgeseli&www_google_domain=www.google.com&emb=0&aq=1&oq=ikiz+kuleler#q=ikiz+kuleler+belgeseli&www_google_domain=www.google.com&emb=0&aq=1&oq=ikiz+kuleler&qvid=ikiz+kuleler+belgeseli&vid=-2956476946273221220
[19] http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf,s51; Aktaran: Ramazan Gözen , “’ABD’nin Irak’ı İşgali: Yeni Muhafazakâr/demokratik Emperyalist Proje” , İkinci Körfez Savaşı, Der: Mehmet Şahin ve Mesut Taştekin, BRC matbaası, Ankara, 2006, s.46.
[20] Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s. 40.
[21] A.g.e, s. 41-42.
[22] http://en.wikipedia.org/wiki/Greater_Middle_East.
[23] http://www.arab-hdr.org/publications/other/ahdr/ahdr2002e.pdf Aktaran , Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s. 51.
[24] Ümit Özdağ, Kerkük Irak ve Ortadoğu, Bilgeoğuz Yayınları, Ankara,2007,s.89,90
[25] Judith S. Yaphe, Bahman Baktiari, “The Greater Middle East. Strategic Change”, Global Strategic Assesment 2009, Section II: Assessing Complex Regional Trends, Chapter 9, İnstitute For National Strategic Studies. National Defense University, Washington,2009, http://www.ndu.edu/inss/ s.192.
[26] Aydın Beyatlı, “Hassas Konular ABD’nin Irak’ı İşgalinin Bölge Ülkelerine Etkisi”, KÖKSAV-E BÜLTEN, http://www.koksav.org.tr,Ankara, 2008,s.4
[27] Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s.53.
[28] Robert.D.Kaplan, “The Revenge of Gegraphy” Foreign Policy,The Big Think İssue, May/June 2009, http://www.foreignpolicy.com/story/cms.php?story_id=4862&page=0 s.1.
[29] Barry Buzan, People, States and Fear: An Agenda For international Security Studies in The Post Cold War Era, Londra: Harvester Wheatsheaf,1991,s.65, Aktaran: Zerrin Ayşe Bakan, “Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Güvenlik Teorileri ve Güvenlik Algılamaları”, 21.Yüzyıl, Irak ve Türkiye’nin Güvenliği, Yıl 1,Sayı 3, Ekim –Kasım – Aralık 2007, Uzman Matbaacılık Yayıncılık, Ankara, s. 35.
[30] Hasan Ünal, Amerika Kerkük’e Fatih arıyor, 17 Temmuz 2009, http://www.kerkuk.net/haberler/koseyazisi.aspx?dil=1055&metin=200907177.
[31] Abdullah Ural, 11 Eylül sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları, Akademik Kitapları, İstanbul, 2009, s. 98.
Hits: 24
SAVAŞIN “SU”DAN SEBEPLERİ
- 21 Şubat 2018
Yıldız Savaşları Başladı!
- 23 Şubat 2018