
SEÇMEN NİYE BUNLARI SEÇİYOR
- 22 Haziran 2018
- Güven Kaya
- Başlık; Politika
- 35
- Facebook0
- Twitter0
- WhatsApp10
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
SEÇMEN NİYE BUNLARI SEÇİYOR
GÜVEN KAYA 21.06.2018 / ANAKARA
İktidara geldikleri günden beri, ülkeyi hem içte hem de dışta hemen her dalda / sektörde / sınıflandırmada geriye götürdüler. Ama hala oy alabiliyorlar. Neden? Ya da oyu hala nasıl alabiliyorlar?
Her geçen gün bir yalanları, bilgisizlikleri, yolsuzlukları, yandaşa çekilen peşkeşleri ortaya çıkıyor, hem de delilli, kayıtlı ama hala oy alabiliyorlar. Bunun bilimsel bir açıklaması olmalıdır. Suç bunlarda değil, verende ama o neye dayanarak veriyor?
Bunun sosyolojik ve psikolojik incelenmesi gerekir ama ben o dallarda uzman değilim. Bunu uzmanlarının yapmasını beklerim ama mafiş…
2002 yılının son aylarında iktidar oldular. Ekonomi tıkırında gidiyordu. Sözüm ona 2001 yılında anayasa kitapçığı fırlatılması ile ateşlenen bir ekonomik kriz patlamıştı. Hiç inanmadım. O kriz suniydi ve yerli işbirlikçiler tarafından harekete geçirilmişti. O kriz ile 28 Şubat mavalını aynı terazide tartmak gerek diye düşünmüyor değilim. Sözde solcu olan, kapitalizmin kölesi kemal derviş isminde biri geldi ve 3-5 yıl aksamadan gidecek bir program ile ekonomiyi geçici olarak rayına oturttu ama tüm emperyaller gibi madik atmadan da etmedi. DSP’yi böldü ve defolup gitti. Türkiye ne zaman beklenmedik bir şekilde sıkışmışsa veya sıkıştırılmışsa altından hep özelleştirme çıkmıştır. Türkiye, kimsenin tahayyül edemediği, hele hele şimdiki iktidar tarafından hiç tahayyül edilemeyeceği kadar önemli ve bir o kadar da önemsiz bir ülkedir.
Önemlidir ve kilit ülkedir; akıllılar ve bilgililer tarafından yönetilirse…
Önemsizdir ve yolgeçen hanıdır; akılsızlar ve bilgisizler tarafından yönetilirse…
Son iki cümleye girmeyeceğim. Onlar zaten sürdürmekte olduğum bir yazı dizisinin asli konusudur ve oradan takibi daha anlaşılır ve kalıcı olur.
Krizin çıkarılma nedeni birincisi yukarıda saydığım şekilde özelleştirme yoluyla sömürgecilerin yaş pastası olması, ikincisi Irak devletine karşı yapılacak askerî harekâtta, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in sömürgeciler tarafından ciddi ve aşılamayacak bir engel olarak görüldüğünden yerine kullanılabilecek birini getirme isteği, üçüncüsü ise İslam’ın yine İslamcılar / Müslümanlar tarafından pespaye edilmesinin sağlanmasıdır. Bunların yanında irili ufaklı birçok neden daha sayabiliriz ve hepsi de bir bütün içinde bir değer ifade ediyordur ancak asıl önemli olanları bunlardır ve ciddi sonuçları vardır.
2002 yılında terörün doğrudan ve dolaylı etkisinden ölen insan sayısına bakın ve bunu bir de aradan geçen 16 yıl için ayrı ayrı yapın. İktidar oldukları yılda ölen sayısı çok düşüktü ve ihmal edilebilir seviyedeydi. İçinde yaşadığımız zamanı anlatmaya gerek yok çünkü anlamayacak olan ölse bile anlamayacaktır ve bunların yekûnu hayli fazladır. Kendilerinden öncekileri terörü bitirmemekle suçladılar ama kendileri eskisinden daha fazla azdırdı. Terörle masaya bile oturdular ve sonuç ortada.
2003 yılında edilen “Türkiye’de Kürt sorunu vardır” lafı ile terör azdırıldı. Bu laf bir bilgi dâhilinde mi edildi, yoksa dışarıdan bir etki ile mi edildi bilmiyorum ama şunu biliyorum: 2002 yılında iktidara gelenler, ülkenin hava savunma sisteminin olmadığını 2012 yılında öğrenmişler ve bunu da 2015 yılında itiraf etmişlerdir. Buradan bazı anlamlar çıkarmak mümkündür. İktidara gelenlerin ülkenin sorunlarını çözmek için gelmediğini anlamak mümkün olduğu gibi, terör konusundaki fikriyatlarının kendilerine ait olmadığını da anlamak mümkündür. Çünkü 2004 yılında, zamanın “Hoca” lakaplı genelkurmay başkanı, yanılmıyorsam, ağustos MGK toplantısında “Fethullah Gülen ve saz arkadaşlarının bir terör örgütü gibi davrandığını” hem yazılı hem de sözlü olarak sunmuştur. Sonra ne olduğunu ise zamanın başbakanlık müsteşarı, zaman içinde milli eğitim bakanı olan, şimdiler de ise karşı duran, Ömer Dinçer’in 2015 Aralık ayında çıkardığı “Türkiye’de değişim yapmak neden bu kadar zor” adlı eserinden takip ediniz. Eğer fetiş ve fetişgiller konusunda ağza terör ile ilgili bir tanımlama alınacaksa, bunun zamanı 2004 Ağustosudur. Çünkü terörden dolayı binlerce mensubunu toprağa veren kurumun en tepesindeki makam olan genelkurmay başkanlığı, örgütün, terör örgütü olduğunu o tarihte tescilleyerek beyan ediyor. Siz kimsiniz de bu bilgiyi kulak arkası ediyorsunuz? Ondan sonra da çıkıp bizim için milat 17/25 Aralık 2013’tür diyorsunuz? Benim için ise milat, benim tanık olduğum ilk tarih olan, 1982 yılıdır. Arkadaş sandığımız ama zaman içinde teröriste evrilecek kişilerin “fetoşculuktan” dolayı okuldan atıldığı tarihtir. Eğer bundan önce de bu nedenden ötürü atılma varsa miladı, kendim için, oraya götürmekte sakınca görmem. Şimdilerde fetişgilleri inim inim inletenler onları Kuleliden ve Harbiye’den atan kişiyi (Org. Doğu AKTULGA) Ateist tanımlaması ile aşağılamaya çalıştılar. Ama ne mutlu o kişiye ki doğduğu günkü doğallığını hiç bozmadan öldü. Çünkü tüm insanlar doğduğu gün tanrı ve din kavramından yoksun doğarlar. Tüm bunlar insanlara sonradan itelenmedir ve sonsuz tehlikelidir.
Ve sonra onlarca kumpas davası açıldı. Suçsuz binlerce insan yargılandı ve kendilerine bu örgütün terörist örgüt olduğu söylenmesine karşın; hakkın, adaletin yanında olduğunu söyleyen iktidar, ne zaman işin ucu kendisine dokunda o zaman Türk ordusuna kumpas kurdular dedi ve “hoca efendi” ile cemaatini terör örgütü olarak yaftaladı. Pardon ama kumpaslar çift ayaklıdır. Ayağın biri sabit diğeri ise hareketlidir. Hareketli olan fetişgillerdi, sabit olan ise kimdi? Sendin, sen.
Çünkü sen istemiştin onlardan suçsuz insanların yargılanmasını, mahkûm edilmesini, mesleklerinden edilmesini, mapus damında ölmelerini… Niye? Hem kindardın hem de dindar ama bunun yanında devleti de idareyi de bilmiyordun. Bilenlerden yardım aldın ve terörist olmalarına rağmen yanında kalmalarını sağladın. Sonra da sattın. Niye sattın? Çünkü senin görünmeden yaptıklarını açık etmişlerdi…
Ne acıdır ki kendini şimdilerde yerli ve milli sanan seçmen tabakası, tüm bunlar olurken hiç oralı olmadı, tıpkı oğulları bir hiç uğruna, bir saçma sapan laf uğruna azmış terör tarafından şehit edildiğinde olduğu gibi…
Ve yine ne acıdır ki kumpas davalarından içerde yatan ve geleceği kararanlardan bile bu partiye oy verenler var. Dahası borazanı olanlar var. Yazık!
Ama neden veriyorlar?
Ama neden borazan oluyorlar?
Anlamıyorum…
2002 yılı aralık ayında dolar 1,5 TL civarındadır, gelinen noktada ise 4,75 TL…
Ne o paradan altı sıfır atılmış. Ulan salak, eskiden milyar derken şimdi bin diyorsun, eskiden milyar yazman gerekirken –yazmayı beceremiyordun- şimdi bin diye yazıyorsun. Ve biniyorlar.
2002 de 1-2 milyon olan borçlu sayısı şimdilerde 30-40 milyona yükseldi ama hala oy alıyorlar. Neden?
2002 yılının asgari ücretinin satın alma gücü 2018 yılınınkinden kat be kat fazlaydı ama hala bu partiye oy veriliyor. Neden?
Eskisinden daha fazla vergi alınıyor ama hala oy da alınıyor. Neden?
Tüm bunları ve benzerlerini uzun uzadıya sayabiliriz.
Bunları Stockholm sendromu ile de açıklamak mümkün değildir.
Ya ne?
Kesin bir tanı koymaktan uzağım ama tespitlerim şunlar:
Bu partinin milletvekili ve yöneticileri dini “siyasi ticarette” çok iyi kullanıyor ama dinin kutsal kitabına asla uymuyorlar. Tarihin kurallarından biridir “dinin hükümdarların kılıcı olması ama hükümdarların dindar olmaması.”
Allah ile korkutuyor, Allah ile kandırıyorlar. Aslında bunlar hep böyleydi, değişmediler ama asıl korkan ve kandırılanlara bakmak gerek, değil mi?
Halkı kandırmayı çok iyi beceriyorlar çünkü kendileri de yıllardır aynı argümanlarla kandırıldılar.
Çok ucuz ve basit menfaatler sağlandığında halk bunlara kanıyor. Çünkü bunu Allah adına yapıyorlar. Aslında o kişiye yapılan iyilik Allah’a yapılmış oluyor. Ama seçmen akıllı, bu iyiliğin Allah’a nasıl yapıldığını ve ayrıca böyle bir şeye Allah’ın ihtiyacının olup olmadığını sorgulamıyor. Sorgulasa zaten bu yaşanmaz dediğinizi duyar gibiyim…
Çok iyi hatip oldukları söyleniyor. Ama asla değiller. Bilgisi olmayan birinin konuşmacı olması düşünülemez. Bunları her dinlediğimde yalanı, yanlış cümle yapısını duyuyor ve dahası bir şey söylemediklerini çünkü bilmediklerini görüyorum. Ama seçmen söyleyenden daha bilgisiz olduğundan onların çok şey söylediğini sanıyor.
Halka hitap ederlerken -bu en çok parti genel başkanlarında vardır- aynı şeyi sürekli değişik kelime ve cümlelerle anlatırlar. Bu mu hitabet?
Bir cümle içinde aynı anlama gelen kelimeler peş peşe sıralanır ve seçmen bunu anlamaz, hatta hoşuna bile gider. Oysa aynı şeyi bir kerede değil birçok kerede söylemiştir. Edebiyata mal olmuş bir tekerleme vardır “Bab-ı alinin yüksek kapısından bir atlı süvari geçti.” Ne demektir bu? Yüksek kapının yüksek kapısından bir atlı bir atlı geçti demektir. İşte, seçmen akıllı bunu huşu içinde dinliyor. Oysa ne diyor dese, olayı çakacak ama demez, diyemez. Dese kendisinin sürekli kandırıldığı dinin kitabını Türkçe okur ve olaya uyanır. Ama der mi? Demez çünkü o kitabı para ver al, zaman ayır ve oku, ne diyor diye araştır, anlamadıysan daha da araştır… Ne zahmetli ve maliyetli iş, değil mi? Nasıl olsa birileri ona anlatıyor. Sümüklüsü de anlatıyor, hırsızı da yalancısı da… İşte o anlatanlar -anlatılanların tamamı yalan- malı götürüyor…
Sürekli birilerine hakaret ederler konuşmalarında. Bağıra bağıra, yapay bir hiddet ile anlatırlar mavallarını. Çünkü haksızdırlar ama bunu yok ettirmek için bağırıp hakaret ederler. Seçmen akıllı da bunu matah bir şey sanır…
Parti genel başkanları ise bu konuda uzmandır. Sesini bir alçaltır, bir yükseltir. Ağlamaklı hava verir ve bazen de gerçekten ağlar. Çünkü bu toplumda ağlamayana meme vermezler darb-ı meseli vardır. Ve birden kin ve nefret kusan bir ses ile hitap etmeye devam eder. Bazı yerlerde kelimeleri uzatır hiç gereği yokken ama seçmen o anda orada değildir, ağlama sahnesindedir ve oylar cebe inmiştir.
Bazen cümlenin son kelimesi birkaç kez tekrar edilir.
Bir anda susar, bekler bir süre ve bir anda yırtınırcasına bağırır. Çünkü kin ve hiddet onun için hitabet sanatıdır. Kendi de bunu ifade etmiştir.
Şiir okur. Ama kimden okuduğunu bilmez. Ayrıca yanlış da okur ama dinleyen hiç bilmez bunları. Söz gelimi, bir bakmışsın “han duvarları” Nazım Hikmetin olmuştur, bir bakmışsın “en güzel deniz” Cahit Sıtkı’ya yamanmıştır… İyi ki şiir yazmıyoruz, yoksa biz de gargaraya giderdik…
Seçmen dinler de dinler çünkü iyi geliyordur. Çocukluğunda annesinin ninnileri olmamıştır onun en zor anında yanı başında. Yine çocukluğunda ona masal anlatan olmamıştır, hep özlemini çekmiştir o masalın. O özlem ona nerede masal duysa can kulağı ile dinlemesini telkin eder her seferinde…
Kendi seçmen tabakaları ile kendi görüntüleri arasında fark olmaması seçmenin kendisini iyi hissetmesini sağlıyor. Bu tam bir gerçekliktir. İnsan kendini rahat hissedebileceği kişilerin yanında olmak ister. Seçmen de bundan muaf değildir, o da kendini rahat hissedeceği kişileri arar.
Seçmen ile seçilen arasında zekâ, algı, bilgi, görgü bakımından hiçbir fark yoktur. Bu partinin milletvekilleri Türkiye konusunda ne kadar bilgisiz ise seçmen de en az o kadar bilgisizdir. Hele hele tarih konusunda, olay evlere şenlik modundadır…
Yapılan bir araştırma Türkiye’nin zekâ ortalamasının 89 olduğunu ortay koymuştur. Bilimsel tanımı normal durgun olan bu seviye 100 üzerinden bir ortalama değildir. Bilinen en yüksek zekâlı insan 250-300 arasında zekâya sahiptir. Yani 300 üzerinden gibi bir rakam gibi düşünmek gerekiyor. 160 ve sonrası deha kapsamına giriyor. Artık siz yapın değerlendirmeyi. Bu zekâ seviyesi okumaktan uzaktır, kendini geliştirmekten bihaberdir, güncel konuları çay-kek eşliğinde kıraathanede başkasının ağzından çıkanları dinlerken öğrenir. Yine bu zekâ seviyesi ömründe bir roman okumamıştır, bir şiir kitabı bitirmemiştir. Eline aldığı gazetenin renkli sayfalarına ve koca göbeğine hayıflanırcasına spor sayfalarına bakmıştır. Akşam eve geldiğinde televizyonun karşısına geçer ve kendi zekâ seviyesinden daha düşük seviyelere hitap eden içi yalan dolan dolu berbat dizileri veya bir futbol maçını seyreder, bu esnada bol miktarda çay ve kek tüketir, derken horuldamaya ve tosurdamaya başlar…
Bu seçmen ve seçilen tabakası okumaktan ve yazmaktan çok uzaktır. İşte anlaştıkları ve birbirlerinin yanında kendilerini iyi hissettikleri bir konu daha… Okudukları -bence okumuyorlar- yandaş gazetecileri ben okuduğumda yavan bir tat alıyorum. Derin ve çekici bir zekâ göremiyorum. Ama ne yazık ki mecburum okumaya…
Yine bu seçmen ve seçilen tabakası düşünmekten ve muhakeme etmekten çok uzaklar. Düşünsenize 1980 yılından sonra doğan biri 1980 yılından önce babasının kapısına not bırakıyor bizi ihmal etme mealinde. Ve 1954 yılında doğan biri tek parti iktidarı döneminde ilkokula gidiyor ve bir sürü zorluk çekiyor… Ne gariptir ki seçmen buna inanıyor. Çünkü düşünmüyor. Düşünürse korkutulduğu yalanların da aslında hiç olmadığını, hayatın kendisine anlatılandan daha farklı olduğunu görecek ve kendi sırtına yük almış olacak. Olur mu canım, ne gereği var? Bilmemek en iyisi, daha hafif oluyorsun… Hem sonra bilmek için maliyete katlanmak gerekir… Ohhh, ne güzel; wikipedia da kapalı, bir şey soran olursa mazeret hazır, gel keyfim gel…
Parti genel başkanı halka açık konuşmalarında prompter olmaz ise ciddi sorunlar yaşıyor. Çünkü bilgi dağarcığı ile kelime dağarcığı sanıldığı gibi yüksek değil, düşüktür. İrticalen konuşmak ciddi bir bilgi birikimi gerektirir ama bu birikim bu seçmen ve seçilenler için yüktür.
Bunlara hitap eden parti yöneticileri, içinde tamamen hayal olan vaatler bulunan cümleler kurar. Bunun yalan olduğunu bilir ama kendisine de böyle yapılıyordur. Esasında yalan söyleyen ağızdan ziyade kulağa bakılsa, yalan o anda orada biter ama ne mümkün? Seçmen kendisine yalan söylenmesinden memnundur. Hatta ne kadar çok yalan söylenirse o kadar memnundur… Her seçim öncesinde söz verilen ama yapılmayan fabrikalar, havaalanları, hızlı trenler gibi…
Toplantılarda veya mitinglerde bunlara hitap edenler ve özellikle de parti genel başkanı bir düşman bulur –genelde CHP’dir- ve o düşmanı sürekli aşağılar, ona hakaret eder. Açar bakarsınız tarihe o dedikleri yoktur ama onu dinleyen seçmen akıllıların açıp, bakmayacağını bilir. Açıp baktıklarında ve yahu burada böyle diyor dendiğinde ise “o resmi tarih, yalandır; ben ne diyorsam odur” karşılığını alır. Yerli ve milli olduğunu sanan seçmen akıllılar ise milliliği bu topraklara getiren ülkenin kurucularına saygıyı göstermezler. Dahası sövüp sayanlara oy verirler.
Nedense yalan söyleme hakları vardır ve bunu sürekli kullanırlar aynı şekilde günah işleme özgürlüğünü kullandıkları gibi. Seçmen de bundan memnundur çünkü yalanı kendisi için söylüyordur. Hatta bir başkasının kendisi için yalan söylemesinden daha da memnundur çünkü bir gayret göstermemiştir ve bir gayret göstermediği gibi bir maliyete ve yüke de katlanmamıştır.
Hırsızlıklar, yolsuzluklar ortaya çıktıkça seçmen bunlardan uzaklaşacağına “sana ne, çalışıyor ama” der. Ya da “çalıyorsa benim için çalıyor” der ve ekler “oradan alıp, bize veriyor.” Oysa onlara verilen nasihatten ve zaman içinde gelecek olan fakirlikten başka bir şey değildir. Dedik ya seçmen akıllı diye; çok zorlandığında ise “kişilerin günah işleme hakkı var” der. Ama unutur kendi dışındakileri günah işlememesi için Allah yoluna davet ettiğini…
Bazı kelimeler özenle seçilir. Güç, istikrar, yürü Türkiye, sen Türkiye’sin, şimdi bilmem ne vakti, yerli, milli, kahraman…
Bakılınca kelimelere, seçmende eksik olan şeylerdir aslında bunlar. Güçlü değildir. Ne beden gücü vardır ne de akıl. Ruh gücünü saymıyoruz bile…
İstikrar desen anlamını bilmez. Anlamını bilmediği içindir ki istikrarlı bir şekilde kendini fakirleştiren ve köleye çevirene her seferinde oy verdi…
Yerli değildir ve olamaz da. Çünkü hayallerinde bu ülkeyi terk edip bir yerlerde zengin olmak vardır.
Milli olamaz çünkü ezilmiştir. Ezilmişlerin milliyetçiliği olmadığı için milli olması düşünülemez bile…
Ölümden ve dayak yemekten çok korkan bu toprakların insanları nedense çok kahramandır. Oysa bilmez ki kahramanlık kelimesinin içinde çokça tembellik ve vurdumduymazlık vardır. Tehlike ilk baş gösterdiğinde onu yok etmek varken, tren izler gibi izler ve bıçak kemiğe dayanınca kahraman kesilir. O sahneden sonra zaten herkes kahraman kesilir. Önemli olan tehlikeyi ilk çıktığında yok edecek zekâyı ve aklı göstermektir…
Ama seçmen tavdır bu kelimelere ve sloganlar…
Daha fazla uzatabilirim ama siz anladınız ne demek istediğimi.
Ortada boş bir küp var ve onu dolduran musluktan akanı kendi hanesine yazıyor… Nasıl doldurulduğu hiç önemli değil, önemli olan doldurulması… Yazık! Çok yazık hem de…
Hits: 110
MENBİÇ OPERASYONU – 2
- 19 Haziran 2018
O GECE NELER OLDU?
- 29 Haziran 2018