
Avrupa’daki Askeri Gelişmeler ve Türkiye.
- 3 Temmuz 2018
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Bölgesel Sorunlar
- 6
Mehmet Çanlı
1990’ların başında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı yıkıldıktan sonra Avrupa ülkeleri başta olmak üzere çoğu ülke barış ortamının avantajından faydalanarak savunma harcamalarını azalttı. Devlet temelli tehditlerin ortadan kalkması sebebiyle Avrupa ülkeleri, bütçelerine büyük bir yük getiren büyük orduları daha fazla muhafaza etmeye gerek olmadığını düşündüler.
Bunun üzerine orduların silah, teçhizat, malzeme ve personel sayıları hızla azaldı. Bununla da yetinilmeyerek birçok silah geliştirme ve modernizasyon projesi rafa kaldırıldı. Orduların görevlerinde de değişikliğe gidildi. Dünya için tek tehdidin istikrarsız ülkeler ve bu ülkelerden kaynaklanan terör örgütleri ile silah, uyuşturucu, kadın ve göçmen kaçakçılığı yapan uluslar arası suç örgütleri olduğu yazılıp çizilmeye başlandı.
Bunun üzerine silahlı kuvvetler; sıcak veya soğuk savaş görevleri yerine barışı koruma ve barışı destekleme harekâtı gibi savaş dışı harekâta yönelik görevler için eğitilmeye başlandı. Bu tür harekâtların sorumluluğu genel olarak ABD tarafından üstlenildiğinden diğer devletler genellikle bir takımdan bir tabura kadar değişik büyüklükte ama oldukça küçük birliklerle bu harekâtlara iştirak ettiler. Avrupa Birliği bu tür harekâtlarda kullanılmak üzere kendi askeri yapılanmasını oluşturdu.
Bu tür harekâtlar genel olarak kara unsurları ile yapıldığından kara kuvvetlerinin tüm dünyada önemi arttı. İngiltere gibi denizci bir ulusun ordusu bile kara kuvvetleri ağırlıklı bir ordu haline geldi. Hatta 2009-2010 yılında İngiltere gazetelerinde 20 savaş gemimiz var ama 21 amiralimiz var diye yazılar yazıldı ve deniz kuvvetlerinin personel mevcutlarının küçültülmesi gerektiği tartışıldı.
İngiltere deniz kuvvetleri bu algıyı değiştirmek için tüm personeline haftada bir gün resmi kıyafetle işe gitme mecburiyeti getirdi. Bu kararı neden aldıklarını sorduğumda deniz kuvvetlerinin görünürlüğünü artırmaya yönelik bir faaliyet olduğunu söylediler. Fakat yapabilecekleri pek fazla bir şey yoktu. Çünkü Irak ve Afganistan gibi bölgelerde yapılan harekâtlarda ağırlıklı olarak kara kuvvetleri kullanılıyordu. Hava desteği hala ihtiyaç duyulan bir şey olduğundan hava kuvvetleri öneminden fazla bir şey kaybetmemişti. Ama deniz kuvvetleri asker taşıma ve lojistik faaliyetler hariç pek fazla işe yaramıyordu. Bu da İngiliz yöneticileri ve halkının gözünde deniz kuvvetlerini ikinci plana itmişti.
Bununla birlikte kara kuvvetleri mevcutları da tarihin en düşük seviyelerine inmişti. Çünkü savaş dışı harekâtlar klasik savaştan farklı strateji, taktik ve teknikler gerektiren harekâtlardı. Bu harekâtlar için büyük ordulardan ziyade yeni strateji, taktik ve tekniklere adapte olabilen küçük ama profesyonel ordular gerekiyordu. Bu sebeple her ne kadar ön plana çıksalar da kara kuvvetleri de silah ve teçhizat sayısında azalmanın önüne geçemedi. Böylece birçok silah alım, üretim ve geliştirme projesi iptal edildi. Çünkü ordunun küçülmesi, hükümetler için büyük bir avantajdı. Silah ve personel masraflarının azalması devlet bütçelerinde tasarruf etmenin en kolay ve işe yarar yoluydu.
Bu durum savaş ve strateji ile ilgili yeni teoriler üretmeye çalışan kimseleri de harekete geçirdi. Yumuşak güç, akıllı güç, asimetrik harp vb. bir sürü yeni kavram üretildi. Dolaylı tutum uygulamaları ön plana çıkmaya başladı. Hatta bazı ABD’li askerler, savaşı en ilkel dönemden günümüze kadar dört evreye ayırarak savaş dışı harekât ve düşük yoğunluklu çatışmalara dördüncü nesil savaş adını verdiler. Bu kavram ve kategorilendirme pek fazla tutmadı ama yeni düşüncelerin ileri sürülmesi açısından yolu açan bir girişim oldu.
Fakat son on yıldır her şey tersine dönmeye başladı. Bu durum bana 1871 Prusya-Fransa savaşından sonra Avrupa’da yaşanan gelişmeleri hatırlatıyor. 1871’den sonra Avrupa devletleri arasında çatışmalar durdu. Avrupa, daha çok geri kalmış ülkeler veya sömürgelerdeki ayaklanma girişimleri ile uğraştı. Soğuk Savaş sonrasında yaşananlara benzer şekilde zafer daima Avrupa devletleri tarafından kazanıldı ve bunlar kolay zaferlerdi. Üstelik Avrupa dışındaki bu çatışmalardan Avrupa etkilenmedi. 1914 yılına kadar süren barış ortamında Almanya daha da güçlenirken Fransa, Rusya ve İngiltere de toparlandı ve sanayileşmenin artmasıyla ekonomik ve askerî açıdan güçlendiler. Bu durum çekişmelerin yeniden başlamasına ve nihayetinde 1. Dünya Savaşı’na sebep oldu.
Bugün de 1871’den sonra Avrupa’da yaşanan gelişmeler gibi bazı yeni gelişmelerin ortaya çıktığı görülmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya yeniden toparlandı ve silahlanmaya yüksek bütçeler ayırdı. Bunun sonucunda askeri olarak yeniden güçlendi ve buna güvenerek agresif bir politika izlemeye başladı. 2008 yılında Abhazya’yı işgali Rusya’nın büyük güç politikası uygulamaya geri dönmeye başladığının ilk işaretiydi. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına doğru hızla ilerleyen Rus zırhlı birlikleri bu hatta ulaşmadan durunca, dünya çapında bir gerilime sebep olabilecek gelişmelerin önüne geçilmiş oldu.
Bundan sonra Rusya Avrupa’yı daha da tedirgin edecek ikinci adımını Ukrayna’da attı. Kırım ve Ukrayna’nın bazı bölgelerini işgal edilince Avrupa kuvvetli bir tokat yiyerek yattığı derin uykudan uyandı. Uyanır uyanmaz da büyük bir endişe içine düştü. Çünkü Doğu Avrupa sınırlarının o kadar da güvende olmadığını anladı.
Rusya’ya benzer ve hatta Rusya’dan da daha önemli bir gelişme ise Çin’in yükselişi oldu. Düşük teknolojili kitlesel üretimiyle ekonomik olarak hızla büyüyen Çin bir süre sonra ileri teknoloji ürünleri üretmeye başladı. Bununla da kalmayarak silah teknolojilerinde büyük ilerleme kaydetti. Eski bir Sovyet uçak gemisini turistik amaçlı lokanta yapacağım diyerek İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçirerek ülkesine götürdü. Yaptığı tersine mühendislik çalışmaları sonucunda bir süre sonra kendi uçak gemisini üretti ve deniz kuvvetlerini hızla güçlendirdi. Ayrıca, füze teknolojisini ilerletti ve ABD füzeleri ile yarışacak hava savunma füzeleri ve balistik füzeler yaptı.
Hava kuvvetleri ve uzay çalışmalarına da büyük yatırımlar yaptı. Uzaya bir sürü küçük uydu gönderdi. Bu uydulardan birini dünyadan attığı bir füze ile imha etti. Bir uydusunun mekanik kollarını kullanarak, uyduya koyduğu yedek yakıt sayesinde uzaktan kumandayla diğer bir uydusunu yakaladı. Bu gelişmeler başta Japonya olmak üzere birçok Avrupa ülkesini ve en çok ta ABD’yi endişeye sevk etti. Çünkü Rusya’dan yeni bir devlet daha büyük güç politikaları uygulamaya başlamıştı ve bu devlet insan kaynağı ve üretim kapasitesiyle Rusya’dan da daha büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Tüm bu gelişmeler Avrupa devletlerine silah teknolojileri ve orduların teçhizatına yeterli yatırım yapmamalarının bedelini ağır ödeyeceklerini gösterdi. Bu sebeple son zamanlarda Avrupa devletlerinin savunma harcamalarında yeniden bir artış yaşanmaya başlandı. Bu artış henüz çok trajedik bir artış şeklinde olmasa da Avrupa devletleri birçok yeni silah alımı ve silah üretim projelerini yürürlüğe koydular.
Bu durum silah fuarlarına giden ziyaretçi profiline de yansıdı. Shephard Media’da belirtildiğine göre yakın zamana kadar silah ve savunma fuarlarındaki stantların etrafındaki ziyaretçilerin çoğu dünyanın değişik bölgelerinden gelen insanlardan oluşurken Avrupa ülkelerinin savunma bakanlıklarından hemen hemen hiç kimseyi görmek mümkün değildi. Fakat artık bu durum değişmeye başladı. Avrupa ülkeleri savunma bakanlıkları personeli de yeni silah, araç ve teçhizata ilgi göstermeye başladı.
Rusya’nın yeniden Doğu Avrupa sınırındaki bir tehdit olarak yükselişe geçmesi Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarında hızlı bir artışı beraberinde getirmeye başladı. İngiliz ordusu, çok sayıda Alman Boxer zırhlı aracı satın alınacağını açıkladı. Fransa, Scorpion zırhlı araçlarının C4I sistemleri de takılarak yapılacak modernizasyonu için milyarlarca Euro ayırdı. Avrupa ülkelerinin en önem verdikleri alımlar zırhlı araçlar üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, bizim zırhlı araç üretimimiz ile ilgili bir sürü spekülasyonun ortada dolaşması ve Altay tankı üretiminin yılan hikâyesine dönmüş olması ülkemiz için endişe verici bir durum yaratmaktadır. Rusya’nın ve Çin’in büyük güç politikaları uygulamaya başladıktan sonra bu oyunda ben de varım dediği en son olay Suriye iç savaşıdır. Bu savaşta Rusya ağırlığını Suriye rejiminden yana koymuş ve bunun sonucunda kısa sürede yıkılacağı düşünülen Esat Rejimi hayatta kalmayı garantilemiştir. Bunun üzerine, 6 ayda Cuma namazı kılmaya gideceklerini söyledikleri camiye gidemeyenler çareyi Suriye’deki tek Türk toprağındaki askerleri, Süleyman Şah türbesini de alıp terk etmekte buldular.
Suriye iç savaşı, büyük güç politikalarına dönen Rusya’nın rüştünü ispatladığı son mücadele oldu. Bu mücadele büyük güç olduğu iddiasındaki tüm tarafların katılımıyla hala devam ediyor. Türkiye de bölgesel bir güç olma iddiasını (Dünya gücü olduk lafı palavradan ibarettir. Bölgesel güç olarak kalmayı başarabilirsek bu büyük bir başarı olacaktır.) sürdürebilmek için bu oyuna son anda bir yerinden girmeyi başardı. Ama kendi gücünü abartarak başrolü oynayacağım düşüncesiyle bu işe girişmesine rağmen oldukça mütevazi bir rolde oynamaya razı oldu.
Eğer bölgesel güç olarak kalmaya devam edilmek isteniyorsa ve büyük güç olacağım iddiası hala devam ediyorsa Türkiye’nin dünyadaki bu askeri gelişmeleri kaçırmaması gerekiyor. Hükümetimizin, tüm Avrupa yeniden ve üstün teknolojili silah ve araçlarla ordularını güçlendirirken, zaten Fetö ile ortak kurulan kumpaslar ve 15 Temmuz faciasının ardından yaşanan tasfiyelerle oldukça zayıflayan orduyu bir an önce güçlendirmesi gerekiyor.
Hits: 6
BUNDAN SONRA NELER OLACAK
- 30 Haziran 2018
NİYE BAŞKANLIK SİSTEMİ
- 27 Temmuz 2018