
Türklerde Devleti Yöneten Kişinin Görevleri
- 7 Aralık 2018
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; MGM Tarih
- 5
4 Aralık 1918 tarihinde Türklerde Kimler Devleti Yönetme Hakkına Sahiptir başlıklı yazımızda kut kavramı temelinde Türklerde devleti yönetmeye kimlerin talip olabileceklerini anlatmaya çalışmıştık. 5 Aralık 1918 tarihinde de Türklerde Devleti Yöneten Kişinin Sahip Olması Gereken Nitelikler başlığı altında bu kişilerin sahip olması gereken niteliklerden bahsetmiştik. Şimdi de Türklerde devleti yöneten kişilerin görevlerinin neler olduğunu anlatmaya çalışacağız. Bu yazımızda da diğer iki yazımızda olduğu gibi Türk Devlet ve Yönetim Anlayışının Yazılı Kaynaklarını Okumanın Önemi başlıklı yazımızda açıklamaya çalıştığımız kaynaklardan yararlanacağız.
En eski dönemlerden günümüze kadar yazılmış eserler ve abideler ile masallar, efsaneler, hikayeler ve bilinen tarihi olaylardan anlaşıldığına göre Türklerde devleti yönetecek kişilerin iktidara gelebilmesi ve iktidarda kalabilmesi için yukarıda bahsettiğimiz niteliklerinden başka bazı temel görevleri de eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmesi gerekmektedir. Bu görevleri aşağıdaki başlıklar altında incelemek uygun görülmektedir.
1. Halkı refah içinde yaşatmak.
Gerek tarihi olaylara, gerek günümüzde yaşanan gelişmelere bakıldığında Türk Yönetim anlayışına göre devletin ve onu yöneten kişinin birinci sırada gelen ve en önemli olan görevi halkı refah içinde yaşatmaktır. Fakat bu refah kavramını günümüzde kişi başına düşen gayri safi milli hâsıla veya milli gelirle ifade edilen refah kavramıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü tarihin en eski dönemlerinden beri Orta Asya bozkırlarında göçebe veya yarı göçebe bir yaşam süren Türk halkı, oldukça basit ve sade bir yaşam sürmüştür. Bu basit ve sade yaşam anlayışı artık şehirleşme ile değişime uğramış olsa da kırsal alanda yaşayan ve köyden kente yeni göç etmiş olan kişilerde bu gün de hala devam etmektedir. Bu sebeple refah kavramı da oldukça mütevazı ve basit bir kavram olarak algılamak gerekmektedir.
Bu kavram halk arasında ‘’karnı tok, sırtı pek’’ gibi deyimlerle ifade edilmektedir. Bu da halkın karnının doyurulması ve üzerine kıyafet alabilmesi, yani giydirilmesi anlamına gelmektedir. Halkın karnının doyurulması ve üstünün giydirilmesi Türk toplumlarında hükümdarın en başta gelen görevi olarak kabul edilmektedir. Bu anlayışı en eski tarihi yazıtlardan günümüzdeki uygulamalara kadar her yerde görmek mümkündür.
Bunu Göktürk Yazıtlarında, kağanın aç milleti doyurduğu, aşsız, elbisesiz; düşkün, perişan milleti bu durumdan kurtardığı gibi hususların en çok vurgulanan hususlar olmasından da anlamak mümkündür. Kutadgu Bilig’de de Yusuf Has Hacip, hükümdara birinci vazifesinin halkı doyurmak ve giydirmek olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Bu husus Osmanlı döneminde de değişmemiştir. Yeniçerilerde bazı rütbeler bile yemekle ilgilidir. Yeniçeriler padişaha isyan ettiğinde isyanın sembolü de meydana çıkardıkları yemek kazanıdır.
Bu durum günümüzde de çok fazla değişmemiştir. Örneğin AKP’nin halkın önemli bir kesiminin oyunu, dağıttığı makarna, nohut, bulgur gibi basit gıda maddeleri ile kömür sayesinde aldığı çok konuşulan bir husustur. Bence bu doğruluk payı yüksek bir iddiadır. Her ne kadar muhalefet partileri bunu küçümseyerek bir propaganda vasıtası haline getirmeye çalışsalar da, bu durum kendi elleriyle kendi ayaklarına sıkmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü bu gün de alt gelir seviyesindeki milyonlarca insan için günlük yemeğini temin etmek en büyük meseledir ve verilen gıda maddeleri öyle ya da böyle bu ihtiyacı karşılamaktadır. Bunun sonucunda karnı doyan insanlar bunu oy olarak büyük bir desteğe dönüştürmektedir.
Aynı husus 1970’li yıllarda CHP tarafından da kullanılmış ve 1950’den günümüze kadar bu partinin aldığı en yüksek oy da o dönemde alınmıştır. O dönemde Ecevit insanlara ‘’aş ve iş’’ vereceği söylemiyle ortaya çıkmış, ‘’iş, ekmek, özgürlük’’ diye atılan sloganlarda bile bu günkü CHP’nin sürekli tekrarladığı özgürlük kavramı aş ve iş kavramından sonra yerini alabilmiştir.
Bu durum tarihin en eski dönemlerinden beri olduğu gibi bu gün de Türk halkının devletten ve devleti yönetecek kişilerden en önce karnını doyuracak tedbirleri almasını beklediğini göstermektedir. Bu durum her ne kadar bunun farkına varmayan kesimlerce küçümsense de aslında bilimsel araştırmaların da gösterdiği sonuçlar bunun ne kadar doğal bir talep olduğunu göstermektedir.
Örneğin Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fiziksel ihtiyaçlar, insanların ilk sırada karşılanmasını beklediği ihtiyaçlar olarak gösterilmektedir. Fizyolojik İhtiyaçlar ise; su, yemek, ısınma, uyku gibi bedenin varlığını sürdürebilmek için gerekli olan ihtiyaçlardır. Bunlar sadece her insanın değil, her canlının en temel ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar karşılanmadan başka hiçbir ihtiyacın karşılanması insanlar için önemli değildir. Bu sebeple diğer bütün ihtiyaçlar ikincil ihtiyaçlardır.
Bunun önemi bütün tarihi Türk metinlerinde de ısrarla vurgulanmaktadır. Örneğin Yusuf Has Hacip hükümdara; ‘’ ülkede fakir insan bırakmamanın ve halkın her türlü ihtiyacının karşılanmasının hükümdarın en önemli vazifesi olduğunu’’ söylerken bile üzerinde en fazla durduğu husus halkın doyurulmasıdır. O bunu; ‘’Memlekette bir kişi bile gece aç kalırsa, tanrı bunu hükümdara soracaktır.’’ şeklinde ifade etmiştir. Yani o, halkı aç bırakmamayı tanrı buyruğu olarak kabul etmiş ve bunu yerine getirmediği takdirde hükümdarın tanrı katında sorumlu olacağını vurgulamıştır.
Hatta bunu devletin ve hükümdarın iktidarının geleceği için zorunlu görmüştür. Bu sebeple; ‘’Bey/hükümdar halk için bir kut’tur, bundan dolayı halkını da kutlu kılması gerekir. Halkın kutlu olması için de karnının doyurulması gerekir.’’ diyerek halkı doyurmayı kutsal bir görev olarak ifade etmiştir. O halde hükümdar, çıplak olanı giydirmeli ve aç olanı doyurmalıdır. Türk yönetim anlayışına göre devlet ve hükümdar halk içindir. Bu yüzden devlet ve hükümdar her şeyden önce idare edilenlerin karnını doyurmak ve sırtını giydirmekten sorumludur.
Hükümdar halk gibi, başta ordu olmak üzere tüm devlet görevlilerini de iyi besleyip giydirmeli, ayrıca onlara gerekli ekonomik gücü sağlamalıdır. Çünkü aç asker savaşmayacağı gibi ekonomik imkânlarla tatmin edilmeyen memur da görevini tam olarak yerine getiremez. Bu konu o kadar önem verilen bir husustur ki Türk halkında konuyla ilgili birçok deyimin var olmasına ve bu gün de anlamını korumasına sebep olmuştur. Örneğin aç ayı oynamaz; tok açın halinden ne anlar; Allah insanı açlıkla ıslah etmesin; aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez; aç at yol almaz, aç it av almaz; aç gezmektense tok ölmek yeğdir gibi onlarca deyim ve atasözü bulunmaktadır.
2. Kanunları (Töreyi) düzenlemek ve uygulamak, adaleti temin etmek ve böylece dirlik ve düzeni sağlamak.
Türklerde hükümdarın ikinci en önemli görevi iyi kanunlar koymak ve bu kanunlar vasıtasıyla adaleti sağlamaktır. Yani hükümdarın görevi sadece halkı doyurup giydirmek değil, aynı zamanda dirlik ve düzen içinde yaşamasını sağlamaktır. Bu konuya o kadar önem verilmektedir ki konuşmalarda ve yazışmalarda devlet ve adalet daima birlikte kullanılan iki kavram olarak kullanılmıştır. Ölümlerinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen İslam Devleti’nin ikinci halifesi Ömer ve Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in üstün adalet anlayışlarına dair hikâyeler günümüzde hala halk arasında anlatılmakta ve adaletin özlenen altın dönemleri olarak yâd edilmektedir.
Kutadgu Bilig’te de bir hükümdarın saltanatını sürdürmesinin ancak adil kanunlarla mümkün olduğu vurgulanmıştır. Kutadgu Bilig’te ayrıca, devletin direği, temeli, sağlamlığı, esası ve kökeninin halkın hakkı olan kanunlar ve devlete hizmet edenlere ödenen ücret olduğu söylenmektedir. Uzun süre iktidarda kalmak isteyen hükümdarların kanunları adil ve eşit bir şekilde uygulaması ve halkı koruması gerekmektedir. Çünkü ülkeler kanunlar sayesinde güçlenir ve dünya kanunlar sayesinde düzene girer. Bu konuda Yusuf Has Hacip şunları da söylemektedir. ‘’Kanun koy, adaletle iş gör, hiçbir zaman zulmetme, kötü teamüller oluşturma, iyi kanunlar koy, böylece ömrün iyi geçer ve devletin güçlenir.’’
Yusuf Has Hacip’e göre kanun hükümdardan da önemli ve üstündür. Bu sebeple kanun makam ve mevkii ne olursa olsun herkese eşit uygulanmalıdır. İnsanlar bey veya sıradan vatandaş olmasına bakılmaksızın eşit muamele görmeli, ayrıcalıklı davranılan hiç kimse olmamalıdır.
Kanun bir bıçak gibi keskin olmalı ve kararını kesip atar gibi tereddütsüz vermelidir. Hak arayan kişinin işi uzatılmamalı, karar en kısa süre içinde verilmelidir. Fakat kanun aynı zamanda insanları haksızlıklardan ve yanlış kararlardan da korumalıdır. Adalet için mahkeme kapısına gelen ve zulme uğrayan kişiye ise kanun şeker gibi tatlı bir şekilde davranmalıdır. Mazlumlar kanun karşısında şeker yemiş gibi mutlu olurken zalimler de acı zehir içmiş gibi muamele görmelidir. Bu zalimler sıradan bir insan da olsa, hükümdarın oğlu da olsa aynı muameleyi görmelidir. Halka zulmeden ve haksızlık yapan hiç kimse ayrıcalıklı muamele görmemelidir. Çünkü adalet devletin temelidir.
Fakat uygulanacak kanunlar bu kadar tavizsiz uygulandığına göre kanun yapılırken bazı temel ilkelere uygun olarak yapılmalıdır ki sonuçları olumsuz olmasın. Bu sebeple, kanun yapılırken dört temel prensibe mutlaka uyulmalıdır. Bu prensipler; adaleti sağlamak, faydalı olmak, eşitlikçi olmak ve insancıl olmaktır.
Kanunlar her şeyden önce faydalı olmalıdır. Kanun halkın hakkı olduğu için halkın menfaatini koruyup kollamalıdır. Kanunlar özel koşullara göre değil, tüm dünyada uygulanabilecek kadar genel koşullara göre yapılmalıdır.
Kanunların yapılmasında ikinci önemli husus insancıl olmaktır. Çünkü bir devleti mahveden iki şey vardır. Bunlardan biri ihmalkârlık, diğeri ise zulümdür. Kanun zulmü ve zalimleri engellemeli, kendi hükümleri de zulme varacak kadar sert ve acımasız olmamalıdır. Çünkü bir binaya zulüm kapıdan girerse adalet pencereden dışarı çıkar. Zaten bu yüzden töre (kanun)Türk yönetim anlayışında aynı zamanda insaf anlamına gelir.
Bu şekliyle kanun, zora ve zorbalığa karşı halkı insafla himaye eden hükümlerin toplamıdır. Buradan da anlaşıldığı gibi Türkler kendilerini hükümdarın veya başka güçlü kişilerin insafına değil, kanunun insafına teslim etmektedir. Bunu doğrular şekilde Göktürk yazıtlarında da töresiz (kanunsuz) bir devlet olamayacağı söylenmektedir.
Kanunla aynı anlama gelen insaf, Arapça nesafe kökünden türemiş bir kelimedir ve anlamı; eşitlik ve adalet demektir. Bu da kanun yapmaktan maksadın eşitlik ve adalet sağlamak olduğunu, bunlar sağlanamıyorsa kanunların bir anlamı olmadığını göstermektedir.
Tüm bunlardan da anlaşıldığı gibi Türklerde yönetim hükümdarın şahsi iradesine bağlı bir idareye izin vermemektedir. Hükümdarlar verdikleri emir ve fermanları kanunlara uygun olarak vermek zorundadır. Yani hükümdarların yetkisi sınırsız değildir. Kanun ve yargıçlar tarafından sınırlandırılmaktadır. Kanuna bu kadar önem verilmesinin sebebi de budur. Çünkü kanun, hükümdardan bile gelse, her türlü kötülüğe karşı halkı koruyan ve himaye eden bir sığınak, bir güvencedir.
3. Güçlü bir ordu kurmak, bu ordu vasıtasıyla ülkede düzeni sağlamak ve ülkeyi dış tehditlere karşı korumak.
Tarih boyunca bütün Türk devletlerinde ordu devletin temeli gibi görülmüştür. Orduya verilen bu önemi dikkate alan bazı tarihçiler tarafından Türkler ordu millet olarak tanımlanmıştır. Hatta bazıları bu durumu Türkleri, ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir ordudur şeklinde abartılı bir şekilde tarif etmekten de kaçınmamışlardır. Türk tarihine bakıldığında bu söylenenlerde haklılık payı olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
Örneğin Yusuf Has Hacib te bir ülkenin ancak kılıçla kurulabileceğini ve ayakta tutulabileceğini söylemiştir. Ancak kurulduktan sonra ülkeye hükmetmek için sadece kılıç yeterli değildir. Ülke kalemle yönetilmelidir.
Türklerde savaş ile başka ülkeleri fethetmenin maksadı, hem ülkeyi genişleterek güçlendirmek, hem de gelir (vergi vb.) elde etmektir. Öte yandan aynı şekilde ülkeyi ele geçirmek isteyen diğer devletlerin ordularına karşı ülke topraklarını savunmak için de ordu önemlidir. Bu sebeple Yusuf Has Hacip ordunun hükümdarın kanatları olduğunu söylemektedir. Nasıl kanatları olmayan bir kuş uçamazsa, güçlü bir ordusu olmayan bir hükümdar da ülkesini yönetemez. Ordu kurmak için de devlet hazinesinin dolu olması gerekir. Dolayısıyla para ve asker birbirine bağlı ve birbirini besleyen iki önemli unsurdur.
4. Halkın hükümdar üzerindeki hakları ve hükümdardan temel beklentileri.
Hükümdarın buraya kadar açıkladığımız üç temel görevinden başka halkın da hükümdarın mutlaka yerine getirmesini beklediği ve kendi hakkı olduğuna inandığı üç husus vardır. Bir hükümdar bunları da mutlaka yerine getirmek zorundadır. Bunlar paranın değerinin korunması, adaletin korunması ve güvenliğin sağlanmasıdır.
Paranın değerinin korunması, halkın alım gücünün azalması ve ekonomik sıkıntılar altında ezilmesinin önlenmesi için zorunludur. Bu konu o kadar önemlidir ki Türk tarihi boyunca çıkan halk isyanlarına bakıldığında, bunların hemen hemen tamamının paranın değer kaybettiği dönemlerde çıktığı görülmektedir. Kanuni Sultan Süleyman gibi Osmanlı’nın en büyük ve güçlü padişahı olarak görülen bir padişah zamanında bile uzun süren savaşları finanse etmek için paranın metal ayarı ile oynanınca, para değer kaybetmiş ve bunun sonucunda halkın ekonomik durumu bozulunca başta Anadolu olmak üzere ülkenin birçok yerinde çok sayıda isyan çıkmıştır.
Halkın hükümdardan talep etmeye hakkın olan ikinci husus ülkeyi adaletle idare etmesidir. Adalet halkın en temel haklarından biridir. Üçüncü husus olan güvenliğin sağlanmasını isteme hakkı, halkın ülke içinde güvenle ve huzur içinde her türlü günlük faaliyetlerini yürütebilecek şekilde devletin kolluk kuvvetleri ile güvenliği sağlamasıdır. Hükümdar suçu önlemeli, suçluları yakalamalı ve kanun önünde cezalarını vermelidir.
Tüm bu taleplerinin karşılanması durumunda halkın da yerine getirmesi gereken üç görev vardır. Bunlar hükümdara itaat, vergi vermek ve devlete sadakattir. Ve Türk tarihi boyunca yaşanan olaylara bakılınca anlaşılmaktadır ki halk, ancak hükümdar tüm görevlerini yerine getirdiği zaman bu sorumluluklarını yerine getirmiştir.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuç şudur. Türklerde devleti yöneten kişinin gücü ve yetkisi sınırsız değildir. Bu yetki bazı şartlarla sınırlandırılmıştır. Hükümdarın iktidarda kalabilmesi için yerine mutlaka getirmesi gereken bazı temel sorumluluklar vardır. Halk ise ancak bunlar yerine getirildiği zaman bazı sorumluluklarla yükümlüdür. Yani Türklerde idare edenin idare yetkisi, idare edilenlerle karşılıklı sorumluluklara dayanan bir anlaşmaya dayanmaktadır.
Bu sebeple şunu söylemek mümkündür. Asıl olan devlet veya yöneten değil halktır. Asıl olan halk olunca ona hizmet eden kurumlar bu görevlerini yerine getiremedikleri zaman hiç tereddüt edilmeden yıkılmış veya değiştirilmiştir. Muhtemelen Türklerin tarih boyunca bu kadar çok devlet ve imparatorluk kurup yine aynı hızla bunları yıkması ve Osmanoğulları hariç hanedanlıkların ömrünün çok uzun olmamasının sebebi de budur.
Hits: 755
Türklerde Devleti Yöneten Kişinin Sahip Olması Ger...
- 5 Aralık 2018
Strateji oluşturma açısından ağırlık merkezi nedir...
- 10 Aralık 2018