
NGO (Non Govermental Organizaton) Nedir? – 1
- 17 Aralık 2018
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Küresel Sorunlar
- 7
1. Bölüm.
Sivil Toplum Örgütü adı altında faaliyet gösteren kuruluşların iç yüzü: Irak’ta yaşadığım tecrubeler.
NGO ismini muhtemelen gazete okuyan ve televizyon seyreden hemen herkes duymuştur. Bununla birlikte; bunların ne olduğu, amaçları, faaliyet alanları, ekonomik kaynakları vb. hususlar hakkında çoğu insanın pek fazla bilgisi toktur. Bir NGO ile karşılaşan ve karşılaştığı insanların NGO mensupları olduğunun farkında olan insan sayısı ise muhtemelen çok daha azdır.
Bunu nereden mi biliyorum? Biliyorum, çünkü ismini sık sık duyduğum bu kuruluşların sahadaki faaliyetleri ile ilgili ilk bilgileri ben de ancak 1995 yılında Irak kuzeyindeki PKK unsurlarına yapılan sınır ötesi askeri operasyona katıldığım sırada öğrendim.
1995 yılında yapılan bu operasyonda Irak’a en önden biz girmiştik. O zamanlar, Silopi yakınlarındaki Halil İbrahim Sınır Kapısı ile Irak’taki ilk yerleşim yeri olan Zaho yerleşim yeri arasındaki ana yolun iki tarafında, Türk kamyonlarına mazot satmak için yerleştirilmiş yüzlerce mazot tankeri veya deposu bulunuyordu. Bu yol üzerinde o kadar çok depo veya tanker vardı ki, eğer biri Zaho yakınlarındaki bir tankeri yaksa yangın kısa süre içinde Türkiye sınırına kadar ilerler ve her yeri kaplayacak olan alevler sebebiyle askeri araçların Irak içlerine ilerlemesi mümkün olmayabilirdi.
Bu sebeple, bize bu tankerlerin ve depoların başında ve civarındaki kişileri, her kim olurlarsa olsunlar yakalayıp depoların yanlarında bulunan binalara kapatmamız ve etkisiz hale getirmemiz, böylece yolun emniyetini sağlamamız emredilmişti. Bundan başka; yoldaki tüm sivil trafiği durduracak, araç hareketlerine müsaade etmeyecek ve bu araçlardaki insanları da enterne edecektik.
Verilen emirde ayrıca, risk alınmayacağı ve uyarıları dinlemeyen kişilere karşı her kim olurlarsa olsunlar gerektiğinde silah kullanılabileceği de belirtilmişti. Çünkü yüzlerce tekerlekli ve tırtıllı araç ve bunların yüklü olduğu tırlar ancak yol tamamen güvenli ve açık hale geldikten sonra yoldan ilerleyecek ve operasyon fiilen başlayacaktı. Yani operasyonun başlayabilmesi, bu yolun açık bulundurulmasına bağlıydı.
Operasyon öncesi yapılan çalışmalar sonucunda hazırlanan plana göre bizim tabur yol üzerinde Zaho’ya en yakın (en ilerdeki) bölgeden sorumluydu. Benim timim de taburun en ilerisindeki bölgeyi tutacak ve Zaho girişini kontrol altına alacaktı.
Neyse….
Bu plana uygun olarak bize belirtilen saatte Irak’a girdik. Önce sınır kapısı ve çevresindeki hakim araziye el atılarak emniyete alındı. Bundan sonra da yolu emniyete alacak birliklerin, zırhlı araçlarla desteklenmiş olan konvoyu yola çıktı. Konvoyun en önünde biz gidiyorduk. Taburumuzun sorumluluk bölgesine gelince timler teker teker yolun sağ ve solunu emniyete alacak tertiplenmeye başladılar. Benim timim de, emrimize verilmiş olan bir adet zırhlı personel taşıyıcı ve bazı başka araçlarla ilerleyerek Zaho girişini tuttu.
Sivil araçlardaki ve dışarıdaki sivilleri, kim olduklarına bakmaksızın, enterne ettik. Zaten gecenin oldukça geç vakti olduğundan, tanker ve depolardaki sivil şahıslar bunların hemen yakınlarındaki izbe binalarda uyuyorlardı. Bunları enterne etmek için binaları emniyete almaktan başka bir şey gerekmediğinden sorumluluk bölgemizi kontrol altına almakta pek zorlanmadık.
Tek sıkıntıyı Zaho’dan çıkıp Türk sınırına doğru gitmeye çalışan beyaz renkli, jeep tipi iki Toyota marka araçta yaşadık. Bu araçta bazı Amerikalı subaylar vardı. Bana, her akşam bu saatte sınır kapısındaki haber merkezine gidip mesajla ülkelerine rapor verdiklerini, şimdi de oraya gittiklerini, bu durumdan Türk askeri yetkililerinin de haberi olduğunu söylediler. Bu bana pek mantıklı gelmediğinden, adamların araçlarını yolun kenarına çektirip park ettirdim ve araçlarından kesinlikle çıkmamalarını söyledim. Timden bir unsuru da, ters bir harekette bulunurlarsa gereğini yapmaları için araçların etrafına mevzilendirdim.
Bu durumu gören Amerikalı subaylar söylediklerime harfiyen uyuyor ve herhangi bir direnişte bulunmuyorlardı. İçlerinden, rütbesinin yarbay olduğunu söyleyen biri, arkadaki araçta bir Türk irtibat subayı olduğunu ve amaçlarının ne olduğunu ona sorabileceğimi söyledi. Ben buna gerek olmadığını söyledim. Çünkü eğer böyle rutin bir hareket olsaydı ve bizim askeri makamların bundan haberi olsaydı bize haber verirlerdi. Üstelik gece yarısından sonra hareket etmek o dönem Irak’ında hiç mantıklı bir davranış olmadığından böyle rutin bir rapor olayı bana pek inandırıcı gelmemişti. Muhtemelen sınır kapısına gidip; kaç zırhlı araç, tank, top ve personelin operasyona katıldığını sayacaklarını düşündüm.
Buna rağmen, Amerikalı subay elindeki telsizle arkadaki araçtakilere, ‘’o Türk irtibat subayına beni ikna etmesini söylemelerini’’ bildirdi. Ben araçtan çıkarlarsa ateş etmek zorunda kalacağımı bildirdiğim için olsa gerek arka aracın penceresinden biri kapıyı dahi açmadan Türkçe olarak seslenmeye başladı: ‘’Ben Türk irtibat subayıyım. Dışarı çıkıp durumu anlatabilir miyim?’’
Zaten birbiri arkasında durduklarından arkadaki araç da bana çok yakındı. Birkaç adım atıp o araca yaklaştım. Pencereden seslenen şahıs bana kimliğini göstereceğini, kendisinin Amerikalıların yanında irtibat subayı olduğunu ve rütbesinin…. olduğunu söyledi. Ben bunun durumu değiştirmeyeceğini, araçtan çıkarsa adamlarımın ateş edeceğini söyleyince bu şahıs sinirlendi. Onları bırakmam konusunda Amerikalılardan bile daha ısrarcı olmaya başlayınca, ben kendisini sert bir şekilde uyardım. Bunun üzerine bu şahıs sesini daha da yükseltti.
‘’Senin rütben ne kardeşim? Sen benimle nasıl konuşuyorsun? Sen bizi durduramazsın… ’’ dedi.
Ben de kendisine; ‘’Rütbemi söylemeyeceğimi, çünkü benim rütbemin bir öneminin olmadığını, bana bu görevi ve görevle ilgili emirleri verenlerin rütbesinin kendisinden yüksek olduğunu, ayrıca emrin kesin olduğunu, bu yüzden general de olsa (öyle değildi, kendi söylediğine göre benden birkaç yıl daha kıdemli biriydi) kendisini dinlemeyeceğimi, eğer araçtan inerse verilen emir çerçevesinde kendisine karşı silah kullanacağımı’’ söyleyince adam sustu ve başını içeri soktu.
Bu şahıs, araçtaki Amerikalılarla konuştuktan sonra, sınır kapısına gitmekten vazgeçtiklerini ve geri dönmeye karar verdiklerini söyledi. Bu sefer de ben bırakmadım. Fakat tabur komutanına telsizle bilgi verince, bana onları geldikleri yere geri göndermemi söylediğinden, iki aracı da geldikleri istikamete doğru geri gönderdim.
Tam bu sorunu hallettik diye düşünürken Zaho’ya en yakın mevziden telsizle, askeri üniformalı ve belinde tabanca olan birinin yaklaştığını söylediler. Ben, gönderdiğim Amerikalıların birinin veya irtibat subayının geri dönmüş olabileceğini, ya da Zaho’da bulunan unsurlarımızdan birinin acil bir durumu haber vermek için bize doğru yaklaşmış olabileceğini düşünerek gelen kişinin üniformasının kime ait olduğunu sordum. Türk üniformasına benzediğini, başında şapka olmadığını, sallanarak yürüdüğünü, bu sebeple yaralı veya sarhoş olabileceğini söylediler.
Bunun üzerine, adama nişan almalarını ve takip etmelerini, ama adam saldırgan bir tavır takınmadıkça ben emir vermeden ateş açmamalarını söyledim. Yanıma badimi (body) alıp oraya doğru ilerledim. Gerçekten de, bizim askeri üniformamızın kumaşından bir askeri üniforma giymiş, belinde tabanca kılıfı takılı olan biri bize doğru sallana sallana yaklaşıyordu. Bir kenara mevzi aldım ve birkaç metre kala adama durmasını söyledim. Adam durdu ve Türkçe olarak konuşmaya başladı.
‘’Merhaba. Ben üsteğmen…’’
Adama dikkatle baktım. Zaho’nun girişindeki yol lambalarının zayıf ışığından adamın bıyıklı biri olduğu ve omuzunda üsteğmen rütbesi bulunduğunu fark ettim. Şaşırmıştım.
‘’Kimsin sen kardeşim? Kendini tanıt.’’ diye bağırdım.
Adam; ‘’Peşmerge…’’ diye mırıldandı.
Kollarını yukarı kaldırmasını, ellerini başının üzerinde birbirine kenetlemesini ve yavaşça dizlerinin üzerine çökmesini söyledim. Adam itirazsın dediklerimi yaptı. Yanına yaklaştım. Daha dört beş adım kala adamdan leş gibi bir rakı kokusu yayıldığını fark ettim. Adamın genel durumu da kör kütük sarhoş olduğunu gösteriyordu. Yanımdaki personel (badim) adamı aradı. Silah veya patlayıcı olmadığını tespit edince adamı yolun kenarına çekip sırtı yola gelecek şekilde yere oturttum.
‘’Tabanca kılıfın boş. Silahın nerede?’’ diye sordum.
‘’Silahı alırsam bana ateş edersiniz diye düşündüğümden merkezde bırakıp öyle dışarı çıktım.’’ dedi.
Adamın sadece sarhoş olduğunu ama her taraf asker kaynarken dışarı çıkmasına rağmen o kadar da salak olmadığını anladım. Tam da intikal başladığı sırada dışarı çıkıp yanımıza gelmesi şüpheli bir durumdu. Bu sebeple adama, oturduğu yerden hiç kalkmamasını, yola doğru dönmemesini ve şüpheli bir hareket yapmamasını, aksi takdirde kendisini vurmak zorunda kalacağımı söyledim.
Bu sırada bizim araç konvoyunun uç kısmı göründü. Araçlar geçerken elim tetikte, kulağım telsizde, gözüm çevrede olacak şekilde etrafı kontrol etmeye devam ettim. Ama araçların ucu bucağı görünmüyor ve bir türlü konvoyun sonu gelmiyordu. Daha sonra hükümetin basına yaptığı açıklamalara göre, operasyona 35.000 kişinin katıldığı ve bunların çoğunun Silopi’den hareket ederek Irak’a girdiğini dikkate alınca konvoyun ne kadar uzun olduğunu anlamak sanırım daha kolay olacaktır.
Bunun üzerine adamla sohbet etmeye başladım. Adam Barzani peşmerge unsurlarında üsteğmenmiş. Bizim birliklerle beraber birçok defa PKK’ya karşı yapılan operasyonlara katılmış ama artık Zaho’da görevliymiş. Akşam arkadaşlarıyla içmeye başlamışlar. Herkes yatmış ama o, kişisel sorunları yüzünden biraz canı sıkkın olduğu için içmeye devam etmiş. Bizim geldiğimizi öğrenince, rakı masasından kalkıp dışarı çıkmış. Rakıyı Türkiye sınır kapısından almışlar. Viski de varmış ama o rakı içmeyi daha çok seviyormuş. Zaman zaman da bira alıyorlarmış. En çok da …. birasını seviyormuş.
Adam bunları anlatırken yavaş yavaş ayılmaya başladı ve çenesi de iyice açıldı. Bana; Irak, kendi bölgeleri, PKK, Amerikalılar ve Talabani hakkında birçok şey anlattı. Anladığım kadarıyla PKK, Talabani ve Amerikalılardan nefret ediyordu. Ben, biraz önce bazı Amerikalı subayların sınıra doğru gitmeye çalıştığını söyledim ve bunların geceleri hep böyle dışarı çıkıp çıkmadıklarını sordum. Bazen gizli olarak çıktıklarını ama açıktan dolaşmadıklarını, bu saatte sınır kapısına gitmek istemelerinin tuhaf olduğunu, muhtemelen içeri giren Türk askeri miktarını tespit etmeye çalıştıklarını söyledi.
Ben gayri ihtiyari olarak bir küfür sallayınca adam; ‘’Sen Amerikan askerlerine sövüyorsun ama onlar o kadar tehlikeli değil. Esas tehlike anasını s…in NGO’ları.’’ deyince çok şaşırdım.
Adama, ‘’NGO nedir ki?’’ diye sorunca adam dikkatle yüzüme bakıp beni süzmeye başladı. Sanırım onunla dalga geçtiğimi zannetti. Ama benim ciddi olduğumu görünce güldü.
‘’Sen nasıl Türk subayısın. NGO’nun ne olduğunu bilmiyor musun? Buralar NGO kaynıyor. Hemen hepsi de Türkiye üzerinden buraya geliyorlar.’’ dedi.
Ben bozuntuya vermedim. ‘’Yahu sana ne nasıl subay olduğumdan. Biliyorum veya bilmiyorum. Sen neden bahsettiğini anlat.’’ diye ciddi bir şekilde cevap verdim.
Ve bunu söylediğime de pişman oldum. Çünkü adam aldı sazı eline ve nefes almadan anlatmaya başladı. NGO’ların çoğunun, insani yardım kuruluşu adı altında istihbarat ve propaganda faaliyeti yapan Amerikan ajanları olduğunu, bölgenin demografik haritasını çıkardıklarını ve yer altı kaynaklarını tespit etmeye çalıştıklarını söyledi. Üstelik bölgede sadece Amerikalıların değil bütün emperyalist Avrupa devletlerinin ve hatta Korelilerin bile NGO’ları varmış.’’
Ben; ‘’Eee? Ne yapıyor bu kadar çok NGO burada?’’ deyince adam hararetle konuşmaya devam etti. NGO’ların eski kiliseleri tamir ettirdiklerini, bölgedeki Hristiyanları örgütleyip eğittiklerini, halkın kırılma noktalarını tespit edip birbirine karşı kullanabilecekleri hassasiyetleri tespit etmeye çalıştıklarını, bunların sadece kendileri için değil Irak, İran, Suriye ve Türkiye için de tehdit teşkil ettiklerini, bölgeden Hristiyan gençleri yurt dışına çıkarıp eğittikten sonra geri getirdiklerini, bu yetiştirdikleri kişilerle istedikleri zaman bölgede etnik ve dini çatışmalar çıkarabileceklerini, ayrıca bunların PKK ile de temasta bulunduklarını uzun uzun anlattı.
Adam o kadar uzun konuştu ki, o konuşurken bütün araçlar bizim hizamızdan geçip gitti. Tabur komutanı intikalin tamamlandığını ve şimdi de emniyet unsurlarının konvoyun arkasından sırayla çözülerek intikal edeceğini söyleyince adamı alıp en yakın binaya soktum ve biz gidene kadar burada kalmasını söyledim.
Biraz sonra da, yolu emniyete alan unsurların araçları geçmeye başladı. Tabur komutanı telsizle haber verince biz de araçlara binip taburu takip etmeye başladık. Zaho gece karanlığında çoğu bir-iki katlı izbe binalardan oluşan harabeye dönmüş bir yerleşim yeri gibi görünüyordu. Sokaklarda ve ana caddede hiçbir canlı yoktu. Telsiz konuşmalarından, ilçe içindeki ana yolun da bizim bazı unsurlar tarafından emniyete alındığı anlaşılıyordu.
İlçeden çıktıktan biraz sonra ‘’Batufa’’ yazan levhadan sola döndük. Bir vadinin kuzey sırtlarından doğuya doğru ilerliyorduk. Artık sabah olmak üzereydi. Bir süre gittikten sonra ön taraftaki araçlar durdu. Biz de durup hemen araçlardan indik ve yolun iki yanına mevzilendik. Telsizle verilen emir üzerine mevzilerden çıktık ve yürüyerek ana yoldan sola doğru ayrılan oldukça geniş bir yola girdik. Bizim önümüzden de birkaç tim gidiyordu. Artık hava iyice aydınlanmaya başladığından ilerideki sırtlarda oldukça büyük bir kasaba olduğunu gördüm. Operasyon öncesi verilen emirlerden burasının ‘’Dar kar ajam’’ olduğunu biliyordum.
Kuzeye doğru dümdüz ilerleyen yoldan yürümeye devam ettik ve biraz sonra kasabanın girişine ulaştık. Solda göğüs hizama yakın yükseklikte havlu duvarı olan bir okul vardı. Sağ tarafta da önünde elleri tetikte bekleyen Peşmergelerin olduğu bir bina bulunuyordu. Peşmergelerle bizden bazı komutanlarımız konuştukları için onlarla hiç ilgilenmeden timimi okulu geçer geçmez sol taraftaki açıklıkta mevzilendirdim. Okulun 20-30 metre kadar kuzeyinde tek katlı bir ev vardı ve evin penceresinde Abdullah Öcalan’ın resmi olduğundan cephemiz bu binaya doğru olacak şekilde bir düzen aldık.
Bu binanın devamında, bizdeki köy meydanları gibi büyükçe bir meydan vardı. Meydanın ortasında ise önünde yalağı da olan büyük bir çeşme bulunuyordu. Kasabaya girdiğimiz yol, hafif bir meyille kasaba boyunca dümdüz devam ediyor ve Çiya Kere sırtları eteklerine gelince, aniden yükselen rakım sebebiyle, bir yılan gibi tırmanıyor ve sırtların zirvesindeki bir boyun noktasında kayboluyordu.
Etrafı dikkatle kontrol etmeye başlayınca, kasabanın sol (batı) tarafında derin bir kuru dere yatağı olduğunu ve kasabanın sınırının burada sona erdiğini gördüm. Kasabadaki evler genellikle bir veya iki katlıydı. Kasabanın üst tarafında (kuzeyinde) yüksek bir su kulesi görünüyordu. Merkezde ve ana yolun yukarı kısmında da birkaç tane çok katlı bina vardı. Kasabanın kuzey tarafına yakın bir yerde, kuzeye çıkan ana yolun sol tarafında büyük bir bina ve bu binan üzerinde dalgalanan KDP flaması vardı. Operasyon öncesi yapılan planlama çalışmalarından burasının belediye binası olduğunu biliyordum.
Ben etrafı kontrol ederken bizim unsurlar kasabaya intikali tamamladılar ve kritik bölgelere konuşlandılar. Bu sırada tank ve ZPT’ler de kasabanın etrafını çevirmiş ve mevzilenmişlerdi. Biraz sonra tabur karargâhından bir personel, 17-18 yaşlarında biriyle beraber yanıma geldi. İsminin Ali olduğunu söylediği bu gencin arama tarama esnasında benimle beraber bulunacağını, kendisinin bu kasabada yaşadığı için her yeri iyi bildiğini söyledi.
Ali’yi yanıma oturtup konuşmaya başladım. Liseyi bitirmiş. Oldukça iyi İngilizce konuşuyordu. Çok az da Türkçe konuşabiliyordu. Ayrıca Arapça ve Farsça da biliyormuş. Bu durum bölgede görev yaptığım yıllar boyunca benim çok dikkatimi çeken bir husus olduğundan bu konu ile ilgili birkaç cümle kurmayı gerekli görüyorum. Bizde artık ilkokullardan itibaren İngilizce eğitimi verilmesine rağmen doğru dürüst İngilizce konuşabilen çok az insan var. Ama bu bölgede etnik kökeni ne olursa olsun birçok insan birden fazla dili akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Bu duruma bakınca bizde, okullardaki dil eğitiminde büyük bir sorun olduğunu düşünmemek elde değil.
Tekrar konumuza dönecek olursak, henüz aramaya başlanması için emir verilmeden yakınımızdaki evi aramaya karar verdim. Çünkü Ali, bu evin PKK’lılara ait olduğunu ve burada kalan PKK’lıların bir gün önce kasabayı terk ettiklerini söyledi. Tuzaklı olma ihtimaline karşı evin kapısını paraşüt ipi bağlayarak uzaktan açtık. Ali, ben ve timden bir başka Ali ile birlikte eve girdik. Girişte herhangi bir şey yoktu. Sol taraftaki odada sadece bir divan bulunuyordu. Divanın altını üstüne getirdik ama herhangi bir şey bulamadık. Girişin karşısındaki küçük bölümde ise odundan başka bir şey yoktu.
Fakat sağ taraftaki büyük odaya girince tehlike çanları son derece yüksek bir frekanstan çalmaya başladı. Çünkü dışına Apo’nun resmi asılmış olan geniş pencerenin iç kısmında üst üste yığılmış bir-iki anti tank mayını ve çok sayıda anti personel mayını bulunuyordu. Anti personel mayınlarının bir kısmı İtalyan mayını da denilen kahverengi plastik kapları içindeki küçük mayınlardı. Bunun dışında, odanın orta yerinde büyük bir odun sobası ve sobanın yanında küçük bir masa ve dört sandalyeden başka bir şey yoktu.
Mayınları görünce yanımdakileri de alıp dikkatli bir şekilde dışarı çıktım. Timi herhangi bir patlamaya karşı emniyete almak için okul duvarının arkasına çektim. Çevredeki diğer timleri de uyardım. Mayınlar tuzaklanmış olabilirdi. Bu sebeple timin iki istihkâm (patlayıcı) uzmanına mayınları emniyetli bir şekilde dışarı çıkarmaları emrini verdim. Onlar bu işin eğitimini almış ve timdeki patlayıcılar konusunda en bilgili personeldi. Nitekim iki istihkâm uzmanı içeri girdi ve yarım saat bile geçmeden tapaları sökülmüş ve emniyete alınmış şekilde mayınları dışarı çıkardılar. Mayınları okulda kurulan karargâh ve silah toplama merkeze teslim ettik. Bu sırada arama tarama faaliyetine başlanması emredildiğinden biz de bize verilen bölgeyi aramaya başladık.
Aradığımız ilk evler meydanın batı kısmındaki tek katlı evlerdi. Kasabada avlusu bulunan ev pek yoktu ama bu evlerin hepsinin avlusu vardı. Kasaba meydanından önce avluya giriliyor, bahçeyi ortasından geçilerek evin kapısına ulaşılıyor ve evler batı tarafından geçen dere yatağına bakıyordu. Avlular oldukça küçüktü. Hatırladığım kadarıyla 50 metre kare civarındaydı. Evler de pek büyük değildi.
Daha ilk evin kapısına geldiğimizde sokak kapısının üzerine açık mavi renkte yağlı boya ile çizilmiş olan haç dikkatimi çekti. İçeri girdiğimizde, çiçek ve ağaçlarıyla gayet güzel olan bahçe de dikkat çekiciydi. Evlerin içi de bahçesi gibi oldukça düzenli ve temizdi. İlk evi arayıp dışarı çıkınca, binanın dış boyasının da tertemiz olduğunu gördüm. Yan yana dizilmiş ve hemen hemen aynı düzene sahip olan diğer evlere bakınca onların da yeni boyanmış gibi durduklarını ve kapılarında haç çizili olduğunu gördüm.
Bu durum merakımı celp etti ve yanıma kılavuz olarak verilen Ali’ye bu evlerin kime ait olduğunu sordum. Ali biraz duraklayıp, acaba bir şey söylesem mi söylemesem mi der gibi bana baktıktan sonra derin bir şekilde iç çekti ve konuşmaya başladı.
‘’Bunlar Hristiyanların evleri. Bunlar buranın yerli halkı. Eskiden beri kasabadaki diğer insanlar gibi işinde gücünde insanlardı. Fakat buraya NGO’lar geldikten sonra işler değişmeye başladı. Bir gün kasabaya Amerikan askerleriyle birlikte bazı NGO mensupları geldi. Hristiyan evlerinin kapılarına şablonla haç çizdiler. Bu durum bizi tedirgin etti. Bu durumu, sanki bu evlere dokunursanız karşınızda bizi bulursunuz demek istiyorlar şeklinde algıladık.
Bu olaydan sonra NGO’lar bu kişilere yardım etmeye başladılar. Evlerini bile onların verdiği boyalarla boyadılar. Ayrıca, Zaho’da bir kiliseyi restore edip başına bir papaz koydular. Her hafta mavi bir otobüs gönderip Pazar ayini için buradaki Hristiyanları o kiliseye götürüyorlar. Bunlar sözde yardım kuruluşu ama Hristiyanlardan başka hiç kimseye yardım etmiyorlar. Hâlbuki kasabada durumu bunlardan çok daha kötü bir sürü insan var…’’
Ali bunları söyledikten sonra durakladı ve kısa bir süre düşündükten sonra devam etti.
‘’Tabii BM kamplarındaki PKK’lılar hariç. Onların da durumları çok kötü ve sefalet içinde yaşıyorlar. NGO’lar ve hatta kampların kurulmasına öncülük eden Birleşmiş Milletler bile, Hristiyan olmamalarına rağmen onlara da yardım ediyor.’’
Ben bu BM kamplarından haberdar değildim. Hangi kampları kastettiğini sordum.
‘’Türk sınır karakollarını PKK’lı teröristlerle birlikte basıp askerleri öldüren bazı sınır köyleri, Türk ordusu gelince bunun intikamını alır diye korkarak Irak’a kaçtılar. Bunlar BM’nin kurduğu kamplarda, çadırlarda yaşıyorlar. Tüm yiyecek içecekleri de BM ve NGO’lar tarafından karşılanıyor. Fakat kamplar PKK’lılar tarafından yönetiliyor.’’
Ali NGO faaliyetleri hakkında buna benzer daha birçok şey anlattı. Önce sarhoş peşmerge ve ardından da Ali’nin söyledikleri sebebiyle operasyon sonunda Silopi’ye ve daha sonra Ankara’ya dönünce bu NGO’lar hakkında bulduğum bütün yazıları okumaya çalıştım. Daha sonra Harp Akademileri’nde okurken derslerde bunlar hakkında bazı bilgiler verdiler. Bu gün kitaplarımı düzenlerken akademide aldığım notlara rastlayınca bu yaşadıklarım aklıma geldi ve NGO’lar hakkında bir yazı yazmaya karar verdim.
Ama yukarıda bahsettiğim olayları anlatmaya başladığımda yazının çok uzadığını görünce, bu bilgileri bölümler halinde yayınlamanın daha uygun olacağı kanaatine vardım. Bu sebeple yazımı burada sonlandırıyorum. Bir sonraki yazımda NGO’lar hakkında bazı bilgileri mümkün olduğu kadar özet bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Saygılar sunarım.
Hits: 75
FIRATIN DOĞUSU – 1
- 17 Aralık 2018
FIRATIN DOĞUSU – 2
- 18 Aralık 2018