
NGO (Non Govermental Organizaton) Nedir? – 4
- 25 Aralık 2018
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Küresel Sorunlar
- 4
4. NGO’ların görünmeyen yüzleri?
NGO’lar, daha önceki NGO 1, NGO 2 ve NGO 3 başlıklı yazılarımızda da açıklamaya çalıştığımız gibi, insani yardım, gönüllü sosyal hizmet, insan hakları savunuculuğu vb. herkes tarafından kabul gören evrensel değerler çerçevesinde hareket ettiklerini iddia etmektedirler. Fakat son zamanlarda gerek kamuoyunda, gerekse bazı devletlerin yöneticilerinin verdikleri demeçlerde sık sık bu kuruluşların bazılarının, bu değerleri gerçek yüzlerini gizlemek için bir maske olarak kullandıkları dile getirilmektedir.
Bu iddialar esas olarak, bazı devletlerin NGO’ları milli çıkarları için kullandıkları noktasında toplanmaktadır. Bu iddialara göre; NGO’lar bunları kuran, destekleyen ve kontrol altında bulunduran devletler tarafından stratejik istihbarat temini, diplomasiyi engelleme veya etkileme, misyonerlik, kültürel ve dini dönüştürme, sosyal yapıyı çözümleme, ideoloji taşıma, kültür aktarımı, yer altı ve yer üstü kaynakların tespiti gibi hususlarda birer vasıta olarak kullanılmaktadır.
Üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise bazı devletlerin NGO’ları beşinci kol faaliyetleri için kullandığı iddiasıdır. Özellikle ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin bazı gizli faaliyetleri yürütmek, gizli görevleri icra etmek vb. maksatlarla NGO’lar kurdukları ve bunları kullandıkları en çok dile getirilen iddialar arasındadır.
NGO’larla ilgili olarak ileri sürülen bu iddiaları şu başlıklar altında toplamak mümkündür.
a. Yerel kültürlerin yaşatılması iddiası kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılması ve etnik bölünmelerin güçlendirilmesi.
b. Misyoner faaliyetlerinin yürütülmesi ve böylece faaliyet gösterilen ülkede kendilerine bağımlı Hristiyan bir nüfus oluşturulması.
c. Faaliyet gösterilen ülkelerde hukuk birliğinin parçalanması ve çok hukuklu bir yapı oluşturulması.
d. İllegal örgütlerin birleştirilmesi ve kendi amaçları doğrultusunda kullanılması.
e. Demokratik kitle örgütlerinin NGO haline getirilmesi ve sivil itaatsizlik çağrıları ile kamu düzeninin bozulması.
f. Sivil denetim söylemleri ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetim altına alınması ve gizli bilgilere ulaşılması.
g. Bu yöntemleri kullanarak ülkelerde rejimlerin, devlet yapılarının ve iktidarların değiştirilmesi. Böylece NGO’ları kontrol eden ülke veya ülkelere bağımlı politikalar uygulayan yöneticilerin iş başına getirilmesi.
h. Doğal kaynakların tespiti ve bunların sömürülmesi için uygun altyapının oluşturulması.
ı. Stratejik, operatif ve taktik alanda kullanılabilecek istihbarat bilgilerinin toplanması.
Bunlara başka hususlar da ilave edilebilir fakat iddiaların ağırlıklı olarak bu hususlar üzerinde yoğunlaşması sebebiyle burada bunları ifade etmekle yetiniyoruz.
Tüm bu faaliyetleri gerçekleştirmek için faaliyet gösterdiği iddia edilen NGO’ların bu yöndeki etkinliklerini son zamanlarda en belirgin şekilde ortaya koydukları ilk ülke Irak olmuştur. Bunda BM’nin aldığı bazı kararların da etkili olduğu söylenebilir. BM kararları görünüşte oldukça açık ve adil gibi görünse de uygulamada bu kararlar NGO’lar tarafından kendi istedikleri gibi yorumlanarak kullanılmıştır.
Örneğin BM’nin aldığı ‘’Tüm üye ülkeler; Irak’ın ve bölgedeki tüm devletlerin egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına taahhütlerini teyit ederek, Irak’ın tüm bölgelerinde yardıma ihtiyacı olan insanların tamamının uluslararası insani örgütler tarafından acil yardım yapılmasına Irak’ın izin vermesinde ve bunların çalışmaları için gerekli kolaylıkların sağlanmasında ısrar eder. BM, tüm üye devletleri ve tüm insani kuruluşları bu insani yardım çabalarına katkıda bulunmaya davet eder.’’ şeklindeki karara rağmen uygulama bundan çok farklı olmuştur.
Bu karara göre Irak’ta faaliyet gösteren tüm NGO’ların Irak hükümetinden izin alması gerekirken, Irak’ın kuzeyinde faaliyet gösteren NGO’lardan ikisi hariç hiçbiri merkezi Irak hükümetinden izin almamıştır. Bu durum, bölgede bu gün faaliyet gösteren NGO’lar için de pek değişmemiştir. Tam aksine Irak kuzeyinde faaliyet gösteren NGO’lar BM’nin 688 numaralı kararının hilafına faaliyet göstermişler, Irak kuzeyinin merkezi hükümetten kopuşunu hızlandırmışlar ve bu bölgede bağımsız bir Barzani devleti kurulması için gerekli alt yapının oluşmasına katkı sağlamışlardır.
Bu bölgedeki NGO’lar Türkiye açısından da önemli sorunlar yaratmışlardır. Çünkü PKK Terör Örgütü 1990 Körfez Krizi’nin ardından Irak kuzeyine gelen NGO’larla temas kurmuş, bu NGO’lar sayesinde sağladığı irtibatlarla Avrupa’daki taraftar kitlesini, Avrupa’dan topladığı para miktarını ve siyasi desteği artırmıştır. Böylece, o zamana kadar henüz bölgesel bir örgüt olan PKK, uluslararası bir örgüt niteliği kazanmıştır.
NGO’lar, 1990’lardan itibaren sadece Irak’ta değil Türkiye’de de yoğun bir faaliyet içine girmişlerdir. Dikkat çekici bir şekilde bu örgütlerin Türkiye’deki faaliyetleri de ülkeyi mevcut etnik ve dini grupları kullanarak ve yenilerini yaratarak bölmeye yönelik faaliyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun için başlangıçta zihinsel bir altyapı oluşturmak için demografik araştırma ve inceleme faaliyetleri yürütülmüş ve bu faaliyetlerden elde edinilen bilgiler büyük oranda çarpıtılarak bazı yayınlar yapılmaya başlanmıştır.
Bu kapsamda en önemli faaliyetlerden biri Fransız ve Alman araştırmacılar tarafından Türkiye’nin etnik yapısı adı altında kitaplar yazılması olmuştur. Ne yazık ki bu kitaplar, Türkçe’ye çevrilerek ülkemizde de yayınlanmıştır. Bu kitaplar, bundan sonra adeta bu konuda yapılan konferanslar, seminerler ve hatta televizyon programlarının temel kaynak dokümanları haline gelmiştir.
Türkiye’deki yerli NGO’larla koordineli olarak çalışan Alman akademisyen Peter Alfrond Andrews tarafından yapılan araştırmaya dayanarak yazılan kitapta Türkiye’de 47 etnik grup olduğu iddia edilmiştir. Bir Fransız yazarın Türkiye’de de yayımlanmış olan kitabına göre bu rakam çok daha yüksek olarak gösterilmiştir. Bu kitaplarda o kadar art niyetli bir yaklaşım izlenmiştir ki, bu art niyet daha kitabın içindekiler bölümüne bakıldığında bile göze çarpmaktadır.
Örneğin Türkiye’de Yörük, Türkmen vb. gibi etnik grupların var olduğu ve bunların Türk’ten farklı bir etnisiteye sahip oldukları öne sürülmüştür. Alman akademisyen bu çabalarını daha da ileri götürmüş ve kendi kafasına göre Laz alfabesi diye bir alfabe icat ederek bu alfabenin yazılı olduğu kitapçıkları gizlice Türkiye’ye sokmuştur.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi Türkiye’de en yoğun şekilde faaliyet gösteren NGO’lar Alman kökenli NGO’lar olmuştur. Türkiye’deki yasal boşluklardan ustaca yararlanarak 1984 yılından itibaren ülkemizde faaliyet gösteren bu Alman NGO’ları, yerel NGO’larla da temas kurmuş ve birçok alanda bunlarla işbirliği içinde çalışmışlardır.
Türkiye’de faaliyet gösteren Alman NGO’larının yaptığı çalışmalara bakıldığında bunların, yerli NGO’ların bazıları ile işbirliği içinde Türkiye’de genel olarak etnik bölücülük, mezhep temelli bölücülük ve irticai örgütler vasıtasıyla laik-anti laik temelli bölücülük çalışmaları üzerinde yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır.
Alman vakıflarının bu amaçla yaptıkları faaliyetlere bakıldığında, durumun vahametini daha açık bir şekilde anlamak mümkündür. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman NGO’larının en çok bilinenleri Konrad Adenauer Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı’dır. Bu vakıfların ortak özelliği, hepsinin de Alman devleti tarafından finanse edilen vakıflar olmasıdır. Bu sebeple, öncelikli amaçlarının Alman politik hedeflerini gerçekleştirmek için çalışmak olduğunu söylemek için sanırım müneccim olmaya gerek yoktur.
Bu NGO’ların düzenlediği etkinlikler ve faaliyetler de bu kanaati destekler niteliktedir. Örneğin bu vakıflarla koordineli olarak İstanbul Barosu tarafından 8-9 Haziran 2001’de bir uluslararası toplantı yapılmıştır. İlginç bir şekilde bu toplantıda; ulusal, ulus üstü ve uluslararası hukukta azınlık hakları konulu bir sempozyum düzenlenmiştir. Bu sempozyumda yapılan konuşmalardan, ülkenin alt kültürel kimliklere bölünmesi, bu kimliklerin tahrik edilmesi ve bir etnik çatışma ortamının yaratılması amaçlandığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Alman NGO’larının Türkiye’de altın rezervleri gibi yer altı kaynaklarının ekonomiye kazandırılmasını, yani Türkiye’nin ekonomik olarak güçlenmesini önlemeye çalıştıkları da çok üzerinde durulan iddialardan biridir. Nitekim siyanürün çevre sağlığına olumsuz etkisini öne sürerek yaptığı protestolarda ilginç protesto tarzlarıyla kamuoyunun dikkatini çeken bazı grupların Alman NGO’ları ile irtibatlı oldukları ve bu NGO’lar tarafından finanse edildikleri öne sürülmüştür.
Bu yöndeki faaliyetler, sadece Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın güçlü ülkeleri tarafından değil komşularımız olan bazı küçük devletler tarafından da zaman zaman artan yoğunlukta yürütülmektedir.
Örneğin bir zamanlar, Karadeniz bölgesinde yaşayan insanların çoğunun aslen Rum olduğunu iddia eden ve bir dönem televizyon ekranlarında günlerce boy gösteren bir şahsın faaliyetleri de bu kapsamda faaliyetler olarak değerlendirilebilir. Bu şahıs herhangi bir yüksek eğitim görmemesine rağmen farklı kaynakları kullanarak bu kitabı yazdığını iddia etmiştir. Fakat ilginç olan bu şahıs kendi yazdığını iddia ettiği kitaba tam olarak vakıf değildi. Çünkü televizyon programlarında kendi kitabında yazılı bazı sorulara kitapta öyle bir şey yazdığından haberi olmadığı için verecek cevap bulamıyordu.
Bu şahsın kitabı yazmasından birkaç yıl geriye gidildiğinde, bu dönemde İstanbul’da bazı Ortodoks kurumlarının temsilcileri ile görüştüğü ve ayrıca Yunanistan’a giderek orada eğitim aldığı, Yunanistan’da da kilise vakıfları ile irtibatta olduğu anlaşıldığından bu kitabı kimin yazdığını veya kimin yazdırdığını açıklamaya sanırım gerek yoktur.
Bu konuda verilebilecek diğer bir örnek ise; Suriye’nin, kaynağı Türkiye’de olup Suriye’den geçerek okyanusa dökülen nehirler üzerinde barajlar yapılmasını önlemeye yönelik faaliyetleridir. Herkesin malumu olduğu üzere, bir zamanlar Fırat Nehri üzerinde yapılan barajlar hakkında ülkemizde yoğun protestolar yapılıyordu. O zamanlar bu protestolarda, Zeugma antik kenti de dâhil bazı tarihi yapıların sular altında kalarak yok olacağı iddia ediliyordu. Bu haliyle yapılan protestolardan kişisel olarak benim de etkilendiğimi itiraf edeyim. Fakat daha sonra resmi kanallardan bu protestoların Suriye yönetimi tarafından finanse edilen bazı NGO’lar tarafından desteklendiği ve yönlendirildiğini öğrendim.
Bana bir vesileyle birinci elden verilen bilgiye göre, bu barajların yapımı için Avrupa kaynaklı kredi kullanılacakmış ve yapılan protestolardan amaç bu kredinin verilmesinin önlenmesi için kamuoyu baskısı oluşturmakmış. Bunun için de bazı NGO’lar kullanılıyormuş. Bu protestoların arkasında ise Suriye yönetimi varmış. Baas yönetimi, Suriye’nin su savaşında uyguladığı bu dolaylı tutum stratejisi kapsamında bu protestoları düzenleyen örgütleri finanse ediyor ve Avrupa gazetelerinde bu konuda parayla yazılar yazdırıyormuş. Fakat o zamanlar, daha sonra FETÖ yönlendirmesiyle AKP hükümeti tarafından kapatılan bir resmi birim tarafından bölgede yapılan psikolojik harekât faaliyetleri sayesinde protesto mitinglerinin bölgede etkili olması önlenmiş.
Yukarıda yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığına göre NGO’ların bir kısmı bazı devletler tarafından yönlendirilmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’nin, dünyada mevcut önemli NGO’ları ve kendisi üzerinde olumsuz etki yaratabilecek tüm NGO’ları takip ederek bunlardan kaynaklanacak olumsuz etkileri engelleyecek tedbirleri almasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu açıktır. Öte yandan, sadece savunmacı tedbirler almak, yapılması gerekenlerin sadece bir yönünü oluşturmaktadır. Ayrıca, NGO’lardan kendi çıkarlarımız doğrultusunda faydalanmak için de gerekli yöntemlerin geliştirmesi zorunludur.
Hits: 55
NGO (Non Govermental Organizaton) Nedir? – 3
- 24 Aralık 2018
NGO (Non Govermental Organizaton) Nedir? – 5
- 26 Aralık 2018