
BERBAT DURUMDAYIZ -2
- 8 Şubat 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Türkiye
- 23
08.02.2019 / ANAKARA
Döndük dolaştık imefeye borç vermekten imefeden borç almaya geldik.
Türkiye’nin imefe macerası 11 Mart 1947 yılında başlar. Üye olunan bu tarihten itibaren ilişkiler Türkiye’yi yönetenlerin derin beceriksizlikleri bağlamında, Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir. Oysa ilk üye olan devletlerden birisidir Türkiye ve borçsuzdur ve üreticidir ve şevklidir… İmefe 1945 yılının son günlerinde kurulmuş olup, 187 ülke üyedir.
Mevcut iktidar partisinin başta genel başkanı olmak üzere, neredeyse tüm yetkilileri imefe üzerinden geçmiş iktidarları lanetliyorlardı. Bunu da imefeye olan borçları bitirdik, artık ona borç veriyoruz söylemi ile yapıyorlardı. Borç veriyoruz dedikleri ise üyelik aidatıdır. Seçmen kitlesi bunu yuttu, ne de olsa okuma ve araştırma özürlüsüdür.
Nedense son zamanlarda bu söylem terk edildi. Bu gibi boşluklarda hemen araştırmak gerektiğinden, imefe ile neredeyse 1 yıldır (belki de daha fazla) görüşüldüğünü gördüm. Konuyla ilgili olarak da 2018 yılı temmuz ayında yazdım: Niye Başkanlık Sistemi. BAKINIZ. İmefeden istenen seçime kadar 20, seçimden sonra ise 200 milyar dolardır. İmefenin dediği ise seçime kadar 5-7, seçimden sonra ise 50 milyar dolardır. Bunun da şartı, önce gelir inceleriz, uygun görürsek veririz ve buna da ABD politikalarına tam uyum şartı getiririz. Evet, tam bu noktada “ey” ile başlayan bir cümle duymak istediğinizi biliyorum ama o sesler artık kolayına çıkmayacak. Başkanlık sisteminin içerde olanlar için bir kafes olduğunu her geçen gün içindekiler daha derinden anlayacak ama bu yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağa benzetmesinde olduğu gibi olacak. Tam 17 yıldır Türk Milletine yapılan buydu ve sıra yapanlara geldi. Neydi etme bulma dünyası mı? Ama her olayda olduğu gibi ben yine bu millete acıyorum, olan yine ona olacak.
Hoş adamların tuzu yine kuru. O borcu şahıslarına almıyorlar, devlet adına alıyorlar ve nerede nasıl kullanılacağına millet karar veremiyor. Şunu demek istiyorum; o paralar da gitti gider. Oraya buraya yapılacak saraylara, anlamsız havaalanlarına, köprülere, tünellere, yandaş inşaat şirketlerine harcanır ve millet bundan bir fayda görmez. Buna da itibar canım, itibar denir. Ama borcu millet sırtlanır. Devlet çökerken, “Osmanlıda da mı böyle olmuştu?” diyenleri duyuyorum.
Herkes bir olay olduğunda veya işler ters gittiğinde devleti suçlar. Ancak kimse devletin çalışanlarının devletin kapsadığı alanda yaşayan insanlardan oluştuğunu nedense dikkate almaz.
Devlet yapısı milletin kendisini yönetmesi, sorunlarına hızlı ve kolay çözümler bulması için milletin kendisince oluşturulmuş ve kadrolarında yine milletin içinden gelenlerin yer aldığı bir düzenektir. O insanlar devlet kadrolarının içinden çekildiğinde devletin tamamen boş odalardan, boş teşkilat şemalarından oluştuğu ve tamamen cansız olduğu görülecektir. Ama devlet kadrolarını oluşturanlar, zamanla halktan koparak devlet kavramını kirletme yoluna gitmişlerdir. Kirlenmenin farkında oldukları için de pisliğin daha az görülmesi için devlet kadrolarını büyüttükçe büyütürler. Devlete giren herkes bu yolu izlemektedir. İzlemeyenleri ise devlet denen o mekanizma kusmaktadır. Çünkü çoğunluk kötülerden oluşmaktadır. İyi yönetilen devlet kadrolarında ise bu iş tamamen tersinedir, kötüler kusulur.
Bir başka açıdan yaklaşalım. Devlet ile oturup çay içen, sohbet eden var mı? Buna var diyen gitsin zekâsını kontrol ettirsin. Devlet dairelerine gidildiğinde yine o milletten bir insan ile karşılaşılır ve iş görülür. İşin iyi görülürse o kişi yardım etmiş olur, kötü sonuç alınırsa devlet suçlanır. Sıradan insanların devlet dediği aslında o işi yapan kişilerdir. Esasında o insanlar devlet değildir, devlet düzeni içinde çalışanlardır ve o toplumun içinden gelmişlerdir, emekli olduklarında gidecekleri yer geldikleri yerdir. Devlette çalışanların hepsi toplumun bir görüntüsüdür. Toplum düzgünse devlet çalışanları düzgün olur, değilse devlet kadroları da berbat durumda olur.
Bu konuya niye girdiğime gelince; Kızılay’ın kan bağışçılarından biriydim ama 2007 yılında bıraktım. Bırakma nedenim çok basit gibi görünmekle beraber bence çok önemlidir. Ankara’dan Samsun’a kendi kullandığım araç ile seyir halindeyken, cep telefonum çaldı. Tanımadığım bir Ankara numarasıydı. Yanıtladım. Karşımdaki kişi kendini Kızılay’ın Cebeci Kan Merkezinden arıyorum diye tanıtan bir kadındı:
-Güven bey, bana donör numaranızı söyleyebilir misiniz?
-Bakın hanımefendi, adımı ve numaramı biliyorsunuz. Emin olun bunların karşısında bir yerde yazıyordur, iyi bakın.
-Bulamadığımız için sizi arıyoruz.
Normal şartlarda buna ağır konuşmam gerekiyordu ama o anda kararımı verdiğimden kibarca geçirdim:
-Hanımefendi, telefonumu, adımı soyadımı, kan grubumu biliyorsunuz ama tanıtım numaramı bilmiyorsunuz. Bir de karneyi yanımızda taşıdığımızı düşünüyorsunuz. Daha anlaşılır söylersem; benim size verdiklerimi biliyorsunuz ama sizin bana verdiğinizi bilmiyorsunuz. Ne iş bu iş? Biz kimlerle çalışıyoruz?
O gün bugündür kan vermiyorum. Büyük olasılıkla ölene kadar vermeyeceğim. O güne kadar, bedenim hızlı toparlandığı için, her yıl dört birim kan verirdim. Eğer bu şapşallıkla karşılaşmasaydım aradan geçen 12 yıl içinde, yılda üç birimden hesaplarsak, en az 36 birim kan vermiş olacaktım. Zaten gelinen noktada, benden alınan kan doğrudan damar yolu ile hastaya aktarılmıyor, kan ürünü olarak veriliyor (pahalı bir sistem). Çünkü 2012 yılı şubat ayında sağ alt ekstremitede derin ven trombozu (DVT) çıktı. Türkçeleştirirsem derinlerdeki toplardamarlarda pıhtılaşma söz konusu, her an pıhtı atabilir.
Şimdi sorum şu: Devlet mi bu dangalaklığı yapan yoksa oradaki bir millet ferdi mi? Doğru yanıt millet ferdi olacaktır. İşte, millet ne kadar kaliteliyse, devleti de o kadar kaliteli olur. Ne kadar berbat durumdayız, değil mi?
Herkes yatakta yatıyor, başını bir yastığa koyuyor, üstüne yorgan çekiyor, o yatağa bir yatak koruyucu ve çarşaf seriyor, o yorgana bir nevresim geçiriyor, o yastığa bir koruyucu bir de kılıf geçiriyor, değil mi? Peki bunların ölçülerinden ve kalitesinden memnun olan var mı?
Yatma grubunda en pahalı olan yataktır. Tüm diğer malzemeler yataktan ucuzdur ve yatağın ölçüsüne göre olmalıdır. Tek kişilik yataklar 80, 90, 100 cm eninde ve 190, 200 cm boyunda oluyor. Çift kişilikler ise 120 ile başlayıp 200 cm eninde, yine 190 veya 200 cm boyunda oluyor. Bende 120, 140 ve 160 cm eninde 200 cm boyunda üç adet çift kişilik var. 120’lik olanı farklı nitelikte olduğu için konu etmiyorum. Mesela 160 x 200’lük bir yatağa kullanılacak diğer malzemelerin ölçüleri nasıl olmalı diye, üreticiler ve kullanıcılar tarafından, düşünüldüğünü sanmıyorum, hem de hiç. Eğer düşünülmüş olsaydı ben bunu konu ediyor olmazdım. Yorganın ölçüsü ne olmalı? Bir kere, yatağı tam kaplamak için en az 160 x 200cm olmalı. Dahası olabilir mi? İnceleyelim. İki kişi yatıyor. Ben henüz sigara kâğıdı kalınlığında olan insan görmedim. Millet olarak öne doğru “kalınız.” Bir insan yatağa sırt üstü yattığında göbek yüksekliği en az 30 cm oluyor. Yan yattığında bu daha da yükseliyor. Şimdi hesaplayalım. Yorgan yatanın üstüne örtüldüğünde o kişinin göbek yüksekliği kadar bir fark iki kere hesaplanıp yorganın enine eklenmeli. Yani 160 + 30 +30 = 220 cm olmalı. Boyunu uzatmak 180 cm’lik insanlara kadar gereksiz. Sonrası için gerekli. Peki, bunu 200 cm enindeki bir yatak için yapın ve piyasada 260 cm eninde bir yorgan, bir de nevresim bulun bakalım. Bulamazsınız. O yüzden milletin alayı, sabaha bir tarafı açıkta kalmış ve abuk rüyalar görmüş olarak kalkar.
Çarşafı hesaplayalım. Örneğimiz yine 160 x 200’lük yatak olsun. Çarşaf en az 160 x 200 cm olmak zorundadır. Nerdeyse tüm yataklar 20 cm yüksekliktedir. Bir de çarşafın kaymaması ve toparlanmaması için yatağın altına en az 20 cm sokulmalıdır, yoksa “çarşafa dolanır.” Hesaplayalım: 160 + 20 + 20 + 20 + 20 = 240 cm en, 200 + 20 + 20 + 20 + 20 = 280 cm boy. Haydi, birileri bana 240 x 280 ölçüsünde bir çarşaf bulup getirsin.
Bir de bunların yıkandığında eciş bücüş olmaları var. Uzmanlığı tekstil olan birine sormuştum niye böyle oluyorlar diye. Kesim ve dikimden önce yıkanmaları ve ütülenmeleri gerekiyormuş. Maliyeti ve harcanan zamanı artırdığı için bu yapılmıyormuş ve böylelikle kullanıcıların küfür dağarcığı geliştiriliyormuş.
Yatak ile ilgili diğer konuları size bırakıyorum.
Tişört ve gömlek ile ilgili de yazayım mı? Ne kadar berbatız, değil mi? Hâlbuki Avrupa’dan alınan mallarda bunu yaşamıyoruz. Çünkü adamlar adam gibi iş çıkarıyor. Oysa o kumaşlar Türkiye’de üretilip gönderiliyor, hatta yıkanması, ütülenmesi, kesimi, dikimi de Türkiye’de yapılıyor ve yine hatta kontrolünü de bir Türk’e yaptırıyorlar. Buna kısaca at sahibine göre kişner denebilir. Ne acınası bir durum, değil mi? Berbatlık ötesi.
Yollara ve yollardaki -nedense tam da arabanın geçeceği yerdedirler- elektrik, su, kanalizasyon, kablo TV, fiber internet, Telekom, doğalgaz idarelerine ait rögarların düşüklüğü ile onların sürekli yerini terk eden kapaklarını ve bunlara neden olan asfaltlama hatalarını hele hiç yazmıyorum. Tüm bunlar derin bir bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, öngörü eksikliğinin varlığı ile stratejik planlamanın olmadığını gösterir. Yolun tam orta yerinde ne arar onlarca rögar? Bu da kaldırım mühendisliği(!) oluyor herhalde.
Devlet çalışanının kalitesi, tekstil ve kaldırım mühendisliği(!) böyle olan toplumun “toplum mühendisliği” daha farklı değildir diyerek bir göz atalım isterseniz. Bilindiği üzere en büyük toplum mühendisliği dindir. Buna itirazlar olabilir ama akıl öyle olduğunu biliyor.
Adamlar yırtınıyorlar ateizm ve deizm artıyor diye. Bu gayet doğal. Akıl ve zekâ din ile birlikte gitmez. Skolastik yapıların hedef kitlesinde akıl ve zekânın varlığı o yapıyı bozacağından istenmez. Yaklaşık 20 yıl öncesinde insanlar inançlarında, göreceli olarak, kendi hallerinde olduklarından din ile ilgili düşünmüyor ve bir seçim yapmak zorunda kalmıyorlardı. Şimdi her yönden din baskısı başladığından bunu düşünüyor ve seçim yapmak zorunda kalıyorlar. Gördükleri karşısında şok geçirip, ilk tepki olarak, bunu yok sayıyorlar. Aslında bundan daha doğru ve doğal ne olabilir? Böyle bir ortamda ateizm ve deizm artmayacak da ne yapacak?
Onların gördükleri ne? Herkesi dine davet eden din tacirlerinin -dincilerin/münafıkların- din ile ilgili hiçbir kuralı yerine getirmediğini görüyorlar. Yalan söylemek, çalmak, haram yemek, ırza tecavüz, kul hakkı yemek, fitne, ikilik çıkarmak gibi en önemli konularda, bunların, dinin esas kitabına uymadıklarını görüyorlar. Kutsal addedilen kitabı bir erkeğin yazdığını düşündürtürcesine erkeği öne çıkaran söylemlerde bulunup bir erkeğin kızıyla, anasıyla, kız kardeşiyle, ölü kadınla bile cinsel ilişkiye girebileceğini söyleyen cinsi sapıkları görüyorlar. Sonrasında cennete gitmek isteyenlerin cehennemi garanti eden hareketleri yaptığını fark edip “Dinlerin olmadığını dincilerin yaptıklarına bakarak anladım” diyerek zaten az olan inancını hepten atıyor ve “doğal doğru yolu” buluyor. Çünkü hayatın ta kendisi dindir. Gökten indirildiği(!) savlanan dinlerin kendilerini koruma gibi bir yeteneği yoktur. O yüzden bozulmuştur ve o yüzden “dinde reform” saçmalıkları sürekli konuşulur. Dinde reform demek o dini, inandıkları, Allah’ın göndermediğinin en belirgin ilk kanıtıdır ve bunu da o söylem sahipleri kabulleniyor demektir. Düşünme sınırları sonsuz olan insan aklını, binlerce yıl önceki düşünce sistemlerine hapsetmeyi din diye yutturmak ancak cahillerin yapabileceği ve başarısız olacağı iştir. Ayrıca kimse tebliğci değildir, o görev nebi, resul ve peygamber sıfatlılara aittir. Sadece davranışlarla örnek olunabilir. O örneklerin nasıl olduğu ise her gün onlarcasını izlediğimiz rezaletlerde görülmektedir. Toplum mühendisliği ahlakı önemsemez, kendisine itaat edilmesine bakar.
Bu topraklarda yaşayan atalarımız, maddenin sonsuz ama canlı olduğunu tespit etmiştir. İşte bu da, bence, “hayatın ta kendisinin bir din ve belki de bir tanrı olduğunun” en açık belirtisidir. Kendine tapınılmasını ve ibadet edilmesini istemez, tüm doğaya ve canlılara saygı ister, hayatın güzel ve erdemli yaşanmasını ister. Dahası doğan her canlı, doğası gereği, buna uyum sağlar. Madde canlıdır ve sürekli kendini geliştirmektedir. Ama bu adamların topluma itelemeye kalktığı dinler, asla kendilerini geliştiremez. Çünkü cansızdır ve kötü niyetlilerin saldırılarını, kendi kafalarına göre yorumlamalarına karşı korunaksızdır. Ey din tüccarı, doğanın ve hayatın karışmadığı bir konuda canlılara kendi pis fikirlerini itelemeye kalkışma artık.
İnsanlar madde ve hayatın diğer unsurları ile ilgili keşiflerde bulunduklarında, aslında, onun en az bir önceki halini keşfetmiş oluyor. Şöyle de anlatmak mümkündür: Her yapılan keşif, maddenin kendisini bir ileri boyuta taşımasına ve kendini korumasına neden olur. Dinin kendini koruması ve sürekli kılması böyle olur. Yoksa tüm keşifler yapıldığında her şey biter ve dünyada hayat son bulur. Çünkü artık gelişim söz konusu değildir ve artık inanılacak ve peşinden gidilecek bir canlı madde kalmamıştır.
Hits: 87
ONU YÜKSEĞE ASIN
- 1 Şubat 2019
HELİKOPTER KAZASI
- 12 Şubat 2019