
HELİKOPTER KAZASI
- 12 Şubat 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Güncel
- 49
- Facebook5
- Twitter0
- WhatsApp10
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
12.02.2019 / ANAKARA
Ülkedeki çoğu kişinin bağrını yakan ama kumpasçıların çok sevindiği helikopter kazası ile ilgili, konunun uzmanı olmamakla birlikte, benim de diyeceklerim var. Çünkü bizzat kendim, 1994 yılında gerçekleşen bir helikopter kazasından bir deyişle “bir iniş-kalkış farkıyla,” bir başka deyişle “5-10 dakikalık zaman farkıyla” kurtulmuş veya kazayı yaşamamış biriyim. Ama önce bu olay öncesinde yaşanan bir öyküyü kısaca aktarayım.
1994 yılı sonbaharı ve Bingöl kırsalındayız. Erzincan’ın Tercan ilçesi Mercan kasabasında bulunan mühimmat depolarında, 3 günlük iz kaybettirme faaliyetinden sonra çıktığımız sürek avında -resmi dilde buna arazi araması taraması denir- en son ulaşacağımız yer İzinsuyu dediğimiz yerdi. İzinsuyu dediğime bakmayın gerçek adı Perisuyu’dur. Debisi yüksek, doğal güzelliği bol olan bir akarsudur. İzinsuyu dememizin maksadı oraya varıldığında Adaklı ve Kiğı ilçelerinde dinlenmeye geçilecek ve bu arada izin zamanı gelenler izne gidecekti.
Bir gecelik mola verdiğimiz Yedisu ilçesinden yola çıktığımızda bedenimde beni rahatsız eden sinyaller oluştu. Hiç olmadığı kadar su içiyordum. Kendi sularımı bitirdiğim gibi yanımda yöremde kim varsa onların sularını da dipliyordum. Sonrasında kimin suyunu bitirmişsem onların da su kaplarını alarak su ikmalini kendim yapıyordum. Arazide herkes taşıdığı kadar yer ve içer. Yüzümün olması için tehlikeye ben atlıyordum. İzin suyuna varacağımız günün sabahında inanılmaz bir dudak kuruluğu ve su içme ihtiyacı ile kalktım ve ne varsa gövdeye indirdim. Başka bir şey gelişmediği için bunu böbrek taşına yormaya başlamıştım.
Derin bir vadiye inip tekrar yukarı çıkmamız ve sonrasında izin suyunun olduğu vadiye inmemiz gerekiyordu. Çıkışın bitmesine az zaman kala doktorun ve onun bakımında olanların kendilerine yardım edenlerle birlikte geride kaldığını öğrendim. Sırt çantamı devam edenlere verip geriden gelenleri toparlama işini üstüme aldım. Çünkü bölge terörist kaynıyordu. Batımızda ve doğumuzda bulunan komando taburları çatışmaya girmiş, batımızdaki 10-15 arası “apoçiyanı” temize havale etmiş, doğumuzdaki ise bir teğmeni şehit vermişti. Akarsuyun güneyinde gerisini Kiğı ilçesine vererek tıkamayı yapan komando taburu ile bizim tabur ise çatışmaya girmemişti.
İşte bu yüzden geriye dikkat etmek istedim. Onları toparladıktan sonra dinlendirdim. Sonrasında göreceli kötü durumda olan birinin çantasını sırtıma attım ve yola devam ettik. İnişe geçtiğimizde vadiye inen bölüğün hâkim araziye üsteğmen Sezgin’i ve takımını bıraktığını gördüm. Sıkı subaydı, içimiz rahat bir şekilde aşağıda kalabilirdik.
Aşağıdaki bölüğün komutanı devre arkadaşımdı ve arazi uygulamaları oldukça iyi biriydi. Hemen tertiplendiğini ve dereye doğru hem balkon hem de çıkıntı yapan ağaçlıklı düz araziyi tabur karargâhına ve bana ayırdığını gördüm. Bölgenin içinden bir patika doğu-batı hattında uzanıyordu. Kullanıldığı belliydi. Emniyet tedbirlerini bir de kendi gözümle gördükten ve bir iki değişiklikten sonra tamamen rahatladım.
Bir ara devre arkadaşımın dereye olta attığını gördüm, uzun uzun seyrettim. Sonrasında bir şey tutamayan adamımın yanına gittim ve konuya daldım:
-Ne yaptığını sanıyorsun?
-Balık tutuyorum, fark etmedin mi?
-Bunlar vahşi balıktır, oltadan moltadan anlamazlar. Ayrıca sana alık gözüyle bakabilirler.
-Ne düşünüyorsun?
-Bakadur.
Eğilip yerden avucuma oturan birkaç tane taş aldım ve derin görünen yerlere attım. Derinliğin uygun olduğunu görünce birkaç komando istedim. Komandoları donlarına kadar soyundurup, fanilalarının boyun kısmını düğümlettim ve dişleri ile ellerini kullanarak fanilaları dere tabanına yapışacak şekilde gergince tutmalarını istedim. Derenin akış yönünde olan sığ yerinde 4-5 komandoyu böylece yapay ağ gibi beklemeye aldım. Bir el bombasını salladım demin taş attığım yerlerden birine. Patlamayla birlikte suyun üstü beyazladı. Akışa uyan balıklar doğrudan fanilaların içine girdi. Dolan fanilalar kıyıya boşaltıldı ve bu hareket birkaç kez tekrar edildi. Mevcudumuzdan daha fazlası yakalandı. Olayı fark eden üsteğmen Sezgin “Başımız kel mi?” diye sordu. Onun komandoları gelmeden balıkları dağıtmadık, aldıktan sonra dağıtıldı. Balıklar başlarında kırmızı benek olan ve mercan diye adlandırılan alabalıklardandı. Öğlen herkes balık yedi.
Herkes balık yedi ama ben benim için pişirilen hayli iri balıktan birkaç parça aldıktan sonra midede ne var ne yok hepsini çıkardım. Böylelikle bir önceki akşam ne yediysem ve hazmedildiyse onunla kaldım. Evet, sağ böbrek sağlamından ağrıyordu ve taş harekete geçmişti. O güne kadar çokça düşürdüğüm için biliyordum; en geç 24 saatte düşürürdüm ama ağrılardan ağrı seçerdim. Hiç beklemeden tabur komutanına bir helikopter istemesini ve beni tahliye etmelerini söyledim. Helikopter istendi ama olumsuz olduğu ancak yarın sabah erkenden gönderilebileceği çünkü hepsinin bakımda olduğu bildirildi. Bu demektir ki dayanacaktım suya. Evde olsa kolay; küveti sıcak suyla doldurur, bir şişe şarap, 2 şişe bira ve bol miktarda içecek su ile bir kitabı alır küvete girerdim. Sonuç kesin ve nettir. 3-5 saat içinde taş dışarı…
Spazm şeklinde olan bu ağrı geldiği gibi sessiz sedasız geçti. Ben de o arada suyun karşı kıyısına geçtim. Bu arada komandolar akşam yemeği için davar düşünmüşler, sordular satın alalım mı diye. Pazarlık yapın diye tembihledim. Bana oldukça uzak olan sürünün sahibi satmak istememiş “Size satılık malım yok.” diyerek içinde kin ve nefret barındıran bir cümle sarf ederek. Tehdidi sevmediğim ve zaman kaybı olarak gördüğüm için neler yapması gerektiğini telsizde anlattım uzman çavuşa ve bir tanesi parasıyla bir tanesi de armağan olmak üzere iki davar ile geldi. Uzun süre arazide kalanların konserveye dayanmasının kamçılaması ve o kişilerin bağlı olduğu yeme içme kültürünün de diktesiyle, kişiler, taze et yemek ihtiyacı duyuyor. Akşam taze et yediler ama ben sadece kokusunu burnuma çekmekle kaldım.
Saat 20.00 gibi ağrı çok şiddetli olarak geldi. Ben de dayandım suya. Bir ara doktora bir diazem çek dediğimde “olmaz” yanıtı aldım. Doktor dediğim benim bölüğün doktoru. Adama tıbbi konularda emir verme terbiyesizliğini hiçbir zaman kendimde görmedim. Dirsek çürüttüğü en az 6 yıl var ve ben buna saygı duymalıyım. Sadece aşağılıklar tıp ve adliye çalışanlarına emir verir ve onların içinden sadece aşağılıklar o emri alır.
O ağaç senin bu ağaç benim diyerek arkasına geçip işeme sürecinde bir ara bir mide dolusu sıvıyı kustum. Bu eylem tam da doktorun gözü önünde olmuş. Hemen geldi ve “şimdi inandım, ağrınız çokmuş” diyerek diazemi çaktı. Herife bakar mısınız, yalan söylediğimi düşünmüş? Millet diazemi yiyince yatar ama ben ayaktayım ve ağaç arkası geziyorum. Bir ara işeyemez oldum. İçerde sıvı biriktikçe birikti ve bingo; gece yarısı gibi taşı ağaca çaktım. Bir rahatlama bir rahatlama. Doktor yine geldi ve “Serum takıyorum, yatın.” dedi.
Ateş tutmayacak bir yerde, bir ağaca serum poşeti asıldı ve oradan da koluma takıldı. Diyarbakırlı ve Kahramanmaraşlı habercilerime “ben deli yatarım, koluma dikkat edin, kendi dinlenmenizi de aksatmayın” diyerek kendimi uykuya doğru salladım. Devre arkadaşımın matıyla geldiğini ve yan tarafa yattığını bana bir şeyler sorduğunu anımsıyorum ama daha çok bizden güneye doğru giden yıldızların neden kırmızı ışık saçarak gittiğini anımsıyorum.
Ne yıldızı bunlar, izli fişek, izli fişek. Zaten sesler de geldi. Ve dikildim. Kısa biz zaman sonra karşı taraf için çok kanlı bir şekilde sonuçlanacak bir çatışma çıktı. Evet, dâhil oldum ve el bombası mesafesinden -bombaları atan yine ben- ama tüm herkesi telsiz çevriminden, ben istemedikçe konuşmaması kaydıyla, çıkardıktan sonra. Herkes iş yapmak için değil, ortalığı bulandırmak için var adeta. Bu arada doktoru çağırmıştım serumu çıkarsın diye, bana doğru eğilip koşmasını görmeme rağmen kendim çıkarıp, iğneyi haberciye verdim ve koşarak gündüz gözüme kestirdiğim en uçtaki mevziye 30 patlarımı alarak koştum. Yıkık bir ağaç olan yere az bir mesafe kalınca uçarak girdim. Daha doğrusu giremedim. Orada bulunan beş asker neredeyse üst üste yatmışlar ve böylelikle açıkta kalmış oldum. Mevzideyken çok hareketli olduğumdan, hepsinin el bombalarını alarak mevziden çıkardım. Geriye doğru sürünüp elleri tüfeklerinde olmamak üzere yatmalarını ve beni gözetlemelerini istedim.
Birkaç el üçlü darbe gönderdikten sonra adamları, çaprazdan çok iyi gören ve onları oldukları yere sabitlemiş olan astsubay silahın çalışmasından -o silahtan koca tugayda bir tek bende vardı- benim de dâhil olduğumu anlamış olmalı ki, “o çalışan silah sizinki mi” diye sordu. Yanıt tanıdıktı: “Kambersiz düğün olmaz.” Astsubayın isteği de benim için yabancı değildi: “Siz adamlara çok yakınsınız, ben baskı kursam siz bomba atar mısınız?” yanıtım kısa ve sıradandı: “Zevkle. Sen iyi baskı kurarsan hedefe bile girerim.” Karşı tarafın oldukça ağır bir zayiat verdiği çatışma benim için bu şekilde başlamış oldu.
Çatışmayı anlatmayacağım. Sabaha kadar uyumadım ve sabahın ilk ışıkları ile birlikte cesetler üzerinde fiziki arama yapıp, çıkanları bir poşete doldurdum. Helikopter havalandı, 5 dakikaya burada dendiğinde poşetin ağzını düğümlemekle meşguldüm.
Helikopter geldi. Sanki bunu bekliyormuş gibi sol böbrekten de sinyaller gelmeye başladı. İndi, ben ve gece çatışmada yaralanan komando bindik. Gelen UH-1 olup korucuların ve teröristlerin patpat dediği ve binmek istemediği genel maksat helikopteriydi. Biner binmez bir gazete (Tan) gözüme çarptı ve okumaya başladım. Poşet ise yerde ayaklarımın arasında duruyordu. Havalandık ve hava aracı koşturmaya başladı. O anda sol omzuma bir darbe geldi. Herhalde yaralı komandodur diyerek önemsemedim. Bir daha gelince kafamı gazeteden kaldırdım ve bir çift masmavi gözün bana bakmakta olduğunu gördüm. Hans lakabını taktığım Üsteğmen Önder Balkaya idi.
İnterkomu (iç konuşma) aldım ve konuşmaya başladık. Kendisini en son, bu sene Muş havaalanında görmüştüm. Orada ise, üstüme sürülen bir Land Rover’dan kaçamayacağımı anladığımda, sıçrayarak tampona ayaklarım ile basarken gövdemle kaputun üstüne yatmam esnasında olmuştu. Silecekleri sıkı sıkıya tuttuktan sonra süren kim diye bakarken yine bir yumruk yemiştim ama bu kez böğrüme. Süren Banu lakaplı eski birlikten bir arkadaş, yumruk sahibi ise Önder idi.
Kiğı’ya indik. Komutanın beni görmek istediği söylendiğinden yanına uçtum.
-Zayıflamışsın.
-36 saattir açım ve gece sağlam bir çatışma vardı.
-Biliyorum. Peki, sen kimleri eşek cennetine postaladığını biliyor musun?
-Hayır, kim olduklarını bilmiyorum ama eşek cennetinde hurilerin el değmeden kalacağını biliyorum. Bunlar da cennete giderken bu dünyada ağırlık olmasın diye bıraktıkları.
Bunu derken sırıtmış ve poşeti uzatmıştım. O da gülerek kimler olduğunu anlatmıştı. İşte, bu ölümlerden sonra o bölge çökmeye başlamıştı.
-Şimdi bir şeyler ye ve daha sonra albay…. ile yanındakileri alarak havalanın. Yaralı asker burada kalıyor. Sen Adaklı’ya in diğerleri Tunceli’ye devam edecek. Adaklı’da önce muayene ol, doktor geleceğini biliyor. Sonra ise iki komando taburunun kalacağı yer olan YİBO[1]’ya git ve yerleri belirle.
İlçe jandarma komutanlığı binası olan bu yerde maceralı bir kahvaltı sonrasında havalandık ve Adaklı’ya doğru levye tuttuk.
Adaklı’ya varınca indim ama bir farkla. Hareketlerime aklım ve iradem sahip değildi. Yine devreye altıncı hissim girmişti. Helikopterin önüne doğru gittim, burnuna vurup Önder’i işaret ettim ve elimle in işaretini yaptım. İndi. Aslında hiçbir hava aracının kullanıcısı yerdeki biri in dedi diye inmez. Sessizce sıkıca sarıldım ve şimdi bin dercesine yine bir el hareketi ile helikopteri işaret ettim, döndüğünde bir yumruk salladım kürek kemiklerinin arasına doğru. Olduğum yerden hiç kımıldamadım. Helikopter bana dokunmayacak şekilde kalktı ve hemen üstümde bir buçuk tur atıp Tunceli istikametinde koşturmaya başladı. Öylece bakakaldım önce görüntüsü kaybolan sonra da sesi yitip giden helikopterin peşinden. Ben bilmiyordum ama altıncı hissim biliyordu olacakları…
İlçe jandarmaya girdim, doktoru buldum. Muayene olurken telsizinden çatışma çıktı diye mesaj gelince muayeneyi bırakıp gitti. “Ulan, ne oluyor?” demeye kalmamıştı. Aklıma kim ve ne geldiyse söve saya giyindim ve ilçe jandarma komutanının odasına girdim. Baktım üsteğmen. Kesin benden kıdemsizdir dedim çünkü o sene en kıdemli üsteğmenler biz olmuştuk. Kendimi tanıtıp, birlik ismini verdim. İçerdekilerden biri kaymakam biri Cumhuriyet savcısı bir diğeri ise yargıçlardan biriymiş. Can kulağı ile Demirkanat denen yerde çıkan çatışmayla ilgili konuşmaları dinliyorlardı. Bu Adaklı, jandarma basıldığında kaymakamın, savcı ve yargıçların mevzilere kutu kutu mühimmat taşıdığı Adaklı idi. Sıfatını andığım devlet görevlilerinin şimdilerde ne hale geldiğine bakar mısınız? Kararı siz verin değerli okuyucular.
Çatışmaya giren birliğin telsiz kodlarını duyunca doğrulamak için üsteğmene sordum. Aldığım yanıt evetti. “Dertlenmeyin birazdan biter o çatışma, karşı tarafın cesetlerini toplamaya hazır olun.” cümlem üzerine tüm başlar bana döndü. Ayaktaydım, sırtta çantam, belde tabanca, bıçak ve mataraların olduğu palaska, namlusu bir hamlede karşıyı gösterecek şekilde sağ omza asılmış halde elim kabzasında olan 30 patlarım ile dimdik duruyordum. Çatışmaya giren taburun geceki çatışmada tıkamada olan ve işini iyi yapan bir tabur olduğunu anlattım ve izin isteyip çıktım. Böylelikle tugayın çatışmaya girmeyen taburu kalmamıştı. Bölge verimli çıkmıştı.
YİBO’ya gittim. Karnım çok acıktığından kantin gibi bir yer ararken mutfağı buldum. Mutfakta iri yarı iki başçavuş gördüm ve kendimi tanıttıktan sonra ekledim “Aç karnına adam öldürmek istemiyorum.” Kahkahalarla gülmeye başladılar ve bir masa etrafına oturduk. Zaten bizim komandolar için yemek hazırlıyorlarmış, bana da hemen bir şeyler vereceklerini söylediler. Çaysamıştım ve ilk çaydan başladım. Çayla demlenirken bir helikopterin düştüğünü söylediler. Başlangıçta anlam veremedim ama iç sesim beni rahatsız etti ve Önder’ in “Bugün bölgede uçacak tek helikopter biziz.” dediği aklıma geldi. O helikopterin buraya inen ve daha sonra havalanan olup olmadığını bu iki dev adama sordum. Başları ile onaylarken ağızları ile “sanırım” diyerek bir açık kapı bıraktılar.
Çay artık zehirdi, yemek ise kesin boğardı. Kalktım. Ben indim, kalktı ve Tunceli’ye yaklaşırken düştü. Arıza olarak hareketi ileten pimin kırılması aklımda kalmış. Başta değim gibi “bir iniş-kalkış veya 5-10 dakika farkı” ile yaşıyorum.
O gün, subaylığın ilk donelerini sert bir askerlikle öğrettiğim, üzerinde emeğim olan ve pilot olabilmesi için gücümü kullandığım o sarışın mavi gözlü adamı son görüşümdü. Normal davransaydım veda etmeden gönderecektim ama iç sesimi dinleyerek veda etmiştim. Yıllar boyu kendimi suçlu hissettim. Nerede defnedildiğini bile öğrenmek istemedim. Tesadüfen bir başkasını ziyaret için gittiğim Edirnekapı şehitliğinde gördüm. Bunu bir işaret saydım ve İstanbul’a her gidişimde ziyaret etmeye başladım. İyi bir subay ve komutan olabilecek bir askerdi. Yazık oluyor bu değerlere. Ama kimin umurunda.
Türk silahlı kuvvetlerindeki helikopter kaza ve kırımı, bana göre, haddinden çok fazladır. Buna çeşitli sebepler saymak mümkündür ama gözlemlediğim en can alıcı nedenlerden biri malzeme yorgunluğu ise diğeri de mürettebat yorgunluğudur. Özel kuvvetlerdeyken bizim pilotlara acırdım. Adamlar bir binerlerdi bir daha inmezlerdi. Helikopterin o gün bir bakım süreci biter ve hatta bazen bakım yapılmaksızın göreve devam ederlerdi. Helikopterler belli bir uçuş saatinden sonra (sanırım 10) bakıma girmesi gerekir. Peki, pilotun bakımı ne olacak? O da bence bir depo yakıt ile uçtuktan sonra en az o kadar dinlenmelidir.
TSK’da her kaza sonrası açıklanan ve pilota suç atan “Pilotaj hatası” alışıla gelmiş cümlesi vardır. Eğer her şeyi pilotaja bağlayacaksak arızalı ve sorunlu helikopter ile uçmayı reddeden adama saygı göstermek ve dediğine itibar edip, aracı gözden geçirmek gerekmez mi? Gerekir. Ama yapılıyor mu? Sanmıyorum dahası yapılmadığı açıkça ortada.
İşte biz buna komutanlık sorumluluğu deriz. O komutanlık sorumluluğunun sorumsuz şahsiyetler tarafından TSK’dan kaldırıldığına dair haberler var ve kimse buna itiraz etmedi. BAKINIZ. Komutanlık sorumluluğu yabana atılacak bir konu değildir. Hiçbir yerde bunun şekli ve birebir tanımı yoktur. Bu tamamen deneyimseldir ve hayatidir. Deneyimsel ve hayati olduğu kadar da önemli ve gereklidir. Orduların kıymeti subay ve komuta heyetinin kıymeti ile ölçülür. Ben demiyorum, Büyük Türk diyor. Subayın ve komuta heyetinin değeri altında ilk maddedir “sorumluluk alabilmek ve sorumluluğunu yerine getirmek.”
Yukarıda bahsettiğim yılda, bahsettiğim olaydan sonra gerçekleşen operasyonlar esnasında yaşanan bir olayda koyduğum kesin bir tavır vardı. Bir görevi yapmasını emrettiğim kahraman bir astsubaya, kendisinden rütbeli biri karışınca ve bunu sürekli hale getirince astsubay emrimi hatırlatarak tavır almış ve askeri üsluba uymadığı söylenen olay yaşanmış. Olay öğlen oluyor, haberim ise akşam. Her iki tarafı da dinledim ve kendi tarzım ile başımdan savıp, gönderdim. Olay tugay çapında dallandı, budaklandı ve astsubayı harcama noktasına geldi. O anda devreye girdim. Çünkü o emri veren benim, alan kişi belli ve üçüncü şahıslar artık konuşamaz bile.
Astsubaydan istenen özür dilemesi idi. Ben de öyle bir şey olmayacağını çünkü emri benim verdiğimi, kendisinin uyguladığını ve benim verdiğim emirden dolayı özür dilemek gibi bir şarlatanlığa girişmeyeceğimi, dahası “Komutanlık sorumluluğum” olduğunu söyledim ve ekledim, kendi sorumluluk alanı içinde “bölük komutanı yaptığı veya yapamadığı her şeyden sorumludur.” O ise harcanmaktan çekindiğini ve gerekirse özür dileyeceğini söyledi. Yine kendi tarzım ile bunu gönderdim. Huzurda özür dilenmesinin istendiği gün ben de çıktım komutanın karşısına. Bana ismimle hitap ederek sen niye geldin dediği anda kazanacağımızı hissettim. Çünkü kimsenin cesaret etmeyeceği Perisuyu çatışması ile sonrasında Parmaksız Zeki’nin Munzur dağlarında peşine düşmeye varan bir dizi görevi gerçekleştirmiştim. Bunlar o dönemde çok önemli sonuçlar doğurmuştu ve değerim yüksekti. Ona da aynı “bölük komutanı yaptığı veya yapamadığı her şeyden sorumludur” cümlesini kurdum ve geri adım atmadım. Sonuçta astsubay başı dik ayrıldı oradan.
Dün akşam düşen helikopter baştan beri arızalıymış. Madem bu helikopterler sürekli arıza yapıyor ve bunun sonucu düşüyor, o zaman, önce bunların uçuşunu yasaklayın, sonrasında ise ciddi bir şekilde elden geçirin. Var mı bu emri verecek genelkurmay başkanı? Gördüğüm kadarı ile yok. Bunu o alayın komutanı yapabilir mi? Hayır, artık aramayın bu tip subayları. Hepsi biatçı oldu neredeyse.
Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenler akıl almaz tüm saçmalıklara para buluyor, yandaşa çekilecek kıyaklar için sürekli ihale yapacak parayı buluyor, kişisel servetlerin artmasına para bulunuyor ama içinde canların yok olduğu savaş araçlarına para bulunamıyor. Evet, gerçek budur. Nasıl LEO-2 tankları kevgire dönmüşse ve bunu engelleyecek hareketler yapılmıyorsa aynı şey hava araçları için de geçerlidir. Çünkü onların çocukları çatışmalarda yaralanmıyor, arazide aç kalmıyor, susuz kalmıyor, mühimmatsız kalmıyor. Tüm bunların ikmalinde, her düştüğünde, şehit edebiyatı yaptığınız helikopterler kullanılıyor. Eğer onların çocukları bu sıkıntıları yaşayacak olsaydı hiçbir silahın delemeyeceği, düşüremeyeceği tanklar ve helikopterler orduya kazandırılırdı. Evet, gerçek budur. Benim canım can, onunki patlıcan. Ne ikiyüzlülük ama! Ayrıca şehit edebiyatı yapmak çok kolay. Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak derler, özlük hakları hızlıca tahakkuk ettirilir, bayramlarda salak sepet çikolata gönderilir… Hâlbuki şehitlik bir devlete daha fazla maliyetlidir. Yetişmiş insanların, savaş araç ve gereçlerinin yok olması, bunların yerine yeni insanların yetiştirilmesi, yeni malzemenin konması ve harcanan ve ödenmesi sürekli hale gelen diğer maddi değerler hesaba katıldığında mürettebatın lafının dinlenmesi, araç ve gereçlerin iyi bir bakımdan geçirilmesi daha ucuzdur ve belki de en az maliyetlidir.
Kimse kalkıp ABD bu helikopterleri kullanımdan kaldırdı gibi laflar etmesin. Öyle düşünenler, ABD’li sade vatandaşın elinde olan bu helikopterler ile nelerin yapıldığına baksın. Eğer sade vatandaş o helikopteri o seviyede tutacak parayı bulabiliyorsa, soysuzlar için 35 milyar dolar harcayan, itibar diyerek anlamsız ve gereksiz binalara milyarları döken, imefeden 200 milyar dolar borç isteyen devlet de bulabilir.
Yine şehitlik edebiyatı yapılacak, şehitlere cennette şunlar bunlar verilecek denecek ama bunları diyenlerin kendileri veya çocukları şehitliğin (defnedildikleri yer) yanından bile geçmeyecek. Halk bunları yiyecek, kendi ölmeyen askerler saçma sapan bir kaza-kırım raporu ile (nasıl olsa öldüler mantığı ile) ölenleri suçlayacak, oylar cebe girecek ve bu böyle devam edecek.
Buna bir dur demenin zamanı gelmedi mi? Buna sorumluluğu olanlar dur demez ise sorumsuz olanların dur demesine birileri fena halde katlanmak zorunda kalacak. Böyle gitmez!
[1] YİBO: Yatılı İlk Öğretim Bölge İlkokulu.
Hits: 318
BERBAT DURUMDAYIZ -2
- 8 Şubat 2019
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında İç İsyanlar: 13. Böl...
- 15 Şubat 2019