
Suriye İstihbarat Teşkilatı El Muhaberat ve Türkiye’deki Suriyeli Göçmenlere Yeni Bir Bakış.
- 13 Mart 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Bölgesel Sorunlar
- 8
Suriye iç savaşı ve Türkiye’ye gelen Suriyeli göçmenler konusu basında ve kamuoyunda ekonomik, sosyal vb. boyutları ile sık sık gündeme gelmektedir. Ancak bu değerlendirmeler bizim bakış açımıza göre yetersizdir. Bu durum, Suriye iç savaşı ve ülkemize gelen göçmenlerin oluşturduğu tehdidin tam olarak değerlendirilememesi ve yapılan yorumların sığ kalmasına sebep olmaktadır.
Hâlbuki Suriyeli göçmenlerin yarattığı tehdidin, şimdiye kadar hiç bahsedilmeyen ve hatta tahmin edilmeyen birçok farklı boyutu bulunmaktadır. Hatta bu sorunların şimdiden etkilerini göstermeye başladığı da söylenebilir. Bu tehditler zaman geçtikçe yeni etkiler yaratacak ve daha çok hissedilecektir. Biz burada bu tehditlerin bazılarına kısaca değinmeye çalışacağız. Özellikle de, istihbarat ve psikolojik harekât bakımından ortaya çıkan tehditler üzerinde duracağız. Bunları anlatırken de meslek yaşamımız boyunca edindiğimiz tecrübelerden faydalanacağız.
Sovyet Rusya dağıldığı yıllarda Azerbaycan’a gitmiştim. O zamanlar totaliter Sovyet rejimin kurduğu yönetim sisteminin bütün özellikleri hala muhafaza ediliyordu. Öte yandan, Irak’ın kuzeyinde de birçok defa bulundum. Emekli olmadan önceki son dört ayımı da Irak kuzeyinde geçirdim. Bu sebeple Saddam Rejimi ve Saddam’ın bir kopyasından başka bir şey olmayan küçük diktatör Barzani’nin kurduğu sistemi de görmek ve değerlendirmek fırsatım oldu. İran’ın Irak kuzeyindeki faaliyetlerine de şahit oldum. Ayrıca Suriye sınırında üç yıl kadar istihbarat subaylığı yaptım. Bu görevim sırasında birçok defa Suriye’ye gitme ve sistemi gözlemleme fırsatım oldu. Yani doğu tipi diktatörlerin ülkelerini yönetme şekilleri hakkında iyi-kötü bir fikrim var.
Benim gördüğüm kadarıyla diktatörlüklerde ve totaliter rejimlerde devletin amacı ne halkı mutlu etmek, ne ülkeyi geliştirmek, ne dış düşmanlara karşı ülkeyi savunmak ve ne de başka bir şeydir. Tek amaç, rejimin devamlılığı ve yöneticilerin iktidarlarının muhafazasıdır. Bunun için devlet teşkilatı da bu amacı gerçekleştirecek şekilde organize edilir. Bu teşkilatlanma vasıtasıyla halk sıkı bir kontrol altına alınır.
Bu kontrol o kadar sıkı ve sistematiktir ki, halk kafasını çevirmeye bile korkar hale getirilir. Bu sebeple, ülkede herhangi bir muhalefet ortaya çıkamaz. Çıksa da kısa süre içinde ve en sert şekilde ezilir. Bu yönetimlerde acıma duygusu olmadığından; ne kadar insanın öldüğünün, bunların çoğunun çocuk, kadın veya yaşlı olup olmadığının bir önemi yoktur. Çünkü otoriter ve totaliter rejimler için tek düşman halktır. Dış düşmanlar ise halkı uyutmak için bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü devleti yönetenler için, eğer kendi rejimlerine tehdit oluşturmuyorsa, gerçek bir dış düşman yoktur. İsterseniz şimdi bu söylediklerimizin ne anlama geldiğini somut örneklerle açıklamaya çalışalım.
Yukarıda saydığım bütün ülkelerde gördüğüm ortak husus şudur. Bu rejimler halkın yüzde 51’ini yanlarına çekmeye çalışırlar. Gerçi tüm devlet mekanizması ellerinde olduğu için çok daha az bir nüfusa da dayanarak iktidarda kalabilirler ama bu durumda kendilerini yeterince güvende hissetmezler. Ama bazen yüzde 51 destek almak çok zordur. Çünkü Esat ve Saddam gibi (biri Nusayri, diğeri Sünni Arap) diktatörler, ülkenin çok küçük bir azınlığının temsilcisi olarak iktidara gelmişlerdir ve insanların kitleler halinde mezhep değiştirmesi mümkün değildir. Halkı buna zorlamak da mantıklı değildir çünkü zamansız isyanlara sebep olabilir.
Bu sorunu aşmak için yaptıkları, tarih boyunca birçok kralın da yaptığı gibi ülke içindeki güçlü ailelerden kız alıp vermek suretiyle akrabalık kurmaktır. Bu en eski dönemlerden günümüze kadar devam eden bir uygulamadır. Mesela Beşar Esat Suriye’nin en büyük Sünni Arap aşiretlerinin reislerinden birinin kızı ile evlenmiştir. Saddam’ın damatlarını da bu açıdan incelemek gerekir.
Fakat bu yöntem yeterli bir destek grubu oluşturmak için çoğu zaman tek başına yeterli değildir. Bunun yanında başta din adamları olmak üzere ülkede etkili kişileri yanlarına çekmek de uygulanan bir yöntemdir. Baba Hafız Esat’ın Nusayri olmasına rağmen her Cuma günü Şam’da Sünnilerin gittiği bir camide Cuma namazı kılması bunun güzel bir örneğidir. Benzer uygulamaları Saddam da yapmıştır. Çünkü din, halkı kandırmak için en iyi vasıtadır.
Bununla birlikte din de tek başına yeterli değildir. Bunun ekonomik çıkar sağlamak, kredi vermek, para ve arazi dağıtmak gibi yöntemlerle desteklenmesi gerekir. Çünkü aç ayı oynamaz ve her yönetici destekçilerini besleyip güçlendirmek zorundadır. Bu sebeple otoriter ve totaliter rejimler devlet imkânlarıyla kendi zengin kitlesini oluştururlar. Bu maksatla devlet ihaleleri ve para getiren her şey yönetici aileye ve destekçilerine verilir.
İsterseniz bundan sonraki örneklerimizi, başlangıçta bize büyük sorunlar yaratacağını söylediğimiz Suriyeliler ve Suriye üzerinden verelim. Suriye’de Esat rejiminin iktidara gelmesinin ardından ekonomi tamamen rejime yakın çevrelerin kontrolüne girmiştir. Bunlar sadece Esat ailesine mensup kişiler değildir. Nusayri, Sünni ve Hristiyanlar da dâhil rejime yakınlaştırılan, diğer bir ifadeyle devşirilen tüm kesimler bu imkânlardan yararlanmışlardır. Bu yüzden ekonomi gelişememiştir. Çünkü ekonominin kendi kurallarına göre değil de rejime sadakate göre yönlendirilmesi, ülkenin gelişmesini engellemiştir. Ülkede ekonominin en temel kurallarından biri olan rekabet ortadan kalktığından, sanayi gelişememiş ve uluslararası alanda rekabet edebilecek kadar kaliteli ürünler üretilememiştir.
Rejim sadece kendisini destekleyen Sovyet Rusya ve bazı Arap devletleri ile ekonomik ilişkiler geliştirmeye önem verdiğinden, aslında tarih boyunca tüccar bir halk olan ve bu sebeple tarihin hemen hemen her döneminde refah içinde yaşayan Suriye halkı, bu katı rejim sebebiyle ticaret de yapamamıştır. Fakat yasal ticaret zayıflayınca, bunun yerini gayrimeşru ve yasadışı malların ticareti almıştır. Üstelik bu yasadışı ticaret devlet görevlilerinin kontrol ve denetiminde yapılmıştır. Hatta bu ticaret sayesinde ülke ekonomisi ayakta tutulmaya çalışılmıştır demek bile çok yanlış olmayacaktır.
Bunu bir tahmin olarak söylemiyorum. Bizzat yaşadığım tecrübelere dayanarak söylüyorum. Çünkü Suriye sınırında çalışırken yapılan kaçakçılığın devlet görevlilerinin kontrolünde yapıldığını bizzat gördüm. Örneğin eskiden sigara kaçakçılığının Hafız Esat’ın kardeşinin kontrolünde yapıldığını bizzat bu kaçakçılık faaliyetlerinin içinde bulunmuş Suriyeli haber elemanlarımdan ve eskiden kaçakçılık yapan Türk vatandaşlarından öğrendim. Bu adam Hafız Esat ile ters düşüp yurt dışına kaçıncaya kadar tırlarla ve genellikle kendi yakın akrabaları nezaretinde Türkiye sınırına 4-5 kilometre mesafedeki köylere belli günlerde sigara getirtiyor ve bu tırlardan kaçakçılar resmi görevlilerin nezaretinde sigara alıp Türkiye’ye geçiriyormuş. Sigara kadar çok olmasa da, tütün ve çay kaçakçılığı da yapılıyormuş.
Ama ben orada görev yaparken uyuşturucu yapımında kullanılan asit anhidrit dedikleri bir kimyasal ile hayvan (inek) kaçakçılığı daha yaygın bir hale gelmişti. Üstelik o zamanlar tüm dünyada korku yaratan deli dana hastalığı vardı. Bu hayvanların Türk hayvancılığını baltalamak için kullanılmış olabileceğini herhalde tahmin edersiniz. Nitekim o dönemde benim bulunduğum ilçede toplu hayvan ölümleri olduğunu duyardık.
Asit anhidrit ise çok daha ilginç. Çünkü bu kimyasalların bulunduğu mavi renkli plastik bidonların hepsinin üzerinde Fransızca yazılar yazılıydı. Sanırım bu madde sanayide de kullanılıyormuş. Bu maske mazeret altında asit anhidrit Suriye ve Lübnan tarafından ithal ediliyor, kaçak yollardan Türkiye’ye getiriliyor ve Türkiye’de bu madde kullanılarak üretilen uyuşturucu yine başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerine gidiyormuş. O sırada Avrupa Birliği ülkelerinin bizim hükümete uyuşturucu ile mücadele için baskı yapıyor olması bana hep ilginç gelmiştir. Çünkü asit anhidrit satmasalar o kadar uyuşturucu imal etmek mümkün olmayacaktı. Ama konumuz uyuşturucu olmadığı için buna girmeyeceğiz.
Elbette rejimin kontrolü dışında da kaçakçılık yapanlar vardı. Ama bunlar daha çok devlet üretme çiftliklerinden çaldıkları hayvanları ve kaçak çayı Türkiye’ye getirip satıyorlardı. Bir de 90’lı yılların sonu ile 2000’li yılların başında, pompalı tüfek ve uydudan televizyon seyretmek için (Daha çok Türk televizyonları seyrediyorlardı.) kullanılan çanak antenlerin kaçakçılığı yaygınlaşmıştı. Daha doğrusu bu silah ve malzemeler Türkiye’den Suriye’ye kaçak yollardan sokuluyordu. Nitekim bu dönemde yakaladığımız kaçakçıların çoğunun üzerinde, pompalı tüfekler ve çanak antenler buluyorduk. İç savaşın çıkmasına bu çanak antenlerin ve pompalı tüfeklerin katkısı olduğunu düşünüyorum. Ama bu sadece benim kişisel bir değerlendirmem. Bunun doğrulanması için bilimsel olarak incelenmesi gerekir.
Bir ara gazetelerde İstanbul’da zenci fahişe modası gibi başlıklar atılmaya başlandı. O dönemde de üçerli-beşerli gruplar halinde sınırı geçerek gizlice Türkiye’ye girmeye çalışan Afrikalı kadınlar çoğaldı. Hepsi genç ve oldukça çekici olan bu kadınlar genellikle tek bir el veya sırt çantası ile yakalanıyorlardı. Çantalarından ise cinsel objeler ve erotik iç çamaşırları çıkıyordu. Bir süre sonra bu kadınların eline birer asit anhidrit bidonu veren kaçakçılar, kendi mallarını bunlara taşıtmaya başladılar. Bu kadınların ardından da Hindistan’dan Avrupa’ya gitmeye çalışan Sih’li akını başladı. Bunlar da kaçakçılar tarafından kendi mallarını taşıtmak için kullanılıyordu. Bunlar önden gönderildiğinden, yakalandıklarında veya asker terörist zannedip ateş ettiğinde kaçakçılara hiçbir şey olmuyordu. PKK Terör Örgütü militanları da Suriye’de barınıyor ve sınırdan ülkemize geçiş yapıyorlardı. Bu anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi iç savaş öncesinde Suriye’den bize hayırlı bir şey gelmiyordu.
Bu zararlı faaliyetlerin en önemlisinin kaçakçılık olduğu söylenebilir. Ama bunun tamamen engellenmesi mümkün olmuyordu. Çünkü Suriye ekonomisi kaçakçı parası, yani kara para ile ayakta kalıyordu. Nitekim çeşitli sebeplerle yapılan sınır görüşmelerinin ardından birçok defa gittiğim Suriye’de sınırdan itibaren göze çarpan ilk şey ağır bir sefaletten ibaretti. Fakat öte yandan, Lazkiye’de bazı insanlar lüks evlerde oturuyor ve lüks arabalarla geziyorlardı. Bu kişiler kaçakçılıktan bir şekilde pay alan yönetime en yakın kesimlerin çocuklarıydı. Rejime yakın kişilerin çocuklarının kullandığı lüks arabaların dışındaki arabaların tamamı çok eskiydi. Hatta bu arabalar, binmeye cesaret isteyecek kadar eskiydiler. Ülkede bu arabaların parçalarını bulmak mümkün olmadığından, yolda giderken sürekli arıza yapmış eski arabalara denk geliyorduk. Bu sebeple araba parçaları da kaçakçılığı yapılan önemli bir kalemdi.
Halkın büyük çoğunluğu sefalet içinde yaşarken yöneticilerin ve çocuklarının lüks içinde yaşaması elbette halkta bir memnuniyetsizliğe sebep oluyordu. Bunların detaylarını burada vermeyeceğim ama Suriye vatandaşı olan haber elemanlarımdan bunların detaylarını birçok defa dinledim. Ama halk isyan etmiyor, daha doğrusu edemiyordu. Çünkü dayanılmaz bir kontrol mekanizması vardı. Bu kontrol görünürde ordu teşkilatı, polis vb. unsurlarla sağlanıyordu. Fakat asıl kontrol Suriye istihbarat teşkilatı olan Muhaberat vasıtasıyla sağlanıyordu.
Muhaberat konusunda o zamanlar detaylı çalışmalar yapmıştım. Vardığım sonuç şudur: Suriye bir muhaberat devleti idi. Muhaberat’ın haberi veya izni olmadan Suriye’de herhangi bir şey yapmak mümkün değildi. Sınır görüşmelerinde bile, Lazkiye kaymakamı veya sınırdan sorumlu albay, toplantılara katılan ve kendisiyle görüşüp rütbesinin yarbay olduğunu öğrendiğim Muhaberat subayının onayı olmadan hiçbir evraka imza atamıyordu.
Bu teşkilat yurt dışından ziyade yurt içinde etkindi. En büyük şehirden en küçük mezraya kadar tüm yerleşim yerlerine yayılmış bir teşkilatı vardı. Hatta haber elemanlarımın söylediğine göre “Suriye’de eğer üç kişi yan yana yürüyorsa biri mutlaka Muhaberat’ın gizli ajanıdır ve diğer iki kişinin konuşmalarını günü gününe rapor ediyordur.” şeklindeydi. Buradan da anlaşılacağı gibi, Suriye’de her şey bu istihbarat örgütünün teşkilatlarının kontrolündeydi.
Bizde nedense bu konu üzerinde hiç kimse durmamaktadır. İşte Suriyeli göçmenlerin yarattığı tehdidin boyutlarının ne kadar büyük olduğunun fark edilememesinin temel sebebi de budur. Suriye’den milyonlarca insan Türkiye’ye geldi. Bu insanların arasında binlerce muhaberat elemanı da ülkemize girmiştir. Benim kanaatime göre, Muhaberat şu anda Türkiye’nin her yerinde teşkilatını kurmuş, istihbarat ve psikolojik harekât faaliyetlerini icra ediyordur.
Peki, kim bu istihbarat elemanları?
Nasıl tespit edeceğiz?
Ne yazık ki bu sorunun cevabını vermek çok zor. Çünkü her Suriyeli Muhaberat elemanı olabilir. En küçük köye kadar teşkilatı olan bu örgüt, toplu olarak Türkiye’ye göç eden köylülerle birlikte ülkemize sızmıştır mutlaka. Zaten göçmenlerle birlikte haber elemanı sızdırmak istihbarat teşkilatlarının çok sık kullandıkları bir yöntemdir. Ve en kolay yöntemdir. Çünkü kim olduğunu bilmediğin bir kitle arasında kimin ne amaçla geldiğini anlamak zordur. Bu sebeple ülkemize sığınmış çok sayıdaki Suriyeli arasından hangilerinin Muhaberat elemanı olduğunu tespit etmek de çok zor. Ama bunların kimler olabileceğine dair bazı tahminlerde bulunmak mümkündür.
Mesela Suriye basınında çalışan ve özellikle de yurt dışında basın görevlisi olan herkesin istisnasız Muhaberat’ın elemanı olduğu söylenebilir. Bunların takip edilmesi faydalı olur. Öte yandan, sınıra yakın köylerden gelenlere dikkat etmek lazım. Ermeni kökenlilere de dikkat etmekte fayda var. Çünkü Ermeniler rejimi destekliyorlardı. Türkiye’ye kaçtılarsa bunun altında bir çapanoğlu vardır.
Fakat yine de, ne yapılırsa yapılsın Muhaberat elemanlarının tümünü tespit etmek mümkün değil. Çünkü ülkeye gelen Suriyeliler kontrol altında değil ve çoğu kaçak giriş yaptığından ülkemizde kaç Suriyeli var o bile belli değil. Mesela Ankara’da her köşe başında bir Suriyeli görmek mümkün. Yazın Manisa’ya gittim. Orada da birçok Suriyeli var. Hatta köylere kadar yayılmışlar. Bu şekilde kontrolsüz olarak ülkemizde dolaşan Suriyelilerin içinde bulunan Muhaberat elemanları her yere sızabilirler.
Muhaberat elemanı eğitimli ve akıllı bir kişidir. Bu sebeple Türkiye’ye gelip hızla iş-güç sahibi olanları ve vatandaşlığa geçenleri öncelikle takip etmek lazım. Ama en iyisi tüm Suriyelileri mülteci kamplarında toplamak ve hareketlerini kontrol altında tutmaktır. Aksi takdirde başımıza türlü türlü belalar geleceği muhakkaktır. Hatta şimdiden bu etkilerin bir kısmı ortaya çıkmış olabilir. Örneğin ülkemizde Esat rejimi yanlısı söylemlerin ve internet paylaşımlarının bir kısmı, Muhaberat elemanlarının yaptığı psikolojik harekâtın bir sonucu olabilir.
Hits: 292
Atatürk ve Kadın
- 8 Mart 2019
DOĞU TÜRKİSTAN NERESİDİR
- 14 Mart 2019