
Moğollardan Mollalara, Türk Ordusunu Yok Etme Girişimlerinde Son Durum: Guguk Kuşu Stratejisi.
- 19 Nisan 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Türkiye
- 5
- Facebook40
- Twitter10
- WhatsApp0
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
Türklere asker millet denildiğini duymayan ve bilmeyen
yoktur. Hatta bazıları, Türk milletinin “ordusu
olan bir millet değil, Türk ordusunun milleti olan bir ordu” olduğunu bile
söylemişlerdir. Bu ifadeler laf olsun diye söylenmiş sözler değildir. Çünkü bu
sözler, aynı zamanda Türklerin sosyal ve siyasi yapılanmalarını da ortaya
koymaktadır.
Mete Han zamanından ve hatta çok daha önceki dönemlerden beri Türk ulusu, erkeklerin tamamına yakınının ve hatta bazı dönemlerde kadınların da önemli bir kısmının savaşlara katıldığı bir askeri düzen içinde teşkilatlanmışlardır. Bu teşkilatlanma sebebiyle Türkler, tarih boyunca silahlı bir ulus ve askeri bir toplum olarak yaşamışlardır. Bu sebeple Türk ulusunun veya Türk devletlerinin düşmanları, bu ulusu veya kurduğu devletleri yok etmek için öncelikle Türk ordusunu yok etmeye veya en azından kontrol altına alarak zayıflatmaya çalışmışlardır. Bunun için de, Türk ulusunu silahlı bir ulus haline getiren toplumsal ve siyasi teşkilatı bozmaya ve etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır.
Örneğin Anadolu Selçuklu Devleti, 1243 yılında Moğollarla savaşa giderken, dönemin kaynaklarının belirttiğine göre, ordu mevcudu 70.000 kişi kadardı. Selçuklu ordusu Kösedağ muharebesini kaybedince, Moğollar Anadolu’yu işgal etmediler. Fazla ağır olmayan bir vergi koyup geri çekildiler. Fakat buna rağmen, alınan yenilgi Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkımına sebep olacak gelişmeleri başlattı. Çünkü devlet, siyasi ve askeri olarak değişime zorlanarak zayıflatıldı.
Ordunun zayıflamasında en büyük etken, Moğolların orduyu kontrol altına alıp güçlenmesine engel olmalarıydı. Böylece, Anadolu’daki askeri harekâtlar 3-4 bin kişilik küçük ordularla yapılır hale geldi. Ayrıca, yerleşmiş Selçuklu askeri sistemi bozulduğundan, ordu nitelik olarak da çok fazla güç kaybetti.
Bunun sonucunda, askeri harekâtlar genellikle Moğol ordusu ile birlikte ve Moğol ordu komutanlarının komutasında yapıldı. Selçuklu ordusunun, kendi başına askeri harekât yapamadığı gibi kendi ordusuna komutan bile görevlendirememesi, devletin saygınlığını yitirmesine sebep oldu.
Ordunun ve dolayısıyla da devletin zayıflamasının en büyük sebebi, ikta sisteminin bozulmasıydı. İkta sistemi, devlet arazilerinin daimi bir ordu besleyecek ve hazır bulunduracak şekilde, tayin edilen yöneticilerin kontrolüne verilmesi olarak tarif edilebilir. Bu sistem Osmanlı dönemindeki tımar sisteminin atası olarak kabul edilebilir ve kökleri çok daha eskiye dayanmaktadır. Sistemi etkili hale getiren ise Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü veziri Nizam-ül Mülk’tür.
İkta sistemi, tüm halkın ülke savunmasına katılmasını sağladığından, hem daima hazır büyük bir ordunun teşkiline imkân veriyor, hem de herkesin orduya katılması sebebiyle halkta birlik duygusu yaratıyordu. İkta sisteminin çökmesi, ordunun zayıflamasına ve halktan kopmasına sebep oldu. 1277’den sonra ikta sistemi tamamen ortadan kalktı ve daimi ordu da dağıldı. Böylece Anadolu Selçuklu Devletinin askeri teşkilatı tamamen çözülmüş oldu.
Bunun sonucunda Anadolu Selçuklu Devleti bir süre sonra yıkıldı. 1278 yılından sonra artık müstakil bir Selçuklu ordusundan, dolayısıyla bağımsız bir Selçuklu Devleti’nden bahsetmek mümkün değildir. [1] Anadolu Selçuklu Devleti yıkılınca Anadolu’da güçlü aileler ve kişiler ikta arazilerini ele geçirdiler. Merkezi devlet çöktüğünden, bunu fırsat bilenler adeta devletin tüm topraklarını yağmaladılar ve aralarında paylaştılar. Bunun sonucunda, birçok beylikten oluşan parçalanmış bir yapı ortaya çıktı.
Bu süreç, Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar Anadolu’yu birleştirmesine kadar, uzun bir süre devam eden istikrarsız bir ortam yarattı. Beylikler hâkimiyet mücadelesi için birbirleriyle savaştığı için, Anadolu harap oldu. Halk güvenlik kaygısı içinde yaşadı ve büyük katliamlara maruz kaldı.
Osmanlı’nın güçlenmesi ve diğer beylikleri ortadan kaldırması üzerine yeniden bir huzur ve güven ortamı sağlandı. Timur, Ankara yakınlarında Osmanlı ordusunu büyük bir yenilgiye uğratarak devleti yok olmanın eşiğine getirmesine rağmen, ordu ve devlet sistemi iyice güçlenmiş ve güçlü bir sivil ve askeri bürokrasi teşkil edilmiş olduğundan Osmanlı bir depresyona girse de dağılmadı. Timur, Çin’e sefer yapmak için ülkesine dönüp bir süre sonra da ölünce, bu depresyon kısa sürede atlatıldı.
Kanuni devrinde ateşli silahların gelişmesi sebebiyle, Selçuklularda ikta askerinin benzeri bir yapı olan ve tımarlı sipahi diye bilinen, hafif süvarilerden oluşan askeri yapı yeniden bozulmaya başladı. Çünkü hafif süvariler, ateşli silahlar karşısında etkisiz kalıyorlardı. Devlet, bu sistemi ıslah edip dönüştürmek yerine paralı askerler temin etme yoluna gitti.
Levent vb. isimlerle anılan ve çoğu Anadolu’dan temin edilen bu askerler, seferlerden dönünce terhis ediliyorlardı. Terhis edilen bu askerler işsiz kaldıklarından, memleketlerine dönünce eşkıyalık yapmaya başladılar. Her yerde ortaya çıkan bu eşkıyalar, köylere saldırdılar. Köylerin basılması ve güvenliğin ortadan kalkması, köylülerin daha güvenli olan şehirlere ve büyük yerleşim yerlerine göç etmesine sebep oldu.
Bunun sonucunda Anadolu fakirleşti. Tarım üretimi çok azaldı. Köylülerden oluşan geniş bir işsiz kitlesi ortaya çıktı. Köylüler topraklarını terk ettiğinden, tımar sistemi daha da zayıfladı ve bulundukları bölgede güvenliği de sağlayan tımarlı sipahilerin sayısı iyice azaldı. Bu durum, kırsalda ve hatta bütün Anadolu’da devlet otoritesini zayıflattı.
Öte yandan, bu dönemde devlet merkezinde taassup artmaya başladı. Bu durum Anadolu’ya da yansıdı. Bunun sonucunda, bazı tarikat liderleri ve dini gruplar güç kazandı. Bu tarikatlar ve dini gruplar halkı istismar ederek ardı arkası gelmeyen isyanlar (bunlar genellikle celali isyanları diye anılırlar) çıkardılar. Bu durum, devletin varlığını tehdit eder hale geldi. Ordu ve devlet düzeni tamamen bozuldu. Bunun sonucunda Osmanlı ordusu Avrupa orduları karşısında sürekli olarak yenilmeye başladı.
Cephelerde yenilgiler alınmaya başlanınca, orduyu ıslah etmek gerektiği anlaşıldı. Daha Kanuni döneminde hissedilmeye başlanan bu ihtiyaç, Viyana bozgunundan (ikinci Viyana Kuşatması ve ardından alınan yenilgilerden) sonra daha açık bir şekilde ortaya çıktı. 4. Murat döneminde (17. Yüzyılın ilk yarısında) Koçi Bey, bu zayıflamayı detaylı bir şekilde inceleyerek alınması gereken tedbirleri bir risale halinde padişaha sundu.[2] 4. Murat ve ondan sonraki padişahlar zamanında bu tavsiyelere ve hazırlanan başka raporlara uygun olarak ordudaki ve devlet sistemindeki aksaklıklar düzeltilmeye çalışıldı. Fakat bir süre sonra, ordunun ve devletin eski gücüne tekrar kavuşması için mevcut sistemin ıslahının yeterli olmadığı anlaşıldı.
Bunun üzerine, Batı orduları örnek alınarak bazı ıslahatlar yapılmaya başlandı. Yurt dışından askeri uzmanlar getirildi. Fakat bu ıslahat hareketleri kopuk kopuk ve etkisizdi. 18. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Padişah 3. Selim, bölük pörçük ıslahatlarla bir şey yapılamayacağını anladı ve köklü bir yenilik hamlesi başlattı.
Kendisi, Yeniçerilerin gerici çevrelerle birlikte yaptığı bir darbe ile tahttan indirildi, fakat artık onun açtığı yoldan dönmek mümkün değildi. Çünkü Napolyon’un yenilerek ülkesine geri dönmek zorunda kaldığı Akka kuşatmasında da görüldüğü gibi, modern silah ve teçhizatla donatılmış ve modern harbin gereklerine göre eğitilmiş olan yeni birliklerin en gelişmiş ordulara karşı bile başarılı bir şekilde savaşabildiği anlaşılmıştı. Yeniçeriler ise neredeyse hiçbir muharebede başarılı olamıyorlardı.
Nitekim 2. Mahmut, Yunan isyanında başarısız olan Yeniçeri Ocağı’nı, 1826’da çıkardıkları bir isyan sonrasında ortadan kaldırdı ve orduyu kökten bir değişim içine soktu. Yeni bir ordu teşkilatı kurdu. Kıyafetten silah ve teçhizata kadar birçok alanda modernizasyona gidildi. Bununla birlikte bu sistem beklendiği kadar kısa süre içinde başarılı olamadı. Çünkü teşkilat, teçhizat ve kıyafet değişse de, ordu felsefi ve düşünsel açıdan fazla bir gelişme gösteremedi.
Bu alanlardaki köklü değişim, yine büyük bir askeri yenilginin zorlamasıyla ortaya çıktı. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi büyük bir hezimetle sonuçlanınca ve (bu günlerde bazı kendini bilmez tipler Abdülhamit devrinde bir karış toprak kaybedilmediğini iddia etseler de) Balkanlar ve Kafkasya’da çok büyük topraklar kaybedilince 2. Abdülhamit Prusya (Almanya)’dan ordunun ıslahı için yardım istedi.
Bunun sonucunda Almanlar, 1882 yılında bir albayın komutasında üç yüzbaşıdan oluşan bir heyet gönderdiler. Bir yıl sonra da 1. Dünya Savaşı’nda da Osmanlı ordusunda general rütbesiyle görev yapacak olan meşhur Von Der Goltz İstanbul’a geldi. Okullarda ıslahattan sorumlu olan bu adam, o zamanlar henüz binbaşı rütbesindeydi ve Millet-i Müselleha (Silahlı Ulus) isminde Avrupa ordularında çok okunan bir kitap yazmıştı. Gerçi başka kitapları da vardı ama bu kitabı en çok ses getiren eseriydi ve onun İstanbul’a gelmesinden kısa bir süre sonra Türkçe’ye çevrilerek yayınlandı. Bu çeviri, subaylar tarafından adeta kapışıldı ve kitap kısa sürede tükendi.
Alman heyetinin başındaki albay bir yıl sonra hastalanıp ölünce, Goltz heyet başkanlığını görevini de üzerine aldı. Goltz; sadece askerleri eğitmek, kıyafet ve teçhizatla uğraşmakla ordunun düzelmeyeceğini düşündüğünden ağırlığı subay yetiştiren okullara verdi. Eğitim sistemini tamamen değiştirdi. Özellikle idealist bir kurmay kuşağı ortaya çıkarmak için Harp Akademisi eğitimine büyük önem verdi. Bu subaylar sadece iyi birer subay olarak yetiştirilmediler. Ülkeyi kurtaracak yegâne insanlar oldukları duygusu ile de yetiştirildiler. Kendilerini ülke için her an feda etmeye hazır olmaları gerektiğini öğrendiler. Vatan, millet, devlet sevgisi ve ilerleme ve öğrenme aşkı ile eğitildiler.
Abdülhamit ayrıca, birçok harp okulu ve lisenin açılmasına da onay verdi. Yeni silah ve teçhizat alımı yapıldı. Alman talimnameleri ve Clausewitz gibi askeri düşünürlerin kitapları Türkçe’ye tercüme edildi. Bunlar askeri okullardaki eğitimlerde kullanıldı ve kıtalardaki subaylar tarafından okundu. Bu dönemde Harp Okulu ve Harp Akademisi’nden mezun olan subaylar, birçok Avrupa ordusunun subaylarından daha iyi bir eğitim aldılar ve daha nitelikli hale geldiler.
Bunu, 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’yi yürüten subayların tamamının bu dönemde bu okullardan mezun olan subaylar olmasından da anlamak mümkündür. Milli Mücadele’yi başlatan ve yürüten üst seviyedeki subay ve generallerin tamamının (Nurettin Paşa hariç) kurmay kökenli subay ve generaller olması ise Goltz’un orduyu yönetecek seçkin bir sınıf oluşturma çabalarının ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız bilgilerden de anlaşıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu ordunun zayıfladığını daha 17. Yüzyıl başlarında anlamıştır. Ordunun zayıflamasının, devletin zayıflaması anlamına geldiğini de görmüştür. Bu sebeple, neredeyse 300 yıl boyunca önce ordunun ıslah edilmesine, bunda başarılı olamayınca da yeni bir ordu kurulmasına çalışılmıştır.
Özellikle devletin son 100 yılı, ülkeyi yok olmaktan kurtaracak yeni bir ordu kurmak için gösterilen yoğun çabalarla geçmiştir. Bu çabalar sonucunda başarılı da olunmuş ancak devleti kurtarmak için çok geç kalınmıştır. Çünkü devlet, tamamen güçsüz düşmüş ve ancak emperyalist devletlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmakta anlaşamamaları sebebiyle varlığını sürdürebilir hale gelmiştir.
Nitekim emperyalist devletlerin bu anlaşmazlıkları çözmek için diplomatik yolları bir yana bırakarak askeri yöntemler uygulamaya karar vermesiyle ortaya çıkan 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusu birçok Batı ordusundan daha iyi savaşmıştır. Dönemin en güçlü Avrupa ordularını Çanakkale’de, Irak’ta ve İran’da yenmiştir. Fakat buna rağmen devleti kurtaramamıştır. Bununla birlikte geriye; iyi eğitim almış, cephelerde gösterdikleri başarılara göre yükselmiş, vatan ve millet sevgisiyle dolu bir general, subay, yedek subay ve astsubay kuşağı bırakmıştır.
İşte bu sebeple, İngiliz ve Fransızlar 1. Dünya Savaşı sonrasında ilk iş olarak ne kadar iyi savaştığını yaşayarak gördükleri bu orduyu ve onun yetişmiş personel kadrolarını dağıtmaya çalıştılar. Aynı Moğolların Selçuklu ordusuna yaptığı gibi ordu mevcutlarını azalttılar. Ayrıca, general ve subayları tutuklayıp hapsettiler veya Malta Adası’na gönderdiler. Mecburi askerliği kaldırdılar. Askeri okulları kapattılar. Sadece iç güvenliği sağlayabilecek, küçük ve profesyonel bir ordu kurulmasını istediler. Tüm bunları da, onlarla uyum içinde çalışan Osmanlı hükümetleri eliyle yaptılar.
Fakat her şeye rağmen, bu çabalar bir işe yaramadı. Çünkü Anadolu’yu kontrol altına alamamışlardı. Anadolu’da ve Trakya’daki askeri birliklerde iyi bir askeri eğitim almış ve savaş meydanlarında yetişmiş büyük bir subay ve general kitlesi vardı. 2. Meşrutiyet döneminde açılan astsubay okullarında okumuş ve savaş meydanlarında yetişmiş bir astsubay ve ayrıca yedek subay kadrosu da vardı. Bunların çoğu kıtalarının başındaydı. İstanbul’da olanlar da Anadolu’ya geçmeye başlayınca; hükümetin, İngilizlerin ve Fransızların çabaları bir işe yaramadı. Böylece Osmanlı’nın son 300 yılında kurulmaya çalışılan yeni Türk ordusu, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaktan ve yok olmaktan kurtaramasa da, verdiği Milli Mücadele’nin ardından yeni bir devlet kurmayı başardı.
Muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları, bu tarihi gerçekleri, bir süredir devletimizi yöneten kişilerden daha iyi incelediler. Türkiye’nin yıkılması için öncelikle ordunun zayıflatılması gerektiğini gördüler. Tarihi tecrübelerden, bunun dıştan bir zorlamayla mümkün olmadığını anladılar. Sadece iktidara yeni Damat Ferit hükümetleri getirmenin de yeterli olmadığını biliyorlardı. Bu sebeple ordunun içeriden yıpratılması ve zayıflatılmasına karar verdiler. Bu da, ancak guguk kuşu gibi bir strateji uygulamakla mümkündü.
Guguk kuşu içinde yumurtalar olan bir kuş yuvası bulup bu yuvaya yumurtlar. Bu, genellikle tek bir yumurtadır. Böylece guguk kuşu, kendisinin olmayan bir yuvaya yumurtası vasıtasıyla âdeta sızar. Ana kuş yuvaya gelince, muhtemelen bu tek yumurtanın kendi yumurtası olmadığını fark etmez. Bu yumurtanın biraz farklı olduğunu fark etse ve şüphelense bile, başka bir kuşun gelip kendi yuvasına yumurtlamasının mantıklı olmadığını düşünerek bunun da kendi yumurtası olduğunu kabul eder. Diğer yumurtalarla birlikte, bu yumurtayı da çevirir, ısıtır ve bakar. Ancak bu çaba, kendi evlatlarının ölümünü de beraberinde getirecek bir çabadır. Çünkü guguk kuşu yumurtası, oraya sinsi bir planın bir parçası olarak yerleştirilmiştir.
Nitekim guguk kuşu yumurtası, diğer yumurtalardan daha önce kırılır ve yavru dışarı çıkar. Bu yavru, normal yavrularından biraz farklıdır. Ama ana kuş, yumurtayı kendisinin yumurtladığını zannettiğinden, biraz değişik görünse de bu yavruyu kendi yavrusu zanneder. Yeni doğan yavruyu beslemek için yem bulmak maksadıyla yuvadan uçar. O gidince, guguk kuşu yavrusu diğer yumurtaları yuvadan dışarıya atmaya başlar. Aşağıya düşen yumurta kırılır ve içindeki asıl ve asil olan yavru ölür.
Guguk kuşu bütün yumurtaları aynı anda yuvadan atmaz. Çünkü böyle yaparsa dikkat çekecektir. Her gün anne kuş yuvadan ayrılınca bir yumurtayı dışarıya attığından, bunu yuvadaki tuhaf yavrunun yaptığı anne kuşun aklına gelmez. Tam aksine, bir yavrusunu kaybetmesinin üzüntüsüyle, tüm dikkatini henüz yumurtadan çıkmamış olan yavrularına ve sağ salim dünyaya gelmiş olan yavruya verir. Bu yavruyu beslemek için yem bulması gerektiğinden ertesi gün tekrar yuvadan ayrılır. O yuvadan ayrıldıkça guguk kuşu yavrusu, diğer yumurtaları da yuvadan aşağıya atmaya devam eder. Tüm yumurtaları atınca da yuvanın tek hâkimi haline gelir.
Guguk kuşu hızlı büyüdüğünden daha fazla yiyeceğe ihtiyacı vardır. Ama neyse ki diğer yavruları ölünce anne kuş, bütün dikkatini ona verir ve var gücüyle onu beslemeye çalışır. Anne kuş, yavru iyice büyüyüp uçabilecek duruma gelince durumu anlamaya başlar. Çünkü besleyip büyüttüğü bu yavru, hem kendisine benzememektedir, hem de kendisinden çok daha iridir. Fakat artık çok geç olmuştur. Ve bu katil o kadar büyümüştür ki artık ona bir şey yapmaya gücü yetmez. Bunun üzerine üzgün bir şekilde yuvadan ayrılır.
İşte Türkiye Cumhuriyeti düşmanları da FETÖ’cüleri Türk ordusuna bu guguk kuşu misali soktular. Bu guguk kuşu tohumları da yumurtadan çıkar çıkmaz vatanın, milletin ve ordunun gerçek evlatlarını kumpaslarla teker teker yuvadan atmaya başladılar. Neyse ki FETÖ’cüler, guguk kuşu kadar sabırlı değillerdi. Henüz tek başına uçacak kadar büyümeden önce kendilerini ele verdiler. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da yuvadan atıldılar.
Türk ordusu belki de tarihi boyunca ilk defa böyle ağır bir
saldırıya maruz kaldı. Uygulanan dolaylı tutum ve asimetrik stratejiler, orduya
ve özellikle yetişmiş kritik personel kadrosuna büyük bir darbe vurdu. Ama şimdilik
bu tehlikeyi de atlatmayı başardı. Umuyorum ki yaşananlardan alınan derslerle
ordu, kısa sürede yeniden toparlanacak ve eski dönemlerdeki gücüne
kavuşacaktır.
[1] Erkan Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010, s. 110-113, 173-174.
[2] Bkz. Koçi Bey Risalesi, Yayına Hazırlayan: Seda Çakmakçıoğlu, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2007.
Hits: 41
ÇÖZÜM SÜRECİ GELİYOR
- 16 Nisan 2019
31 MART SEÇİMİNİN ARDINDAN SEÇİM SONUÇLARININ DÜŞÜ...
- 19 Nisan 2019