
Siyaset Biliminin Birinci Kuralı: Ne söylediğiniz kadar, nasıl söylediğiniz de önemlidir.
- 25 Nisan 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Politika
- 3
- Facebook15
- Twitter15
- WhatsApp5
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
Gençlik yıllarımda, sanırım Dale Carnegie[1] tarafından yazılmış bir kitapta şöyle bir şey okumuştum: “Antik Mısır’da her sabah, Firavun’un huzuruna kendisinden sonra kral olacak olan veliaht prens getirilirmiş. Firavun oğluna sadece bir şey söylermiş: ‘Oğlum… Politik ol…’. Bundan sonra prens huzurdan ayrılır ve Firavun günlük işlerine devam edermiş. Bu ritüel, kral olacak olan prensin krallığa hazırlık eğitiminin bir parçası ve en fazla önem verilen faaliyetiymiş.”
Yazar bu örneğin ardından, her yöneticinin politik olmasını ve hatta her insanın hayatta başarılı olmak için politik davranması gerektiğini anlatıyordu. Buradaki politik davranışla kastedilen, bir siyasi partiye üye olmak veya bir ideolojiyi savunmak değildir. Anlatılmaya çalışılan, hiçbir insanın diğer insanlarla olan ilişkilerinde fevri davranmaması ve fikrini söylerken her aklına geleni, aklına geldiği gibi söylememesi gerektiğiydi.
Yazar doğruları söylemek kadar, bu doğruları nasıl ve ne zaman söylediğimizin de önemli olduğunu, bunun için her konuşmamızda ve her davranışımızda politik bir yaklaşım takip etmek gerektiğini vurguluyordu.
Bu tür öğütler doğu toplumlarında tarihin en eski devirlerine dayanan bir gelenektir. Fakat bu öğütler düz bir metin şeklinde değil, genellikle hayvanların başrolde olduğu hikâyeler şeklinde anlatılır.[2] Bu şekilde birçok yazılı eser olduğu gibi, halk arasında da değişik konularla ilgili öğütler veren veya dersler çıkarılmasını sağlayan çok sayıda hikâyeler anlatılır. Bu gelenek günümüzde de kültürümüzün canlı bir parçası olarak yaşamaktadır. Nitekim ben yakın zaman önce Carnegie’nin anlatmaya çalıştığı şeyi çok basit bir örnekle anlatan bir hikâye dinledim. Hikâye kısaca şöyle:
Eski zamanlarda ilk eğitimini tamamlayan bir genç, imam olmaya karar vermiş. Hikâye bu ya, o zamanlar en iyi din eğitimi Şam’da veriliyormuş. Bu sebeple, delikanlı anne ve babasının da iznini alarak eşeğine binmiş ve Şam’a doğru yola çıkmış. Günlerce gittikten sonra Şam’a varmış ve din eğitimi verilen bir okula giderek eğitimine başlamış. Hırslı olduğu kadar akıllı da olan bu genç, üç yıllık eğitimin ardından diğer öğrenciler arasında temayüz ederek standart imamlık eğitimini tamamlamış. Üçüncü yılın son günü hocasının karşısına çıkmış.
“Hocam… Üç yıl eğitim aldım. Bu eğitimle imamlık diploması almaya hak kazandım. Ama, benim memleketim buraya çok uzak. Eksik bir şey kaldıysa geri dönmem çok zor olur. Bu sebeple size sorma ihtiyacı hissettim. Ben imamlık yapabilmek için gerekli tüm eğitimi aldım mı? Başka bir ders almaya ihtiyacım var mı?” demiş.
Hocası çok sevdiği öğrencisini dikkatle dinlemiş. Biraz düşündükten sonra cevap vermiş:
“Evladım. Sen imamlık yapmak için gerekli tüm dini dersleri aldın. Zeki ve çalışkan bir öğrenci olduğun için, arkadaşlarından daha fazla bilgi kazandın. Bu bilgi seviyesiyle imamlık görevini gayet rahat yerine getirebilirsin. Fakat bir ders daha var ki, bana sorarsan bu dersi de alsan iyi olur.”
Delikanlı merakla sormuş:
“Nedir o ders hocam?”
Hoca cevap vermiş:
“İlm-i siyasa evladım.”
Öğrenci şaşırmış. Siyaset ilminin imamlıkla ne alakası olacağını anlayamamış.
“Peki, hocam bu dersi almasam imamlık yapamaz mıyım?” diye sormuş.
Hocası gülümseyerek cevap vermiş.
“Dini bilgi açısından hiçbir eksiğin yok. Bu dersi almasan da imamlık yapabilirsin. Ama bu dersi alırsan hem imamlık yaparken hem de hayatın boyunca birçok yerde çok işine yarar. Ama yine de sen bilirsin. Bu ders zorunlu bir ders değil. Bu yüzden her öğrenci almıyor zaten.”
Bunu duyan delikanlı biraz düşünmüş. Annesi, babası ve kardeşleri aklına gelmiş. Onları çok özlediğinden hepsi gözünde tütüyormuş. Bu sebeple dini konularla hiçbir alakası olmayan bir dersi almak için memleketinden bir yıl daha uzak kalmaya gerek olmadığını düşünmüş. Hocasına bu dersi almayacağını söylemiş. Hocası biraz üzülür gibi olmuş ama bir şey söylememiş.
Bunun üzerine delikanlı, hocası ve arkadaşlarıyla vedalaşmış ve eşeğine binip memleketine doğru yola çıkmış. Birkaç gün yol aldıktan sonra bir köyün yanından geçerken camiden Cuma selası verildiğini duymuş. Hemen köye girip camiye gitmiş ve abdest alıp içeri girmiş.
O sırada imam vaaz veriyormuş. Bir yere oturup vaazı dinlemeye başladıktan kısa bir süre sonra imamın söylediklerini duyan bizim delikanlının tüyleri diken diken olmuş. Çünkü imam tamamen uydurma şeyler anlatıyormuş. Anlattıklarının çoğu da dine aykırı şeylermiş. Kendisi daha yeni eğitimini tamamladığı ve iyi bir eğitim aldığı için anlatılanları yanlış olduğundan emin olan delikanlı, hemen oturduğu yerden itiraz etmiş.
“Hocam… Siz öyle diyorsunuz ama söyledikleriniz tamamen yanlış. Kuranı Kerim’in şu süresinde şöyle yazıyor. Filancanın hadis kitabında da böyle yazıyor. Söylediğiniz şeyin doğrusu şudur.”
Tabi tüm cemaat dönüp bir delikanlıya, bir de imama bakmışlar. Herkesin gözündeki merak ve şüpheyi fark eden ve otoritesinin sarsılmak üzere olduğunu anlayan imam, doğal olarak bu duruma çok bozulmuş. Ama yılların tecrübesiyle hemen toparlanıp konuyu değiştirmiş ve durumu düzeltmiş. Ama imam cahil ve bilgisiz biri olduğundan yine yalan yanlış şeyler anlatmaya devam etmiş.
Delikanlı yine müdahale etmiş ve yine aynı sıkıntılı durum yaşanmış. İmam bunu da atlatmış ama bizim delikanlının duracağı yok. Delikanlı yine itiraz edince imam oturduğu yerden doğrulmuş ve tüm inandırıcılığıyla cemaate seslenmiş:
“Heeeeyyy cemaat-i Müslimin! Şu aranızda duran yabancıyı görüyor musunuz? Bilin ki bu bir yalancı ve fitne çıkarıcıdır. Belki de bir şeytandır. Benim gibi yılların imamını, Kuranı Kerim ve hadis kitaplarını ezberlemiş birine iftira atıyor ve sizi fitneye ve şüpheye sürüklemeye çalışıyor. Her kim ki bu zındığa bir yumruk atarsa, yarın ruz-u mahşerde misliyle sevap kazanır ve umulur ki cennette yeri hazır olur.”
Bunu duyan cemaat hemen yerinden fırlayıp delikanlının üzerine çullanmış. Yumruk, tekme, tokat derken baygın düşen delikanlıyı camiden çıkarıp köyün dışına atmışlar. Eşeğini de yanına bırakmışlar.
Delikanlı ayılıp kendine gelince hocasının sözleri kafasına dank etmiş. Hemen eşeğine binip Şam’a geri dönmüş ve hocasına ilm-i siyasa dersini almak istediğini söylemiş. Hocası delikanlının halini görünce durumu anlamış ve bir şey söylemeden onu dersine kabul etmiş.
Her neyse… Bir yıl dediğin nedir ki? Göz açıp kapanıncaya kadar geçmiş. Delikanlı bu derste de emsalleri arasında temayüz ederek en yüksek puanla okuldan mezun olmuş. Arkadaşları ve hocasıyla vedalaşıp eşeğine binmiş ve tekrar yola çıkmış.
Ne tesadüftür ki yine aynı köyün yakınlarından geçerken camiden gelen Cuma selasını duymuş. Doğruca camiye gitmiş ve abdest alıp içeri girmiş. Aradan bir yıl geçtiği için kimse onu tanıyamamış. İçeri girdiği sırada yine aynı imam vaaz veriyormuş. Tabii yine kafasına göre atıp tutuyormuş.
Delikanlı imamı huşu içinde dinlemeye başlamış. Arada bir cezbe geçiriyormuş gibi yüksek sesle ‘Allahhhh!’ diye bağırmayı da ihmal etmiyormuş. Bu sebeple tüm cemaatin dikkati delikanlının üzerinde toplanmış. Doğal olarak imam da bu durumu fark etmiş. Ama oğlanın tavırlarından, kendi vaazından çok etkilendiğini gördüğü için bundan çok memnun olmuş ve yalan yanlış anlatmaya devam etmiş.
İmam tam vaazı bitirip kürsüden aşağıya inince delikanlı ayağa kalkmış ve ağlamaklı bir ifadeyle cemaate seslenmiş:
“Eyyy Cemaat-i Müslümin…. Ben din eğitiminin merkezi Şam’da dört yıl dini eğitim aldım. Çok meşhur imamlar, hocalar gördüm. Ama size şunu söyleyeyim, ne Şam’da, ne de başka bir yerde sizin bu imamınız kadar derin bilgisi olan, mübarek bir imam görmedim. Böyle güzel bir vaazı daha önce hiç kimseden dinlemedim. Çok etkilendim ve neredeyse kendimden geçecek gibi oldum. Ben bu kadar ulu başka bir insan da görmedim. Muhtemelen sizin imamınız bir ermiş olmalı. Size yemin ederim ki, her kim bu imamın sakalından veya saçından tek bir tüy alırsa, muhtemelen bu tüyün hatırına öbür dünyada cennete gider…”
Bunu duyan cemaat, daha delikanlı sözünü tamamlamadan hışımla ayağa kalkmış ve imamın üzerine çullanarak şaçını sakalını yolmuş. Doğal olarak imam bayılmış ve kendine gelir gelmez köyden kaçmış. Bunun üzerine, imamsız kalan köylüler delikanlıyı camiye imam yapmışlar.
Dale Carnegie’nin kitabında olduğu gibi, bu hikâye de şunu anlatmaktadır: “Bilgili olmak önemlidir. Eğitimli olmak önemlidir. Söylediğimiz şeylerin doğru olması önemlidir. İyi bir amacımız olması da önemlidir. Ancak bunlar yeterli değildir. Çünkü ne söylediğimiz kadar, nasıl söylediğimiz de önemlidir. Her doğruyu, her yerde ve kafamıza estiği gibi söylersek, anlatmak istediğimizi insanlara anlatamadığımız gibi başımıza bir sürü bela da gelebilir. Bu sebeple konuşma ve davranışlarımızda politik olmakta ve İlm-i Siyasa’ya göre hareket etmekte fayda vardır.
Birkaç gün önce “Türkiye Selçuklularında Ordu” isimli bir kitap okurken buna uygun davranmayan devlet adamlarının başına neler gelebileceğine dair güzel bir örnekle karşılaştım. Olay, Türkiye Selçuklularının Kösedağ Meydan Muharebesi’nde alınan yenilgiden sonra Moğol vesayetine girdiği dönemde yaşanmış. Bu dönemde ülke giderek fakirleştiği ve güçsüzleştiği halde saray ve devlet görevlilerinin harcamaları daha önce hiç görülmediği kadar artmış. Devletten maaş alan görevli ve hizmetlilerin sayısı da, daha önce hiç olmadığı kadar çoğalmış. Adeta devletten beslenen ve hiçbir iş yapmayan büyük bir kitle oluşmuş. Alâeddin Keykubad[3] döneminde yetişmiş ünlü bir devlet adamı olan Şemseddin Altunaba bu duruma büyük bir tepki göstermiş.
Bir yandan Moğollara vergi ödenirken bir yandan da devlet ricalinin israf içinde yaşaması karşısında dönemin sultanına; “Eski büyük padişahların hiç birinin onun imkânlarının ve yeteneklerinin onda birine bile sahip olmadığı halde, Sultan Alaaddin’in; tüm bu azametine, gücüne, kuvvetine ve dirayetine rağmen iki tercümanı ve dört münşisi (kâtibi) yokken, bu düşkünlük ve yoksulluk içinde zor durumda bulunan ve üstelik de haraç ödemeye mahkûm olan sizin bu kadar maaşlı adam bulundurmanız doğru değildir.” demiş. [4]
Gerçekten de söylediklerinde yerden göğe kadar haklı olan ve doğruları açık açık söyleyen bu adam bundan bir sonuç alabilmiş mi? Maalesef hayır. Söylediklerini hiç kimse dikkate almadığı gibi bu sözleri sebebiyle bir sürü düşman edinmiş. Kısa süre sonra da bu düşmanları, bir suikast ile onu ortadan kaldırmışlar.
Görüldüğü gibi İlm-i Siyasa’ya uygun davranmayan bir kişinin başına, ne kadar haklı olursa olsun ve ne kadar doğru konuşursa konuşsun her türlü felaketin gelmesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu ilmi çok iyi uygulayan birinin ise nasıl bir sonuç alacağını, yakın tarihimizden bir örnekle açıklamaya çalışayım.
1980 öncesiydi. Şimdi hangi yıl olduğundan emin değilim ama sanırım 1977 yılıydı. Ben küçük bir çocuktum. O yıl genel seçimler vardı. Bizim köydeki herkes hararetle televizyondaki haberleri izliyor, gazeteleri okuyor, radyoları dikkatle dinliyor ve tütün fiyatlarının ne olacağını öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü Manisa tütün üretiminin Türkiye’deki merkezi gibiydi ve bizim köyün de geçim kaynağı ağırlıklı olarak tütüne dayanıyordu. O zamanlar tütün fiyatlarını devlet belirliyordu. Tüccarlar da yabancı tütün şirketleri için tütün alıyorlar ve çoğu zaman birinci kalite tütüne başfiyatın üzerinde fiyat veriyorlardı.
Nihayet bazı parti liderlerinin; eğer hükümet kuracak veya kurulacak hükümete girecek kadar oy alırlarsa tütün başfiyatını kaç para yapacaklarına dair açıklamaları duyuldu.[5] Fakat halkın merakı henüz sona ermemişti. Çünkü partilerin çoğu başfiyatı açıklamış, ancak Demirel henüz bu konuda hiçbir şey söylememişti. Ama telaffuz edilen rakamlar çok iyi bir rakam olduğundan Demirel’in daha yüksek bir rakam veremeyeceği konuşuluyordu.
Fakat işler öyle olmadı.
Demirel, herkesin merakla beklediği açıklamasını nihayet yaptı ve eğer kendisi seçilirse tütün başfiyatının ne olacağını söyledi. Kullandığı ifade, İlm-i Siyasa ustalığı konusunda kendisinden daha yetenekli herhangi bir kişi olmadığını gösteriyordu. Çünkü verdiği rakamı başka birinin geçmesi mümkün değildi.
Demirel ne mi dedi?
“Tütüne, kim en yüksek fiyatı vereceğini vaat ediyorsa, ben ondan 5 lira daha fazla vereceğim.”
Sonra ne mi oldu?
Demirel tütüncülerin çoğunun oyunu aldı.
Böylece, Manisa’da en yüksek oyu alan parti, Adalet Partisi oldu.
Bu arada, Demirel yalan söylemediğini de gösterdi.
Çünkü seçimden sonra hükümet kurunca, tütüne yüksek bir
başfiyat verdi.
[1] 24 Kasım 1888 – 1 Kasım 1955 yılları arasında ABD’de yaşamıştır. Kişisel gelişim konusunda kitaplar yazan ve konferanslar veren bir kişidir.
[2] Devlet yönetimi veya doğru davranış biçimiyle ilgili bu tür eserler, Hindistan’dan Türkistan’a ve Ortadoğu’ya kadar çok geniş bir coğrafyada, çok eski zamanlardan beri anlatmak istediklerini hikâyelerle anlatmışlardır. İspanya’nın tamamı Hristiyanların eline geçince, Cordoba ve Granada gibi yerlerdeki kütüphaneler sayesinde bu tarz Avrupa’yı da etkilemiştir. Bunlardan biri olan Kelile ve Dimne Batı dillerine tercüme edilen ilk eser olmuştur ve kısa sürede büyük bir ilgi toplayarak neredeyse bütün Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Hatta La Fontaine’in, meşhur masallarını bu eserden etkilenerek yazdığı söylenir. Bu kitabın yazarının etnik kökeni konusunda değişik iddialar olmakla birlikte, birçok tarihçi kendisinin gerçek adı Ketku olan bir Türk düşünürü olduğunu kabul etmektedir. Yazarın, Şam’da dünyaya geldiği, daha sonra buradan göç ettiği ve en son Çin’e gittiği rivayet edilmektedir. Nerede öldüğü bilinmemektedir. Bu şahıs, Kelile ve Dimne isimli eserini Depşelem isimli bir Hint hükümdarına yazmıştır. Bu eserde; siyaset, erdem ve eğitim gibi çok farklı konular işlenmektedir. Eserin Gönül Yayıncılık tarafından hazırlanan yeni bir baskısını kitapçılarda bulmak mümkündür.
[3] Alâeddin Keykubat, 1188-1237 yılları arasında yaşamıştır. Yerine oğlu 2. Gıyasettin Keyhüsrev geçmiştir. Kösedağ Meydan Muharebesi, bu sultan zamanında 1243 yılında yapılmıştır.
[4] Erkan Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 2018, s. 299.
[5] O zamanlar çok küçük olduğumdan bu tür konularla ilgilenmiyordum. Sadece o zamanlar etrafta konuşulanlardan ve daha sonraki yıllarda konu ile ilgili olarak köyde yaşlıların konuştuklarından hatırladıklarımı naklediyorum.
Hits: 16
NELER OLUYOR BİZE
- 25 Nisan 2019