
Hazerfan Ahmet Çelebi öncesinde Türklerde uçmakla ilgili çalışmalar.
- 2 Mayıs 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; MGM Tarih
- 1
- Facebook15
- Twitter15
- WhatsApp0
- LinkedIn10
- Telegram5
- Paylaşım
Hazerfan Ahmet Çelebi’nin adını çoğu insan duymuştur. Kendisi tarihte ilk uçan Türk ve hatta ilk uçan insan olarak bilinir. Evliya Çelebi’nin Seyehatname’sinde anlattığına göre 1632 yılında rüzgârlı bir havada kendi yaptığı kanatlarla Galata Kulesi’nden atlamış ve boğazı uçarak geçtikten sonra Üsküdar’daki Doğancılar Yokuşu’na inmiştir.
Evliya Çelebi’nin kitabında sergilediği abartılı gibi görünen anlatım tarzından dolayı, bu olayın gerçekten olup olmadığı uzun yıllar tartışılmış ve konu hakkında birçok araştırma yapılmıştır. Bu olay ve Kâtip Çelebi’nin bahsettiği diğer olaylarla ilgili araştırmalarda, kitapta anlatılan ve daha önce abartı olarak görülen birçok şeyin gerçek olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu sebeple, onun Hazerfan’ın uçması ile ilgili olarak anlattıklarında da, biraz abartılmış da olsa, bir gerçeklik payı olduğu söylenebilir.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra, onun uçmakla ilgili olarak kitabında anlattığı ve Hazerfan’ın uçmasından da ilginç bir başka örnekten de bahsedebiliriz. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre; aynı dönemde sadece yapay kanatlarla uçmayı başaran bir kişi değil, aynı zamanda bu günkü füzelerin atası sayılabilecek dikey havalanmayı gerçekleştiren bir cihaz geliştiren bir kişi de vardır. Bu kişinin adı Lagari Hasan Çelebi’dir.
Lagari Hasan Çelebi, muhtemelen 1632 veya 1633 yılında, 4. Murat’ın kızı Kaya Sultan’ın doğumu sebebiyle düzenlenen şenlikler sırasında, padişahın huzurunda, kendi yaptığı ve barutla çalışan bir düzeneğin içine girmiş, barutu ateşleyince dikey bir şekilde gökyüzüne yükselmiştir. Bir süre sonra da üzerindeki yapay kanatları açarak roketi terk eden Lagari, sağ-sağlam denize inmeyi başarmıştır.
Bu iki olay, o dönemde Türklerin zamanın çok ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olduklarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Üstelik bu durum, sadece o dönemin ve o dönemde yaşayan birkaç kişinin bir özelliği de değildir. Çok daha eski dönemlerden beri devam eden ilgi ve çalışmaların bir sonucudur. Nitekim bazı tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre, Türklerin uçmaya karşı ilgisi sadece bu iki kişi ile sınırlı değildir.
Uçmak ve hele de hiç kimsenin aklına bile getiremediği bir füze yapmak, o zamanlar bir kişinin düşünüp yapabileceği bir şey değildir. Batı’da 19-20. Yüzyılda gerçekleşen havacılıkla ilgili buluş ve icatlar da bunu göstermektedir. Önce değişik kişiler tarafından birçok deneme yapılmış ve bunun sonucunda bir birikim ortaya çıkmış ve nihayet birileri bu denemelerden çıkardıkları derslerle önce balon, sonra zeplin ve uçak yapmayı başarmıştır. Lagari ve Hazerfan’ın da aynı şekilde, uzun süreli bir geçmişe sahip olan başka araştırmalardan faydalandıkları ve bunun sonucunda Evliya Çelebi’nin anlattığı başarılı uçuşları gerçekleştirdiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
Nitekim bunun böyle olduğuna dair bazı iddialar bulunmaktadır. Örneğin Hazerfan’ın 10. yüzyılda yaşamış bir Türk bilgini olan İsmail Cevheri’nin çalışmalarını inceleyerek kendi uçma aparatını (yapay kanatları) geliştirdiği söylenmektedir. Hatta Leonardo da Vinci’nin bile, Cevheri’nin çalışmalarından etkilenerek uçmak için araç yapma çalışmalarına başladığı ve meşhur çizimlerini yaptığı öne sürülmektedir.
Bu iddiaları uzun süredir değişik kaynaklardan okumama ve duymama rağmen, muhtemelen bu yazıyı okuyan çoğu kişi gibi, şimdiye kadar bunların bir efsaneden ibaret olabileceği ihtimalini de gözden uzak tutmuyordum. Malum, bizde bazı kesimler sürekli olarak; “biz hiçbir şey yapmadık, her şeyi batılılar yaptı” kompleksi ile yaşarken, bazı kesimler de herhangi bir kanıt göstermeden “batı her şeyi bizden öğrendi” iddiasını ileri sürmektedir. Ancak, bu günlerde okuduğum bir kitap fikrimi değiştirdi ve Türklerin çok eski zamanlarda uçmakla ilgili çalışmalar yaptıklarına ve bunda başarılı olduklarına dair inancımı kuvvetlendirdi.
Bahsettiğim kitap, Yusuf Ayönü’nün “Selçuklular ve Bizans”[1] isimli eseridir. Bu kitapta, 1162 yılındaki olaylar açıklanırken, uçmaya çalışan bir Türk’ten de bahsedilmektedir. Yazar, bu olay için, o dönemin yazarlarından Doğu Romalı Niketas Khoniates’in Historia (Ionnes ve Manuel Komnenos Devirleri)isimli eserini kaynak göstermektedir.[2]
O yıllarda Türkiye Selçuklu Devleti’nin sultanı 2. Kılıçaslan’dır. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başında ise 2. Manuel Komnenos bulunmaktadır. Bu imparator, hem çok iyi bir asker, hem de çok iyi bir diplomattır. Askeri operasyonların yanında diplomatik manevraları da ustaca kullanarak ülkesini başarıyla yönetmektedir.
Bu imparator, 2. Kılıçaslan’ın Anadolu Selçuklu Devleti’ni kısa sürede güçlendirdiğini görünce, kendisi ve devleti için daha büyük bir tehdit haline gelmeden önce onu ve devletini ortadan kaldırmak veya en azından zayıflatmak için birçok sefer yapmıştır. Fakat 2. Kılıçaslan’ın üstün askeri zekâsı sayesinde bu seferlerden istediği sonucu alamamıştır.
Bunun üzerine diplomatik manevralara başlayan İmparator, Anadolu ve Suriye’de 2. Kılıçaslan’a rakip olan Türkmen beyleri ile ona karşı bir ittifak kurmuş, Ermeni Krallığı’nı da bu ittifaka katınca 2. Kılıçaslan adeta her yönden düşmanlarla kuşatılmış duruma düşmüştür. Bu çemberi kırmak için bazı askeri operasyonlar yapan fakat başarılı olamayan 2. Kılıçaslan, bu ittifakı bozabilmek için ittifaktaki beylere ve krallara cazip tekliflerde bulunmuş ancak bundan da bir sonuç alamamıştır.
Bunun üzerine Doğu Roma İmparatoru’na çok cazip önerilerle yaklaşmış ve nihayet onunla bir anlaşma zemini yakalamıştır. Bunun üzerine İmparator, anlaşma koşullarını görüşmek için 2. Kılıçaslan’ı İstanbul’a çağırmıştır. Bu davete icabet etmeye karar veren Sultan, Musul Atabeyi Nurettin’in kardeşi ve müttefiki Emir Miran’ı da yanına alarak bin kişilik bir heyetle İstanbul’a gitmiştir.
Burada konumuz Doğu Roma-Türkiye Selçukluları ilişkileri olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Ancak Niketas’ın kitabında, İstanbul’a giden Türk heyeti içindeki bir kişinin yaptığı bir şeyle ilgili olarak anlatılanlar, konumuzla doğrudan ilgilidir. Bu sebeple İstanbul görüşmeleri ile ilgili olarak sadece bu olaya değineceğiz.
Kitapta anlatılanlara göre; 2. Kılıçaslan’ın İstanbul’a gelmesi üzerine, İmparator büyük törenler düzenlemiş ve stadyum da spor gösterileri yaptırmıştır. Bir gün, stadyumda yapılan gösteri ve yarışlar sırasında 2. Kılıçaslan’ın heyetinde bulunan bir Türk, herkesin şaşkın bakışları arasında seyir yerindeki kalın sütunlardan birine tırmanmaya başlamış. Sütunun üzerine çıkan bu Türk, biraz sonra oradan aşağıya uçacağını söyleyince stadyumdaki herkes gözlerini ona dikmiş ve izlemeye başlamış.
Bu adamın üzerinde çok uzun ve geniş bir kıyafet varmış. Beyaz renkli bu kıyafetin içinde, elbiseyi kanat gibi gergin tutan çemberler bulunuyormuş. Adam, elbiseyi havayla doldurarak şişirmiş. Bir süre uygun rüzgârın gelmesini beklemiş. Nihayet rüzgârın yeterli olduğunu düşünen adam, bu beyaz kanatlarla bir kuş gibi süzülerek uçmak için sütundan aşağıya atlamış. Ancak yeterli rüzgâr alıp havalanamayarak yere çakılmış ve ölmüş.
Bu olay bende, söz konusu adamın daha önce uçuş çalışmaları yaptığı ve bunda başarılı olduğu intibaı uyandırmaktadır. Nitekim söz konusu kaynağın aktardığına göre, adamın üzerindeki kıyafetin ve kanat sisteminin hemen orada hazırlanması mümkün değildir. Muhtemelen bu kanatlar, İstanbul’a gelmeden önce hazırlanmıştır. Daha da önemlisi, bu adam hazırladığı kanatlı elbiseyi daha önce Anadolu bozkırlarında birçok defa denemiş ve uçmayı başarmış olmalıdır. Aksi takdirde, Sultan’ın ve İmparator’un bulunduğu ve binlerce Doğu Romalının da onu izlediği bir ortamda böyle bir girişimde bulunması mümkün değildir.
Bu sebeple, bu şahsın çalışmalarından ve böyle bir gösteri yapacağından Sultan 2. Kılıçaslan’ın da haberdar olması gerekir. Aksi takdirde, komik duruma düşme riski olan böyle bir girişimi kendi başına planlayıp uygulaması olası görünmemektedir. Çünkü Selçuklu Sultanı’nın ittifak ve barış görüşmeleri yaptığı bir ortamda, böyle bir şeyi kendi başına planlayıp uygulaması durumunda, başına iyi şeyler gelmeyeceği muhakkaktır.
Belki de bu adam, daha önce bununla Sultan’ın huzurunda uçmuş ve onun onayı ile bu teçhizatı alarak Türk heyeti ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. İmparator’un, İstanbul ziyareti sırasında Sultan ve beraberindeki heyeti etkilemek için yaptığı şaşaalı tören ve gösterilere bakınca, Sultan’ın da bu kişiyi, İmparator ve çevresini etkilemek için beraberinde getirdiği söylenebilir.
O zaman şu soru akla gelebilir.
Peki, ama daha önce uçmayı başardıysa, bu olayda neden yere çakılmıştır?
Günümüzde bez kanatları olan elbiselerle veya planörlerle uçan ve yamaç paraşütü yapan kişileri gözümüzün önüne getirirsek bunun sebebini tahmin etmek mümkündür.
Yamaç paraşütü veya bez kanatları olan elbiselerle uçan kişiler oldukça yüksek tepelerden aşağıya atlamaktadırlar. Çünkü kanatların veya paraşütün havayla dolması için belli bir dikey mesafe gerekmektedir. Yapay bez kanatlarla dik uçurumlardan atlayanlar, genellikle bu dikey mesafenin sağladığı zamanı kullanarak kanatlara yeterli havayı doldurmaktadırlar fakat yamaç paraşütçüler ayrıca oldukça uzun bir yatay mesafeye de ihtiyaç duymaktadırlar. Bir tepeye çıkan yamaç paraşütü kuşanmış kişiler, paraşütü yerde açmakta ve tepede bir süre yokuş aşağı koşarak paraşütü havayla doldurmakta ve ondan sonra kendisini boşluğa bırakmaktadırlar. Aynı şekilde, planörlerin uçuşu için de oldukça uzun bir yatay havalanma mesafesi gerekmektedir.
Bu şahıs muhtemelen daha önce açık arazide, yüksek tepelerde bu kanat sistemini denemiş ve hem açık alanda daha fazla rüzgâra maruz kaldığından, hem de daha fazla yatay ve düşey mesafeye sahip olduğundan uçmayı başarmış olmalıdır. Ancak bu şahıs, İstanbul’da kısmen kapalı bir alanda yeterince hızlı esen bir rüzgâr yakalayamamış, tırmandığı sütun da oldukça alçak olduğundan, düşme hızı ile ortaya çıkan sürtünme sayesinde kanatlarına yeterince kaldırma kuvveti toplamayı başaramamış ve bunu hayatıyla ödemiştir.

İsmail Cevheri’nin 10. Yüzyılda yaşadığı, uçmakla ilgili çalışmalar yaptığı ve bu çalışmalarını anlatan yazılar yayınladığı dikkate alınırsa, bu bilginin onunla birlikte yok olduğunu söylemek çok doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Herhalde bu kadar çalışmayı da kendi başına yapmamıştır. Bu çizimleri ve uçuş için kanat geliştirme çalışmalarını muhtemelen bir kısmı öğrencisi olan birçok kişi ile birlikte yapmış ve belli bir oranda başarılı olmuş olmalıdır.
Muhtemelen, onun ölümünden sonra da öğrencilerinin bazıları bu çalışmalara devam etmiştir. Onun ölümünden bir-iki asır sonra, yere çakılan şahıs gibi bazı kişilerin, bu çalışmaları geliştirerek mütevazı bir süre ve mesafe içinde uçmayı başarmış olmaları da pekâlâ mümkündür. Aksi takdirde, uzun çalışmalar ve denemeler gerektiren uçmak gibi oldukça zor bir işin, bir kişi tarafından ve İstanbul’a gidince bir anda düşünüldüğünü, bu kişinin de her aklına geleni hemen yapan bir yarım akıllı olduğunu kabul etmemiz gerekir ki, diplomatik bir görüşmeye giden 2. Kılıçaslan gibi zeki ve başarılı bir sultanın böyle bir yarım akıllıyı heyetine alması mümkün değildir.
Bu bilgi ve değerlendirmeler ışığında, Türklerin 10, 11 ve 12’nci yüzyıllarda uçmak için bazı bilimsel çalışmalar yaptıklarını, bu çalışmalar sonucunda, kısa süreli ve kısa mesafeli de olsa uçmayı sağlayacak bir tür kanat sistemi geliştirdiklerini söylemek bir tahmin veya kehanet olmayacaktır. Bu gün bu konu ile ilgili kısıtlı kaynaklar bulunduğu için kesin bir şey söylemek zordur. Fakat ileride bu çalışmalar ve elde edilen sonuçlarla ilgili başka kaynaklar ve belgelerin ortaya çıkması bizim için sürpriz olmayacaktır.
[1] Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Basım tarihi 2014’tür.
[2] Bu kitap Fikret Işıltan tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1995 yılında yayınlanmıştır. Bu tercüme Nadir Kitap’ta satışta bulunmaktadır.
Hits: 297
Siyaset Biliminin Birinci Kuralı: Ne söylediğiniz ...
- 25 Nisan 2019