
Türkiye’de dini hoşgörünün geldiği son durum: Gâvurun cenazesine gitmek caiz midir?
- 7 Mayıs 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Türkiye
- 1
- Facebook10
- Twitter10
- WhatsApp0
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
Basın-yayın organlarında yapılan açıklamalardan ve günlük yaşamda karşılaştığım insanların konuşmalarından, son yıllarda ülkemizde dini oldukça azaldığı anlaşılmaktadır. Daha da kötüsü, bu hoşgörüsüzlüğün aynı dine mensup farklı mezheplerden insanlar arasında da yaygınlaşma eğilimi içinde olmasıdır. Bu durum, geçmişte yaşanan mezhep temelli çatışmaları yeniden su yüzüne çıkarma ihtimali sebebiyle ülkemizin huzur ve güvenliği açısından bir tehdit niteliği taşımaktadır.
Geçmişte de olduğu gibi, toplumu ayrıştırıcı ve birbirine düşman haline getirmeye yönelik bu tür çabaların arkasında daima yabancı odakların etkisi olduğu bir gerçektir. Suriye iç savaşı sonrasında, bu savaşı bir mezhep savaşı şeklinde sunarak, bunun üzerinden Türkiye’de mezhep farklılıklarını körüklemeye yönelik olarak daha çok sanal medya üzerinden yoğun bir propaganda yapılması özellikle dikkat çekicidir.
Ancak Türkiye’deki dini hoşgörünün azalmasının esas sebebi daha çok ülkenin iç dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. İçeriden gelen tehdit ise her zaman dış tehditten daha önemlidir. Çünkü sonuçları daha yıkıcıdır. Bu ayrımcılık esas olarak tarikat, cemaat vb. dini oluşumlar ile bazı siyasi partiler kanalıyla körüklendiğinden ve bu unsurlar son yıllarda ülkenin basın ve yayın organlarının çoğuna, ekonomisine, eğitimine, yönetimi ve hatta hemen hemen her şeyine hâkim olduğundan tehlike daha da büyüktür.
Bu unsurlar; İslamcılık ve Osmanlıcılık gibi söylemlerle ön plana çıkmalarına rağmen, icraatta bunun tam tersi yönde faaliyet göstermektedirler. Çünkü ne tarihteki İslami yönetimler ne de Selçuklu ve Osmanlılar dini ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük üzerinden devleti ve toplumu yönetmeye yeltenmemişlerdir. Tarihi uygulamalara bakıldığında da bunu görmek mümkündür.
Bugün yaşananların tam aksine, geçmişte Müslümanlarla gayrimüslimler arasında, hoşgörüden de öte ve çok yakın ilişkiler kurulmuştur. Bu iyi ilişkiler, sadece sıradan insanlar arasında değil, devletle vatandaş ve en üst devlet yöneticileri ile bazı gayrimüslim din adamları arasında bile açıkça görülmektedir. Örneğin Türkiye Selçuklu Devleti döneminde ülkede yaşayan Hristiyanlara çok müsamahalı davranılmış ve bu davranış sebebiyle bazı bölgedeki Hristiyan halk, devleti kendi devleti olarak benimsemiş ve Bizans ordusu geldiğinde Türklerin tarafını tutarak şehirlerini savunmuşlardır. Öte yandan Selçuklu’nun hoşgörülü ve iyi yönetim tarzı sebebiyle Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan birçok Hristiyan, Selçuklu Devleti sınırları içine göç etmiştir.
Tarihi belgelerde anlatılan birçok örnekten anlaşıldığına göre; Türkiye Selçukluları döneminde dini hoşgörü bu gün tahayyül bile edilemeyecek seviyelere ulaşmıştır. Öyle ki, Selçuklu sarayına gelin gelen bazı Hristiyan devletlerinin prenseslerinin dinlerini muhafaza etmesine bile izin verilmiş ve bu prensesler gelin alaylarında kendi papazlarını da getirmişlerdir.
Öte yandan, Selçuklu ordusunda farklı Hristiyan mezheplerine mensup paralı askerler ve hatta Hristiyan yöneticiler görev yapmışlardır. Daha da ilginç olan, bazı Türkiye Selçuklu Devleti Sultanları, bazı Hristiyan din adamları ile yakın dostluklar kurmuş ve kazandıkları savaşlardan sonra kendilerine mektuplar yazarak elde ettikleri başarıları anlatmışlardır. Örneğin 2. Kılıçaslan, Malatya’da tanışıp dost olduğu Süryani Patriği Mihail’e 1182 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun iktidar mücadelelerine müdahale edebilecek kadar güçlendiği günlerde böyle bir mektup göndermiştir.
Bu mektupta 2. Kılıçaslan; “Ermenistan’ın, Suriye’nin ve Kapodokya’nın büyük sultanı Kılıçaslan’dan; devletimizin seferinden sevinç duyan, Mar Bar Sauma manastırında zaferimiz için dua eden, dostumuz Patrik’e: Dualarınız sayesinde Tanrı’nın devletimize coşkunluk verdiğini kabul ve sizi takdir ediyoruz. Aslında Bizans İmparatoru’nun yeğeni, ünlü Alaşehir’den ayrılarak çocukları ile birlikte gelip bizi buldu. Yüce tahtımız önünde bize itaat etti. Biz kendisiyle 40.000 kişilik asker gönderdik. Bunu öğrenen hasımlarımız, kalabalık halinde toplanarak savaşmak için geldiler. Tanrı zaferi bizim askerimize nasip etti. Kuvvetlerimiz, onların peşine takıldı, devletimizin korku ve telaşa düşmüş olan düşmanlarını ortadan kaldırdılar. Öyle ki, düşmanlarımız bir daha uzun zaman bellerini doğrultamayacaklardır. Bu sebeple askerimiz Diadion kalesini ele geçirdiler. Ve buradan deniz sahillerine kadar yerleri devletimizin iradesine tabi kıldılar. Biz, Türklere hiç ait olmamış bu topraklarda, devletimizin kanun ve töresi uyarınca hükmetmekteyiz. Biliyoruz ki, Tanrı bütün bunları bize, senin duaların ile bağışladı. Senden devletimiz için duayı kesmemeni istiyoruz. Sağlıkla kal.” demiştir.[1]
Patrik ile dost olan, kilisede bizim için dua et diyen ve başarılarımızı sizin dualarınıza borçluyuz diyen başka bir sultan veya padişah var mı bilmiyorum. Bu belki çok uç bir örnek, ama diğer dinlerden olan insanlara karşı hoşgörülü olmak şeklindeki bu genel tavır, Selçuklulardan ilk Osmanlı Padişahlarına ve hatta devletin son dönemlerine kadar devam etmiştir. Örneğin Osman Bey’in, Söğüt bölgesine ilk geldiklerinde aşiretine iyi davranan ve yardım eden bir tekfuru ve o tekfurun yönetiminde olan yerleri koruduğu ve kolladığı, ona hediyeler gönderdiği bilinmektedir. Yıldırım Beyazıt Timur ile savaşırken, ordusunda önemli miktarda Sırp ve diğer Balkan Hristiyanlarından askerler olduğu ve bu askerlerin sonuna kadar onunla beraber savaştığını da biliyoruz.
Öte yandan, bu günlerde Halifelik ünvanlıyla ön plana çıkarılan 2. Abdülhamit de dâhil birçok padişahın en yakınlarında bazı gayrimüslim devlet adamlarının bulunduğu bir sır değildir. 2. Mahmut Tercüme Bürosu’nda Türkleri istihdam etmeye başlayıncaya kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun tercüme işlerini ve dış ilişkilerini yürüten memurlarının tamamına yakınının gayrimüslim olduğu da bilinen bir gerçektir.
Hatta Osmanlı kabinelerinde gayrimüslim bakanlar ve dış işleri bakanlığında, önemli yerlerde büyükelçilik yapmış diplomatlar da vardır. Örneğin Londra Büyükelçiliğimizin giriş katında sağ taraftaki odada duvara asılı olan eski büyükelçilerin resimlerinden, Osmanlı döneminde görev yapanlardan bazılarının gayrimüslim olduklarını biliyorum. Yüzyıllar boyunca, bu günkü Romanya bölgesinde bulunan Eflak ve Buğdan’a da padişahlar tarafından Rum Ortodoks Hristiyan yöneticiler atanmıştır.
Bu davranış biçiminin, Türklerin Anadolu’da tutunması ve bir devlet kurması üzerinde büyük bir etkisi olduğu söylenir. Osmanlı’nın hızla büyük bir imparatorluk kurmasında da bunun etkisi olduğu iddia edilir. Peki, ama bu davranış tarzı uygun mudur? Dinin de uygun gördüğü bir davranış biçimi midir yoksa oportünist bir tavırdan ibaret midir?
Tarihi verilerden anlaşıldığı kadarıyla, bu davranış tarzı Türklerin icat ettiği bir yöntem değildir. İslamiyet hızla yayılıp birçok gayrimüslim İslam Devleti sınırları içinde kaldığında da ilk halifeler ve daha sonraki dönemlerde gayrimüslimlere karşı belirgin bir şekilde baskı uygulanmamıştır. Daha da önemlisi, gayrimüslimlere yönetimde görev vermek kadar ileri boyutta olmasa da, Peygamberimizin yaşarken sergilediği davranışlar da bu yöndedir.
Örneğin Mekke fethedildiğinde şehirde yaşayan ve bazılarının Kuran’da bile kınandığı müşriklere karşı ne bir katliam, ne bir cezalandırma ve ne de bir baskı uygulanmamıştır. Peygamberimizin bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı ve kendisine neden ayağa kalktın diye soranlara “O da bir insan değil mi?” dediği rivayet edilir. Hatta sadece başka dinden insanlara değil, hayvanlara karşı bile şefkatle yaklaştığına dair birçok olay anlatılır. Örneğin susuz bir köpeğe kendi içeceği sudan verdiği ve yavrularıyla birlikte uyuyan bir köpeği rahatsız etmemek için ordunun yolunu değiştirdiğine dair rivayetler vardır.
İşte bu örneklerin de etkisiyle olsa gerek, Türk toplumunda daha yakın dönemlere kadar Müslüman ve gayrimüslim komşular birbirlerinin cenazelerine katılıp baş sağlığı diler ve her iki taraf birbirinin dini bayramlarını tebrik ederlerdi. Kimse kimsenin dini inancına karışmaz ve hatta bunu sorgulama ihtiyacı bile hissetmezdi. Fakat maalesef, bu durum her geçen gün daha belirgin bir şekilde değişmektedir.
Benim gördüğüm kadarıyla, son zamanlarda Türk toplumu; çoğu Ortadoğu, Mısır ve Hint Yarımadası kaynaklı olan radikal görüşlerden etkilenmekte ve bu etkilenmenin sonuçları her geçen gün daha belirgin bir şekilde görülebilmektedir. Hal böyle olunca, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz diye hayıflananlar, dedelerinin yapmadıkları şeyleri yapmaya başlamışlardır. Bunun bir yansıması olarak, sadece gayrimüslimlere karşı değil; aynı dinin farklı mezheplerine ve farklı siyasi görüşlere mensup olan Müslümanlara karşı bile bir tahammülsüzlük ortaya çıkmış durumdadır.
Bu yol hayırlı bir yol değildir. Bunun ne kadar vahim
sonuçlar doğurabileceğine dair; hem bizim tarihimizde, hem de başka ülkelerin
tarihinde yeterince kötü örnek bulunmaktadır. Sorumluluk sahibi her vatandaş bu
tür oyunlara gelmemek için dikkatli olmalı ve çevresini de bu konuda ikaz
etmelidir. Bu konuda basın ve yayın organları da hassasiyeti göstermeli ve
yangına körükle giden tiplere sayfalarında veya ekranlarında yer vermemelidir.
En önemlisi de, ülkeyi yönetenler bu konuda gerekli tedbirleri bir an önce
almalıdır.
[1] Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Yusuf Ayönü, Selçuklular ve Bizans, TTK Basımevi, Ankara, s. 179-180.
Hits: 31