
Türk Devriminin Yüzüncü Yılı-19 Mayıs 2019
- 19 Mayıs 2019
- Mahmut Şahin
- Başlık; Gündem
- 6
- Facebook35
- Twitter15
- WhatsApp0
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
Uyanışın başladığı 19 Mayıs 1919’da Gazi Mustafa Kemal önderliğinde Emperyalizme karşı başlayan Türk Devrim ve Kurtuluş hareketi Cumhuriyetin ilanı ile taçlanmış ve bu günlere gelmiştir. Yüzüncü yılımız kutlu olsun.
19 Mayıs 1919, Türk Ulusunun uyandığı, emperyalizme başkaldırdığı, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız bir devlet kurma kararının yaşama geçirildiği gündür.
Türk ulusu bugünlere kolay gelmedi, Türk Devrim ve Kurtuluş hareketi yüzüncü yılına erdiği şu güne kadar büyük merhaleler kat etmekle birlikte başladığı günden bu yana karşı devrimcilerle ve içerdeki hainlerle de mücadele etmek zorunda kaldı. Emperyalist düşmanlara karşı girişilen Kurtuluş Savaşının kazanılıp Cumhuriyetin ilanı ile bitmemiştir özgürlük mücadelesi. Mücadelenin başladığı ilk günden bu yana sinsice örgütlenen ve sürekli Devrimi baltalayan karşı devrimciler boş durmamışlar her fırsatta Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Devrimine saldırmışlardır. Halen de hedeflerinden vaz geçmiş değillerdir. Baş edemedikleri tek şey bu ulusun yüreğinde büyük yer tutmuş olan Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.
Hayata gözlerini yummasının üzerinden üç çeyrek asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen Türk Ulusunun yüreğindeki ATATÜRK sevgisini yok etmeyi başaramamanın hırsı ve kiniyle fütursuzca hareket eden karşı devrimcileri riyakarca ATATÜRK’e sarılıp ondan faydalanmaya çalışırken de gördük bu ülkede. Bunun için muktedirlerin 15 Temmuz kara komedisi öncesi tavırları ile sonraki tavırlarına bakmak yeterlidir. Düne kadar ülkenin kurucularına iki ayyaş deyip, neredeyse, hiçbir milli bayram törenine katılmayanlar bugün Atatürk’ü dillerinden düşürmüyorlar.
Ama merak etmeyin ihtiyaçları kalmadığında dün kucaklaştıkları hainlerle tekrar kucaklaşacaklardır, nitekim bunun işaretleri de yok değil. Görmek için iyi bakmak lazım.
Vahşi kapitalizm ve emperyalistler dünyada, 20’nci yüzyıl başlarında ve ilk yarısında yapılmış devrimler ve kurtuluş hareketlerinden eser bırakmadılar. Yıkamadıkları belki de tek devrim Kemalist devrimdi. Türk devrimini yıkamamalarının sebebi Atatürk’ün bir ideoloji yada dogma bırakmamasındandır. Atatürk Türk Ulusuna bilimin ışığında çağdaş uygarlığa ulaşma hedefini göstermiştir. Yıkılmamış olması yıkılmayacağı anlamına gelmez, çalışmaz , uyanık olmazsak, mücadeleye devam etmezsek ve hedefimizden saparsak acı son bizi de bulur. Tarihin çöplüğü yıkılmaz denen devletlerin isimleriyle doludur. Türk ulusu çok devlet kurmuşluğuyla övünür, doğrudur da. Çok devlet kurmanın bir diğer yanının da o kadar devletin yıkılmış olması olduğunu aklımızda tutmakta fayda var. Ayrıca Emperyalistlerin, içerideki karşı devrimci iş birlikçilerle yıkım konusunda çok önemli mesafeler kat ettiklerini de unutmamalıyız.
Büyük önder Atatürk’ün dediği gibi umudumuz gençlikte. Bilimin ışığında gerçekleri araştırıp bulacak ve aklın yolunda insanlığın refahı için çalışacak fikri hür, vicdanı hür gençlerle ilerlemeye devam edecek bu ulus, yobazlara ve kindarlara inat. Şartlar 1919’dan daha vahim değil.
Şartlar demişken 19 Mayıs 1919’da durum nedir ve Gazi Mustafa Kemal bu yola nasıl çıkmıştır bilmek, bilmeyenlere öğretmek , bilenlere de hatırlatmak gerek. Bunu yapmanın en iyi yolu da Olayları Gazi Mustafa Kemal’in kaleminden, NUTUK’tan okumak gerek diye düşünüyorum.
Buyurun birlikte tekrar tekrar okuyalım:
19 Mayıs 1919’da Ülkenin Genel Görünümü
1919 yılının 19 Mayıs günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyleydi:
Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu İttifak Devletleri1, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta hırpalanmış, şartları çok ağır olan bir Ateşkes Antlaşması2 imzalanmıştı. Büyük Savaş’ın uzun yılları içinde, millet yorgun düşmüş ve fakir bir durumda idi. Milleti ve ülkeyi bu Büyük Savaş’a sürükleyenler, kendi hayatlarının kaygısına düşerek memleketten kaçmışlardı.
Padişahlık ve Halifelik makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve tahtını kurtarma hayalleri ile, çirkin önlemler alma peşindedir.
Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki Hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnızca Padişah’ın isteklerine bağlı ve onunla birlikte kendilerini de koruyacak her türlü duruma boyun eğmiş hâldeler. Ordunun elindeki silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmaktadır.
İtilâf Devletleri3, Ateşkes Antlaşmasının şartlarına uyma gereği duymuyorlar. Birer uydurma neden gösteren İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’dalar. Adana ilini Fransızlar; Urfa, Maraş, Gaziantep illerini İngilizler işgal etmişler. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. Her yerde yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar çalışmakta. En sonunda da, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, yâni 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri uygun bulduğu için Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.
Azınlıklar Örgütleniyor
Bu olanlar dışında, ülkenin her yerinde yaşayan Hristiyan azınlıklar da gizli veya açıktan, kendi özel emel ve amaçlarını gerçekleştirmek için, devletin bir an önce çökertilmesine çalışıyorlar. Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerden de anlaşılıyor ki, İstanbul Rum Patrikhane’sinde kurulan Mavri Mira Heyeti, illerde çeteler kurma ve yönetme, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırma peşindedir.
Yunan Kızılhaç’ı ve Devlet Göçmenler Komisyonu da, Mavri Mira Heyeti’nin çalışmalarını kolaylaştırmak için onlara yardımcı durumdalar. Mavri Mira Heyeti tarafından yönetilen Rum okullarındaki izci örgütleri, yirmi yaşından yukarı gençleri de aralarına alarak her yerde kuruluşunu tamamlıyor.
Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira Heyeti ile aynı düşüncede ve birlikte hareket ediyor, beraber çalışıyor. Ermeni hazırlığı da böylece Rum çalışmaları gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında örgütlenmiş olan ve İstanbul’daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti ise hiçbir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışmasını sürdürüyor.
Türk Kurtuluşunun Örgütlenmesi
Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, ülkenin her yerinde, her bölgesinde birtakım kişiler tarafından kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle yapılan girişimler birtakım kuruluşları doğurdu. Örnek olarak, Edirne ve çevresinde Trakya-Paşaeli adıyla bir dernek kuruldu.
Doğuda, Erzurum’da ve Elâzığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti faaliyette. Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adında bir dernek bulunduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği temsilcilerle, Of ilçesinde ve Rize sancağında da şubeler açılmıştır.
İzmir’in işgal edileceği konusunda Mayıs’ın 13’ünden beri bazı belirtiler görmüş olan İzmir’deki bazı genç vatanseverler, Mayıs’ın 14/15 inci gecesi kendi aralarında bu acıklı durumla ilgili görüşmeler yapmışlar; bir oldu bitti olduğu konusunda kuşku bulunmayan Yunan işgalinin, ilhak (kendi topraklarına katma) ile sonuçlanmasına engel olma kararında birleşerek, Redd-i İlhak prensibini ortaya atmışlardır. Aynı gece, bu prensibin yayılmasını sağlamak üzere İzmir’de Yahudi Maşatlığı’na (mezarlık) toplanabilen halk tarafından bir gösteri toplantısı yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle, bu girişimden beklenen sonuç alınamamıştır.
Millî Kuruluşların Siyasî Amaç ve Hedefleri
Bu derneklerin kuruluş amaçları ve siyasi hedefleri hakkında kısaca bilgi vermenin uygun olacağını düşünüyorum.
Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden bazıları ile daha İstanbul’da iken görüşmüştüm. Bunlar, Osmanlı Devleti’nin çökeceğini çok kuvvetli bir olasılık olarak görüyorlardı. Osmanlı vatanının parçalanma tehlikesi karşısında, Trakya’yı, olanak bulurlarsa buna Batı Trakya’yı da ekleyerek ve bir bütün hâlinde İslâm-Türk topluluğunu kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat, bu amacı gerçekleştirmek üzere o sırada akıllarına gelen tek çare, İngiltere’nin, bu mümkün olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Bu amaçla bazı yabancı devlet adamları ile ilişki kurma ve görüşme olanakları da aramışlardı. Amaçlarının bir Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.
Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti’nin kuruluş amacı da (tüzüklerinin 2. maddesi), Doğu illerinde oturan bütün halkın dinî ve siyasî haklarının serbestçe kullanılmasını sağlayacak yasal yollara başvurmak, bu illerdeki Müslüman halkın tarihî ve millî haklarını gerektiğinde medeniyet dünyası karşısında savunmak, Doğu illerinde yapılan işkence ve cinayetlerin sebepleri ile bunları işleyenler ve sebep olanlar hakkında tarafsız soruşturma yapılarak suçluların hızla cezalandırılmalarını istemek.. Yerli halk ile azınlıklar arasındaki anlaşmazlığın ortadan kaldırılmasına ve eskiden olduğu gibi iyi ilişkilerin sağlamlaştırılmasına gayret etmek. Savaşın Doğu illerinde yarattığı yıkım ve yoksulluğa, Hükümet katında girişimlerde bulunarak elden geldiğince çare aramaktan ibaretti.
İstanbul’daki yönetim merkezinden verilmiş olan bu direktife uygun olarak, Erzurum şubesi Doğu illerinde Türklerin haklarını korumakla birlikte, Ermeni göçü sırasında görülen kötü işlemlerle halkın hiçbir ilgisinin bulunmadığını, Ermeni mallarının Rus işgaline kadar korunduğunu, buna karşılık Müslümanlara pek acımasızca davranıldığını.
Hattâ verilen emre aykırı olarak, göçten alıkonan bazı Ermenilerin koruyucularına karşı yaptıkları kötülükleri güvenilir belgelerle medeniyet dünyasına duyurmaya ve Doğu illerine çevrilmiş olan aç gözlü bakışları etkisiz bırakacak çalışmalar yapmaya karar veriyordu. (Erzurum şubesinin basılı bildirisi).
Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti’nin Erzurum şubesinin ilk kurucuları, Doğu illerinde yapılan propagandalar ile bunların hedeflerini,
Türklük, Kürtlük, Ermenilik sorunlarını bilim, teknik ve tarih açılarından inceleyip araştırdıktan sonra, ilerideki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar.
(Erzurum şubesinin basılı raporu):
- Kesinlikle göç etmemek,
- Bilimsel, ekonomik ve dinî alanlarda derhal örgütlenmek,
- Saldırıya uğrayacak Doğu illerinin her köşesini savunma konusunda birlikte hareket etmek.
Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti’nin İstanbul’daki yönetim merkezinin, medenî ve bilimsel yollara başvurarak amaca ulaşabileceği konusunda çok iyimser olduğu anlaşılıyor. Bu yolda çalışmalar yapıyor. Doğu illerindeki Müslüman unsurların haklarını savunmak üzere Le Pays isimli Fransızca gazete yayınlıyor. Hâdisât Gazetesi’nin yayın hakkını alıyor.
Bir yandan da İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerine ve İtilâf Devletleri Başbakanlarına uyarılar gönderiyor. Avrupa’ya bir heyet yollama girişiminde bulunuyor.
Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını sanırım ki Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Millîye Cemiyeti’nin kuruluşuna yol açan asıl sebep ve kaygı, Doğu illerinin Ermenistan’a verilmesi olasılığıdır. Bunun gerçekleşmesi kaygısı, Doğu illeri nüfusunda Ermenilerin çoğunlukta gösterilmesine ve tarihî haklar bakımından Ermenilere öncelik tanınmasına çalışanların, bilimsel ve tarihî belgelerle dünya kamuoyunu aldatmayı başarmalarına ve bir de Müslüman halkın Ermenileri topluca öldüren barbarlar olduğu suçlamasının gerçekmiş gibi kabulüne bağlı olduğu şeklindeki düşüncelerin ağır basmasına dayanıyor. Bu yüzdendir ki, dernek, aynı gerekçeye dayanarak ve aynı yollardan yürüyerek, tarihî ve millî hakları savunmaya çalışıyor.
Karadeniz sahilindeki bölgelerde de bir Rum Pontus hükümeti kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı, Rumların boyunduruğuna terk etmeyip onların yaşama ve var olma haklarını koruma gayesiyle, bazı kimseler Trabzon’da da ayrı bir dernek kurmuşlardı (Muhafaza-i Hukuk).
Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin amacı ve siyasî hedefi adından anlaşılmaktadır. Dernek her halde merkezden ayrılma gayesini güdüyor.
Ülkede ve İstanbul’da Millî Varlığımıza Düşman Olan Kuruluşlar
Kurulmaya başlayan bu derneklerden başka, ülkede daha başka birtakım dernek ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştı. Bunlar arasında Diyarbakır, Bitlis, Elâzığ illerinde, İstanbul’dan idare edilen Kürt Tealî Cemiyeti vardı.
Bu derneğin amacı yabancı devletlerin koruması altında bir Kürt devleti kurmaktı.
Konya ve dolaylarında da İstanbul’dan yönetilen Tealî-i İslam Cemiyeti’nin kurulmasına çalışılıyordu. Ülkenin her yerinde İtilâf ve Hürriyet, Sulh ve Selâmet Cemiyetleri vardı.
İstanbul’da, çeşitli amaçlarla gizli veya açık olarak kurulmuş, parti veya dernek adı altında birtakım kuruluşlar daha vardı.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti
İstanbul’da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri (sevenleri, dostları) Cemiyeti idi. Bu isimden, sadece İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi kişiliklerini ve çıkarlarını gözetenlerle, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George Hükümeti aracılığı ile İngiliz korumasına girmekte arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü devam ettirmek ve koruması altına almak isteğine sahip olamayacağını bir defa olsun dikkatle düşünmeleri gerekirdi.
Bu derneğe girenlerin başında, Osmanlı Padişahı ve Halife-i Ruy-i Zemîn unvanı taşıyan Vahdeddin, Damat Ferit Paşa, İç İşleri Bakanı olan Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu.
Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı maceracılar da vardı. Uygulamalar ve gösterilen çalışmalardan anlaşıldığına göre, Rahip Frew derneğin başkanı idi.
Bu derneğin iki ayrı yönü vardı. Biri, açık yönü ve insancıl girişimlerle İngiliz korumasını sağlama amacına yönelmiş olan niteliği idi. Öteki yönü ise, gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yöndeydi.
Ülke içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl çıkarmak, millî şuuru yok etmek, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi hain girişimler, derneğin bu gizli kolu tarafından yönlendirilmekte idi. Sait Molla’nın, derneğin açıktan yaptığı çalışmalarda olduğu gibi gizli çalışmalarında da etkin rol oynadığı, hatta daha etkin olduğu görülüyordu.
Bu dernek hakkında söylediğim bu sözler, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gereğinde göstereceğim belgelerle daha kolay anlaşılacaktır.
Amerikan Mandası İsteyenler
İstanbul’da erkekli kadınlı ileri gelen bir kısım kişiler de kurtuluşun Amerikan mandasını sağlamakta olduğu görüşünde idiler.
Bu görüşte olanlar, fikirlerinde çok ısrarcı oldular. En doğru yolun kendi görüşlerinin benimsenmesinde olduğunu çok ispata çalıştılar.
Sırası gelince, bu konuda da bazı açıklamalar yapacağım.
Ordumuzun Durumu
Genel durumu ortaya koyabilmek için ordu birliklerinin nerelerde ve ne durumda olduklarını da açıklamak isterim. Anadolu’da başlıca iki Ordu Müfettişliği kurulmuştu. Ateşkes Antlaşması ilân edilir edilmez, birliklerin savaşçı erleri terhis edilmiş, silâh ve cephaneleri ellerinden alınmış, savaş gücünden yoksun kadrolar hâline getirilmişlerdi.
Merkezi Konya’da bulunan İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı birliklerin durumu şöyle idi:
Bir fırkası (tümen, 41.Tümen) Konya’da, bir tümeni de (23. Tümen) Afyonkarahisar’da bulunan 12. Kolordu, karargâhıyla Konya’da bulunuyordu. İzmir’de esir olan 17. Kolordu’nun, Denizli’de bulunan 57. Tümeni bu Kolordu’ya bağlanmıştı. Bir tümeni (24. Tümen) Ankara’da, bir tümeni de (11. Tümen) Niğde’de bulunan 20. Kolordu, karargâhıyla Ankara’da idi. İzmit’te bulunan 1. Tümen, İstanbul’daki 25. Kolordu’ya bağlanmıştı. İstanbul’da 10. Kafkas Tümeni vardı.
Balıkesir ve Bursa bölgelerinde bulunan 61. ve 56. Tümenler, karargâhı Bandırma’da bulunan İstanbul’a bağlı 14. Kolordu’yu oluşturuyordu. Bu kolordunun komutanı, Meclis’in açılışına kadar, merhum Yusuf İzzet Paşa idi.
3.Ordu Müfettişliği ki, müfettişi ben idim; karargâhımla Samsun’a çıkmıştım. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bunlardan biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu’dur.
Komutanı yanımda getirdiğim Miralay (albay) Refet Bey’dir. Bu Kolorduya bağlı bir tümenin (5. Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, ötekinin merkezi de Samsun’daydı. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi. Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ydı.
Bu Kolordunun tümenlerinden birinin (9. Tümen) merkezi Erzurum’da, komutanı Rüştü Bey; ötekinin (3.
Tümen) merkezi Trabzon’da ve komutanı Yarbay Hâlit Bey’di.
Hâlit Bey, İstanbul’a çağrılmış olduğundan komutayı bırakarak Bayburt’ta gizlenmişti ve Tümen vekille idare ediliyordu. Kolordu’nun öteki iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale’nin doğusunda sınırda, 11. Tümen ise Bayezıt’ta bulunuyordu.
Diyarbakır bölgesinde bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı. İstanbul’a bağlıydı. Bir tümeni (2. Tümen) Siirt’te, öteki tümeni (5. Tümen) Mardin’de idi.
Müfettişlik Görevimin Geniş Yetkileri
Benim, bu iki kolorduya doğrudan doğruya emir ve komuta etmekten daha ileri bir yetkim vardı ki, müfettişlik bölgesine yakın olan askerî birliklere de emir verebilecektim. Aynı şekilde bölgemde bulunan ve bölgeme komşu olan illere de tebliğler yapabilecektim. Bu yetkiye göre, Ankara’da bulunan 20. Kolordu ve bunun bağlı bulunduğu müfettişlik ile, Diyarbakır’daki Kolordu ve hemen hemen Anadolu’nun bütün sivil yönetim âmirleriyle ilişkiler kurabilecek ve yazışma yapabilecektim.
Bu geniş yetkinin, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından, bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir.
Hemen belirtmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve isteyerek vermediler. Ne pahasına olursa olsun, benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe; “Samsun ve dolaylarındaki olayları yerinde görüp önlem almak üzere Samsun’a kadar gitmem gerektiği” idi. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin, bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu öne sürdüm. Bu yetkiyi vermekte hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay’da bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm.
Bu duruma en uygun yetkinin “müfettişlik görevi” olduğunu belirlediler. Yetki konusundaki emri de ben kendim yazdırdım. Hattâ Harbiye Bakanı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş; anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştı.
Genel Durumun Kısaca Görünüşü
Bu açıklamalardan sonra, genel durumu daha dar bir çerçeve içinde, kısaca birlikte gözden geçirelim:
Düşman devletler, Osmanlı devlet ve ülkesine karşı maddî ve manevî saldırıya geçmişler. Onu yok etmeye ve aralarında paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve Halife olan kişi, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Başsız kalmış olduğunun farkında olmayan millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri beklemekte. Felâketin korkunçluğunu ve büyüklüğünü kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve algılayabildikleri etkilere göre, kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvurmaktalar. Ordu, ismi var cismi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, I. Dünya Savaşı’nın bütün çile ve güçlükleriyle yorgun düşmüşler ve vatanın parçalanmakta olduğunu gördüklerinden yürekleri kan ağlıyor. Gözlerinin önünde derinleşen karanlık ve felâket uçurumunun kenarında, beyinleri bir çözüm, kurtuluş çaresi arama uğraşında.
Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve Ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı da yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağları yüzünden içinden gelerek boyun eğmekte ve bağlı. Millet ve Ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce, yüce Halifelik ve Saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve Padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğine sahip değil. Bu anlayışa ters düşecek bir düşünce ve görüşü ileri süreceklerin vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur.
Diğer önemli bir noktayı da belirtmek gerekir. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke kabul edilmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yerleşmişti. “Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya – Macaristan varken, hepsini birden yenip yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden savaş durumu yaratacak girişimlerde bulunmaktan daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamaz” deniliyordu.
Bu inançta olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin ve aydın denen insanlar da böyle düşünüyordu. O halde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Önce, İtilâf Devletleri’ne karşı düşmanca davranılmayacak; sonra, Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve saygılı kalınması temel şart olacaktı.
Düşünülen Kurtuluş Çareleri
Şimdi Efendiler, uygun görürseniz size bir soru sorayım:
Bu durum ve şartlarda kurtuluş için nasıl bir karar alınması akla gelirdi? Açıkladığım bilgiler ve gözlemlerime göre üç tür karar biçimi ortaya atılmıştı:
Birincisi, İngiliz Mandasını istemek,
İkincisi, Amerikan Mandasını istemek.
Bu iki türlü kararı benimseyenler, Osmanlı Devleti’nin bir bütün hâlinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı topraklarının çeşitli devletler arasında bölüşülmesi yerine, İmparatorluğun tek bir devletin mandası altında korunmasını benimsemekteler.
Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmaktır. Söz gelişi, bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı düşüncesine karşı ondan ayrılmama önlemlerine başvuruyordu. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin bölüşüleceğini, bir oldu bitti şeklinde kabul ederek, kendi başlarını kurtarmaya çalışıyordu. Bu üç türlü kararın gerekçeleri, yaptığım açıklamalarda yer almıştır.
Benim Kararım
Efendiler, ben bu kararların hiçbirini uygun görmedim. Çünkü, bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı toprakları tamamen parçalanmıştı.
Ortada sadece, bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.
Son yapacakları, bunun da bölüşülmesini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, devletin bağımsızlığı, Padişah, Halife, Hükümet, bunların hepsi anlamlarını yitirmiş bir takım boş sözlerden ibaretti. Neyin ve kimin korunması için, kimden ve ne gibi bir yardım sağlanması isteniyordu?
Bu durumda ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.
Ya İstiklal Ya Ölüm!
Bu kararın dayanağı olan en güçlü düşünce ve mantık şuydu:
“Temel amaç, Türk milletinin saygın ve onurlu bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar insanlık dünyası karşısında, uşak olmaktan daha ileri bir davranış biçimine yaraşamaz.
Yabancı bir devletin koruması altına girmeyi kabul etmek, insanlık anlayışından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği kabul etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten de, bu derece düzeysizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmeleri asla düşünülemez. Oysa Türk’ün onur, şeref ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyi! O halde, ya istiklâl ya ölüm!”
İşte, gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını varsayalım. Sonuç ne olacaktı? Esirlik!
Peki efendim, öteki kararlara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynısı değil miydi?
Şu farkla ki, istiklâli için ölümü göze alan bir millet, insanlık onur ve şerefinin gereği olan bütün özverilerini yaparak avunabilir ve doğal olarak, esirlik zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir millete oranla, dost ve düşman gözündeki değeri çok daha farklı olur.
Ayrıca, Osmanlı Hanedan ve Saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemektir. Çünkü, millet her türlü özveriyi göze alarak bağımsızlığını kazanmış olsa da, Saltanat sürüp gittiği takdirde, bu bağımsızlığa kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık, vatanla, milletle hiçbir vicdan ve fikir bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin bağımsızlık ve onurunun koruyucusu durumunda bulunması nasıl uygun olabilirdi.
Halifeliğe gelince, ilim ve tekniğin aydınlattığı gerçek medeniyet dünyasında, bu kurumun, gülünç olarak değerlendirilme dışında bir anlamı kalmış mıydı?
Görülüyor ki, vermiş olduğumuz kararın uygulanması için milletin henüz alışkın olmadığı bazı konulara dokunmamız gerekiyordu. Kamuoyu önünde sözünün edilmesi durumunda büyük sakıncalar doğuracağı sanılan bu konuların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zorunluluk bulunmaktaydı.
Osmanlı Hükümeti’ne, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların Halifesine isyan etmek, bütün milleti ve orduyu da isyana yönlendirmek gerekiyordu.
Vatan ve millet uğruna büyük fedakârlıklar göstererek bizlere bağımsız ve özgür bir ülke bırakan başta Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün şehitlerimize ve sonsuzluğa uğurladığımız gazilerimize şükranlarımızı sunarken, geleceğimizin güvencesi gençlerimizi yürekten selamlıyor ve gelecek için yapacakları çalışmalarında üstün başarılar diliyoruz.
Hits: 24
Tarihte “Türkiye” Adını Kullanan İlk Devlet
- 17 Mayıs 2019
KÜRTLER KENDİLERİNİ ÖZGÜRCE İFADE EDİP YÖNETECEK[1...
- 19 Mayıs 2019