
Çin-Rusya ve Ortadoğu- Türkiye eksenlerinde uygulanan demografik savaş
- 8 Haziran 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Küresel Sorunlar
- 3
- Facebook10
- Twitter10
- WhatsApp0
- LinkedIn10
- Telegram0
- Paylaşım
Demografi, Fransızcadan dilimize girmiş bir kelimedir. Kelimenin Fransızca orijinali démographie diye yazılır. TDK sözlüğüne göre nüfus bilimi anlamına geliyor. Demografik kelimesinin anlamı ise; nüfus bilimsel, yani, nüfus bilimi ile ilgili olan anlamına gelmektedir.
“Savaş” kelimesinin anlamı TDK sözlüğünde, devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal olarak belirtilmektedir. Bu tanımdan da anlaşıldığı gibi savaş kavramı içinde silahlı şiddet hareketi olan bir eylemdir. Ancak bu tanımın aksine, günümüzde hemen hemen her şey için savaş terimi kullanılmaktadır.
Örneğin hastanede yatan bir ağır hasta için “yaşam savaşı veriyor” derler. Tarım bakanlığı haşerelerle savaşır. Devletler, örgütler ve hatta bazen şahıslar psikolojik savaş yaparlar. Ama bunların hiçbirinde silahlı şiddet uygulanmaz. Yani bu tür savaşlar ile herhangi bir silahlı çatışmaya girmeden düşmana karşı üstünlük sağlanmaya veya istenen bir hedefe ulaşmaya çalışılır. Demografik savaş ile ifade edilen şey de böyledir. Demografik savaş ile nüfus vasıtasıyla uygulanan yoğun bir mücadele ifade edilmektedir. Ülkemizde hak ettiği değer verilmese de, bu mücadele çoğu zaman klasik savaştan daha önemlidir. Hatta hayat memat meselesidir.
Sun Tzu’nun “En iyisi savaşmadan kazanmaktır.” diye meşhur bir sözü vardır. Demografik savaş maksadıyla yapılacak mücadele de savaşmaya gerek kalmadan kazanmak veya savaş kaçınılmaz olduğu zaman avantajlı durumda bulunmak için yapılan mücadelelerden biridir.
Bu tür savaş, doğası gereği sinsi bir savaştır ve başlangıçta bu savaşa maruz kalan taraf, olayın vahametini genellikle fark etmez. Hatta bazen bu savaşı yapan tarafın da başlangıçta böyle bir amacı olmayabilir. Ancak bir süre sonra, belli bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun kendine müzahir insanlardan oluştuğunu fark edince bu avantajı kullanma yoluna gider.
Bu tür savaş, yeni bir savaş türü de değildir. İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden beri bu yöntemler kullanılmış ve bu gün de kullanılmaktadır. Örneğin bilim adamlarının bu günkü insanoğlunun atası olduğunu iddia ettikleri Homo saphiens türü bir zamanlar Afrika’da yaşıyordu. Bu sırada Avrupa ve Ortadoğu’ya Neandertal insanlar hâkim durumundaydı. Aynı şekilde Asya Homo erectusların, yeni kazılar sonucu elde edilen bilgilere göre de, Uzakdoğu Asya’nın bazı bölgeleri de homofloransis denilen kısa boylu insan türünün hâkimiyetindeydi. Fakat şu anda bu türlerin hiçbiri ortada yok ve tüm dünya insan (Homo saphiens) ırkının kontrolü altına girmiş durumda.
Peki, bu nasıl oldu? Neden diğer türler yok olurken bizim türümüz hâkim duruma geldi? Bununla ilgili olarak bilim adamları tarafından birçok teori ortaya sürülmüştür. Ancak bu teoriler bir temel hususu göz ardı etmektedir. Göç olgusu ve bunun bir neticesi olarak ortaya çıkan demografik hareketler. Bütün olay Afrika’da yaşayan ve muhtemelen nüfusu oldukça artan Homo saphiens türüne mensup bazı grupların yavaş yavaş kuzeye ve kuzeydoğuya doğru harekete geçmesi, bu bölgeleri kolonileştirmesi ve daha sonra bu kolonilerden bazı grupların göç etmeye devam etmesiyle başlamıştır. Bu göç sonucunda Homo saphienslerin diğer türlerin bölgesine girmişler ve zaman içinde demografik üstünlüğü ele geçirmişler, en nihayetinde de bu türlerin ortadan kalkmasına sebep olmuşlardır.
Bu göçler yeni yerleşim yerleri bulmak, gıda kaynakları aramak, açlık, iç çekişmeler vb. yüzlerce sebepten kaynaklanmış olabilir. Bunun çok fazla önemi yoktur. Önemli olan göç olayının ve yeni bölgelere yerleşmenin sağladığı üstünlüktür. Bu göç, herhangi bir sebeple olabilir fakat modern çağlardaki gibi ordularla yapılan bir fetih hareketi olmadığı kesindir. Çünkü orduların kurulması ve fetih hareketleri çok geç döneme ait bir insan uygulamasıdır. Bu sebeple, Homo saphiens dünyayı savaş açarak veya sefer düzenleyerek değil, bilinçsiz bir şekilde uyguladığı demografik savaş sayesinde ele geçirmiştir.
Buna rağmen, diğer türlerin neden tamamen yok olduğunu ve çok küçük gruplar halinde de olsa günümüze kadar gelemediği sorusu sorulabilir. Bu konuda birçok farklı görüş mevcuttur. Önceleri bu türlerin Homo Saphiens tarafından öldürülerek yok edildiği ve hatta bazen avlanarak gıda olarak tüketildiği ve yok edildiği düşünülüyordu. Ancak genetik biliminin gelişmesiyle, durumun biraz daha farklı olduğu ortaya çıktı. Arkeoloji ve antropoloji biliminin yeni bilgileri de bu yeni teoriyi desteklemektedir. Buna göre; bizim türümüz diğer türlerle karşılaştığında muhtemelen bazı çatışmalar yaşanmış ve daha iyi organize olabilen, bilişsel becerileri daha yüksek olan ve daha iyi silahlar üretebilen atalarımız bunların bir kısmını öldürmüşler.
Ancak Ortadoğu, Asya ve Avrupa’da bulunan bazı arkeolojik ve antropolojik kanıtlar, bizim türümüz ve diğer türlerin aynı dönemde yan yana köy veya yerleşimlerde yaşadıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu da Homo saphienslerin diğer türlerin tamamını yok etmedikleri, bir kısmını da çiftleşerek asimile ettiklerini göstermektedir. Nitekim gen araştırmalarından da bu gün dünyada yaşayan insanlarda diğer türlere ait (bölgeden bölgeye değişen oranda) gen bulunduğu tespit edilmiştir. Yani Homo saphiensler, diğer insan türlerinin hâkim oldukları bölgelere tedricen ama sürekli şekilde göç etmişler ve diğer türleri kendi türleri içinde asimile etmişlerdir.
Bu durum tarih boyunca demografik savaşın nasıl uygulandığının da ilk örneği olmuştur. Buna göre birinci aşama bir türün veya günümüzdeki ifadeyle bir ulusun yaşadığı bölge veya ülke sınırları içine doğru bir göç hareketinin başlamasıdır. Bundan sonra göç eden unsur çoğunluğu oluşturmaya başlarsa o bölgeye hâkim olarak daha önceki unsuru ortadan kaldırabilir. Bunun yöntemleri de şunlardır: Göçmenlerin daha yüksek bir üreme oranına sahip olması, dışarıdan göçün devam etmesi veya yaşanan çatışmalar sayesinde yerel türün katliamlara uğratılarak nüfus olarak azaltılaması. Çoğunluk ele geçirilince de evlilik ve kültürel asimilasyon sayesinde yerel unsurun tamamen ortadan kaldırılması mümkün olur.
Tabi Homo Saphiens ve diğer türlerle ilgili iddialar henüz çok netleşmeyen ve hala araştırılmaya devam edilen hususlardır. Ancak yazının kullanılmaya başlandığı ve bu güne yazılı belgelerin intikal ettiği ilk dönemlerden sonra da benzer olaylar yaşanmıştır. Bunun en eski örneği, bir süredir internette dolaşan Sümerli bir yazarın kil tablet üzerine yazdığı ağıtta görülmektedir.
Bu Sümerli, kırsal alanda yaşayan ilkel ve barbar kavimlerin yavaş yavaş Sümer ülkesine göçmen olarak gelmeye başladıklarını, bu gelenlerin çok kalabalık olduklarını ve bir süre sonra isyanlar çıkaracak kadar çoğaldıklarını anlatmaktadır. Yazar ağıtta, bu insanların ülkeyi zayıflattığını, kültürlerine zarar verdiğini ve daha sonra gelen kalabalık göçmen sürüleriyle birleşerek ülkeyi ele geçirdiklerini anlatmaktadır.
Bu örnek, tek bir savaş yapmadan demografik işgal vasıtasıyla bir ülkenin nasıl işgal edilebileceğine dair bilinen ilk örnektir ancak tek örnek değildir. Daha önceki bir yazımızda bahsettiğimiz gibi Antik dönemde Suriye’den göç eden çobanlar bir süre sonra Mısır’da iktidarı ele geçirmiş ve Hiksoslar (çobanlar) hanedanını kurmuşlardır. Daha sonraki dönemlerde deniz kavimlerinin kitlesel göç ve saldırıları Mısır’ı sarsmış ama alınan tedbirler sayesinde devlet yıkılmaktan kurtulmuştur. Buna rağmen iyice zayıflayan Mısır eski ihtişamını kaybetmiştir.
Hititler ise deniz kavimlerinin göçlerini takip etmemenin ve tedbir almamanın bedelini çok ağır ödemiştir. Bu göç dalgasına maruz kalan ilk devlet olduğundan Hitit Devlet, sanki sihirli bir şekilde birden bire yıkılıp yok olmuştur. Daha sonra kurulan Yunan medeniyetinin Anadolu’daki kısmı bu göçlerle gelen insanlar tarafından oluşturulmuş, Filistinliler de o dönemde Ege kıyılarından bu günkü yerlerine gelip yerleşmişlerdir.
Bu bahsettiğimiz demografik işgaller planlı bir işgalden çok, başlangıçta plansız ve doğal bir olay iken sonradan bu durumun yarattığı uygun ortamın kullanılması ile gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Ancak daha o dönemlerde demografik savaşın planlı ve programlı şekilde yapıldığını gösteren örnekler de vardır. Bu konuda en profesyonel uygulamalar Çinliler tarafından, başta Türkler olmak üzere bölgede yaşayan diğer uluslara karşı yapılmıştır.
Mete zamanında Hun İmparatorluğu sınırı ve Hun Türklerinin yoğun olarak yaşadığı bölgeler bu günkü Çin Seddi’nin güneyine kadar uzanmaktadır. Hunlarla meydan muharebelerinde mücadele edemeyen, çok geniş alana yayılmış şehirlerini de korumakta zorluk çeken Çinlilerin çok eski dönemlerden beri Çin Seddi’ni inşa etmeye başladıkları bilinmektedir. Ancak çok fazla dikkat edilmeyen husus bu savunma tedbirinin görüldüğü gibi pasif bir savunma olmadığıdır.
Çinliler savunmayı taarruzi bir tutumla uygulamışlardır. Ancak bu, ordularla yapılan silahlı bir taarruzdan ziyade nüfus kullanılarak yapılan demografik bir taarruzdur. Çünkü Çinliler, duvar yapacakları yere savunma için küçük askeri birlikler gönderirken, ülkenin iç kesimlerinden çok büyük sayılarda insan göndermişlerdir. Bu insanlar ve aileleri için köyler yapmışlar ve bunları bu köylere yerleştirmişlerdir.
Gönderilen nüfus o kadar kalabalıktır ki, hem set (duvar) yapımında çalışmaya, hem tarım ve hayvancılık yaparak geçimini sağlamaya ve hem de Hun baskın ve taarruzlarına karşı savunma yapabilecek kadar asker çıkarmaya yeterlidir. Bu nüfusun kalabalık oluşu ayrıca, bölgede bulunan Mançuryalı, Hun, Tibetli gibi unsurların da kısa sürede asimile olup Çinlileşmesini sağlamıştır. Bu asimilasyon, doğal yollarla olan bir asimilasyon da değildir. Çin devleti diğer etnik grupları asimile etmek için her türlü baskıyı ve öldürme de dâhil her türlü yöntemi kullanmıştır.
Çin, Hun İmparatorluğu zayıfladıkça, önden ordu göndermek, arkasından nüfus kaydırmak ve en sonunda da duvar örmek şeklindeki stratejisi ile Hun Türklerini anavatanlarından kuzeye sürmüştür. Taht kavgalarını ve aşırı soğuk veya sıcak sebebiyle ortaya çıkan açlık ve ölümleri de ustaca kullanmış ve Hun Türklerini Gobi Çölü’nün ötesine atmış, ardından da aynı şekilde nüfus yerleştirerek yaptığı demografik savaşla bu günkü Uygur bölgesini de ele geçirmiştir.
Çin bunu en sistemli yapan ülke olsa da, demografik işgal (savaş) sadece Çinlilere has bir uygulama da değildir. Yunanlılar antik dönemde bu günkü Yunanistan topraklarından önce Ege adalarına, oradan da Anadolu’ya geçmişler, yoğun göç ve asimilasyon sayesinde Ege’nin iki yakasında kök salmışlardır. Bununla da yetinmemiş, Orta Anadolu, Akdeniz Bölgesi, Suriye ve hatta Mısır’a kadar koloniler kurmuşlardır. Yunan yayılması en yüksek döneminde bu günkü Rusya işgali altındaki Kırım topraklarına kadar genişlemiştir.
Yunanlılardan sonra Makedonlar, İskender zamanında yaptıkları askeri harekâtla birlikte demografik işgal vasıtasıyla Mısır’dan Afganistan’a kadar genişlemeye başlamışlardır. Fakat İskender’in erken ölümü bu işgalin hızını azaltmıştır. Ondan sonra aynı yöntemi Romalılar uygulamıştır. Fakat Roma son dönemlerinde kendisi de demografik işgale maruz kalmıştır. Doğu Roma, göçmenleri değişik bölgelere dağıtarak bu tehlikeyi atlatabilmiş ancak Batı Roma aynı başarıyı gösterememiştir.
Atlı Türk kavimlerinin önünden kaçan Germen kabileleri Roma topraklarına sızmaya başlamış, Roma buna göz yumduğu gibi bir süre sonra da bunları bazı bölgelere yerleştirerek onlara toprak vermiştir. Fakat bir süre sonra nüfusları oldukça artan bu Germenler Roma’ya saldırmış ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yok etmiştir.
Ama göç baskısından Doğu Roma da ilelebet kurtulamamış ve Asya’dan batıya doğru ilerleyen Türk kitleleri önce İran ve Ortadoğu’nun bir kısmına, sonra da Anadolu’ya el atmış ve Doğu Roma bu göçmenlerin devamı olan Osmanlılar tarafından yıkılmıştır. İran üzerinden gelen Türk akınları da Avrupa’daki Germen kavimleri de sadece askerleriyle gelmemişler ve ailelerini de beraberinde getirmişlerdir. Hatta çoğu zaman önce aileleri ile birlikte göçmenler gelmiştir. Dolayısıyla işgal ettikleri bölgelerde öncelikle askeri değil demografik olarak bir hâkimiyet kurmuşlardır.
Osmanlının gerileme döneminde bu defa Türk unsuru demografik savaşa maruz kalmıştır. Ancak bu savaşta, Türk ve Müslüman nüfusun çok yoğun olması sebebiyle, nüfus hareketleri ile demografiyi değiştiremeyen Balkan ulusları, demografik üstünlüğü sağlamak için Türklere büyük katliamlar yaparak sayılarını azaltmaya ve demografik üstünlüğü ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu sebeple Yunan isyanının sloganı “Mora’da tek Türk kalmayacak. “ olmuştur. Nitekim bölgede yaşayan Türklerin tamamı ya öldürülmüş veya kaçmak zorunda kalmış, böylece bölgede tek bir Türk bırakılmamıştır.
Bu durum Balkan Savaşları sırasında tam bir soykırım haline gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre Balkan Savaşları sırasında 2,5 milyon Türk öldürülmüş ve Balkan coğrafyasının demografik durumu tamamen değiştirilmiştir. Aynı uygulamayı Ermeniler de gerçekleştirmeye çalışmış, ancak hem bulundukları hiçbir bölgede çoğunluk oluşturamadıklarından (hatta anlamlı bir azınlık bile teşkil edemediklerinden), hem kendilerini destekleyen Batı ülkelerinden uzak olduklarından, hem de bunu yapmak için çok yanlış bir zaman seçtiklerinden Balkanlarda diğer Hristiyan ulusların yaptıkları soykırımı tam olarak gerçekleştirememişlerdir. Çünkü 1. Dünya Savaşı ortamında hiçbir ülkenin baskısını dikkate almayan Osmanlı yönetimi, Ermenileri zorunlu göçe tabi tutarak ele geçirmeyi hayal ettikleri bölgede yaşayan tüm Türk ve Müslüman halkı yok etmelerini engellemiştir.
1919’da İzmir’e çıkan Yunan ordusunun yaptığı katliamlar ve Venizelos’un uluslararası arenada yaptığı girişimler de işgal ettikleri bölgelerdeki Türkleri kaçırarak nüfus çoğunluğunu sağlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Fakat büyük bir bozguna uğrayan Yunanlılar bu stratejilerinden bir sonuç alamamış ve savaş sonunda nüfus mübadelesi yaparak bu yöntemi gelecekte uygulama şansını da kaybetmişlerdir.
Şimdiye kadar demografik savaşla ilgili devletlere ait uygulamalardan bahsettik. Ancak bu yöntem sadece devletler tarafından değil, terör örgütleri tarafından da uygulanmaktadır. Örneğin PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk nüfusunun yoğun olduğu köylerde ve devlete bağlı diğer köylerde yaptığı katliamlarla bölgenin demografik yapısını değiştirmeye çalışmıştır. PKK’nın demografi savaş amaçları, terör örgütü liderinin konuşmalarına ve yazılarına kadar yansımıştır. 1990’lı yıllarda Abdullah Öcalan’ın, örgütün yayın organlarında yayınlanan “Silaha sarılamayan, karısına sarılsın.” sözü bunun en açık göstergesidir. Yani, “Savaşmaya cesaretiniz yoksa çok fazla çocuk yapın. Örgüte müzahir nüfusu artırın. Bunu yaparak da bizim amaçlarımıza hizmet etmiş olursunuz.” demek istemektedir.
IŞİD (veya diğer ismiyle DAEŞ) de aynı savaş yöntemini uygulamaktadır. Irak’da Yezidilere ve diğer gayrimüslim insanlara, Suriye’de Nusayrilere karşı uygulanan şiddet ve bu şiddetin internet üzerinden yayınlanması, kendi ideolojisine uygun olmadığını düşündüğü insanları bölgeden göç ettirmek için uyguladığı psikolojik bir harekâttır. Amaç herkesi öldürmek değildir. Zaten bunu yapmaları mümkün değildir. Bir miktar insanı, ama en vahşi şekilde öldürerek ve bunu herkese göstererek bunun yarattığı korku sayesinde bölgenin boşalması ve kendileri ile işbirliği yapan unsurların çoğunluğu oluşturması amaçlanmıştır. FETÖ’nün başta TSK olmak üzere devlet kademelerinde kendi adamlarının çoğunluğu oluşturması için bazı basın organları, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, aydınlar, liboşlar ve bazı siyasilerle işbirliği içinde kurdukları kumpaslar bile demografik bir harekât özelliği taşımaktadır.
Terör örgütlerini bir yana bırakırsak, bu gün demografik savaşı en planlı ve sistemli bir şekilde uygulayan devlet Çin’dir. Çünkü Çin, bu sayede dünyanın birinci süper gücü olabileceğini düşünmektedir. Zaten, tarihî tecrübelerinden de bu dolaylı tutum stratejisiyle başarılı olabileceğini bilmektedir.
Çin bu sayede üç avantaj sağlamayı planlamaktadır. Bunlardan birincisi; ülkesinin çok fazla olan nüfus yoğunluğunu azaltarak yurt içinde fazla nüfusun yarattığı baskıdan kurtulmaktır. İkinci avantaj dünyanın her yerinde koloniler kurarak İsrail ve Ermenistan’ın sahip olduğu avantajlara sahip olmak için büyük bir diaspora oluşturmaktır.
Bu diaspora sayesinde tüm dünyada kendi aleyhinde meydana gelebilecek gelişmelere karşı müdahale edebilecek ve Çinli nüfus yerleştirilen ülkelerde politikacılar ve kamuoyu üzerinde baskı oluşturabilecektir. Üçüncü avantaj ise Çin sınırlarının fiili olarak genişletilmesidir. Bu tehdide maruz kalan ülkeler Çin’in komşusu olan ülkelerdir.
Malezya ve Endonezya gibi ülkelerde zaten eskiden oraya gidip yerleşmiş oldukça fazla Çinli bulunmaktadır. Şu anda en büyük tehditle yüz yüze olanlar, Çin işgali altında bulunan Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan ile Moğolistan ve Rusya’dır.
Çin, bütün dünyanın yapılması imkânsız dediği Tibet demiryolunu yapmış ve bu demiryolu sayesinde sadece mallarını ve askerlerini değil, Çinlileri de bu ülkeye taşımıştır. Çin’in resmi rakamlarına göre Tibet’te hala Tibetliler çoğunluktadır. Ancak bu rakamlarda hile-i şeriye yapıldığı bilinmektedir. Çünkü Çin, bu ülkedeki askerlerini, memurlarını, demiryollarında, madenlerde ve sanayi tesislerinde Çalışan Çinlileri bu sayıma dâhil etmemektedir. Bölgeye giden ve araştırma yapan çevrelerin tespitlerine göre şu anda Tibet’te Tibetliler oldukça küçük bir azınlık durumuna düşmüşlerdir.
Çin, benzer bir Uygulamayı Uygurlara karşı da yürürlüğe koymuş fakat Uygur Türklerinin mensup olduğu İslam inancı yüzünden asimilasyon yapamadığından ve halk her türlü asimilasyon girişimlerine tepki gösterdiğinden burada aynı oranda başarılı olamamıştır. Bunun üzerine eğitim kampları adı altında NAZİ kampları gibi kamplar kurmuştur. Bunun yanında, Uygurlu genç kızları Çin’in uzak bölgelerine göndererek bu bölgelerde asimile olmalarını sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca, Uygur bölgesine yoğun şekilde Çinli nüfus yerleştirmekte ve hatta bu Çinliler için yeni şehir ve kasabalar dahi kurmaktadır.
İç Moğolistan da Tibet gibi demografik işgal ve asimilasyona dayanamamıştır. Bir Moğol arkadaşım bundan 8-10 yıl önce bana, Moğolistan’da 3 milyon Moğol varken Çin’de 30 milyon Moğol yaşadığını fakat Çin devletinin bunları asimile etmeye çalıştığını söylemişti. Daha sonra öğrendiğime göre Çin sadece kendi sınırları İçindeki Moğolları asimile etmekle yetinmemiş, Moğolistan’a karşı da demografik savaş icra etmeye başlamıştır.
Çin, sanayi yatırımları, yol inşaatı vb. gibi sebeplerle çok sayıda Çinliyi Moğolistan’a sokmakta ve bunların çoğu geri dönmeyerek bu ülkede kalmaktadır. Moğolistan’da yaşayan arkadaşlarımdan öğrendiğime göre Çin’den kaçak yollarla da çok sayıda Çinli bu ülkeye girmekte ve yerleşmektedir. Ankara’da Çin büyükelçiliği inşaatı yeni tamamlandı. Benim evime yakın olduğu için bu inşaatta çalışanların tamamının Çinli olduklarını biliyorum. Sürekli gördüğüm için bunların bazılarına göz aşinalığım var. İnşaat bitti ama bunların bir kısmının hala burada olduğunu görüyorum. Sanırım Çin bize de insan transfer ediyor.
Ama Çin’in demografik savaşından en fazla etkilenen ülke Rusya’dır. Rusya bu gün Putin liderliğinde toparlanmış ve Çin ile girdiği işbirliği sayesinde Soğuk Savaş dönemindeki gibi Amerika karşısındaki süper güç konumunu yeniden kazanmaya çalışmaktadır. Birçok kişi tarafından bu durum Rusya’nın eski gücüne ulaşmaya yakın olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Ancak benim kanaatimce bu mümkün değildir. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme dönemi gibi bir sürece girmiştir. Görünen o ki, bu süreci tersine döndürmesi de mümkün değildir. Putin olsa olsa Köprülü Mehmet Paşa gibi bir konumdadır. Nasıl Köprülüler döneminde elde edilen başarılar, sanki Osmanlı yeniden toparlanıyormuş gibi bir intiba uyandırmış ancak o ve oğlu öldükten sonra gerileme ve yıkılma süreci devam etmişse Putin sonrasında da aynı şeylerin yaşanması kuvvetle muhtemeldir.
Hatta Rusya’nın durumu Osmanlı’dan daha da vahimdir. Rusya’nın, dünya güç mücadelesinde bir yer edinmek için Çin ile yaptığı yakın işbirliği, bu yıkılışın en büyük sebebi olacaktır. Çünkü Çin, Rusya’yı içinden yıkmakta ve ele geçirmektedir. Bu gün Çin, Rusya’nın doğu topraklarına çok büyük miktarda Çinli göndermeyi başarmıştır. Bazı araştırmacılara göre bu bölgede birçok yerleşim yerinde Çinli nüfus, çoğunluğu ele geçirmiş durumdadır veya geçirmek üzeredir. Bu bölgelerde nüfus yoğunluğu oldukça düşük, Rus kökenli nüfus ise neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu sebeple Çinliler kısa sürede tün doğu Rusya’da demografik açıdan hâkim unsur haline gelecektir. Hatta daha şimdiden, Moskova’da bile bir sürü Çinliye rastlamak mümkün hale gelmiştir.
Rusya’nın süper güç olma sevdasından vaz geçerek AB ile yakınlaşması ve hatta birleşmesi şu anda uyguladığı politikalar ve siyasi gelişmeler sebebiyle neredeyse imkânsızdır. Ama Rusya’nın güçlü bir devlet olarak konumunu muhafaza etmesinin belki de tek çaresi budur. Hatta ABD ve Japonya ile ittifak bile Çin ile ittifaktan daha iyidir. Çünkü AB ülkeleri, Japonya ve ABD’nin Rusya’yı demografik açıdan işgal etmesi mümkün değildir. Bu ülkelerin böyle bir politikaları da yoktur.
ABD müttefik olduğu ve koruduğu İngiltere’yi 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda desteklemiş ancak bunun karşılığında dünya çapına yayılmış İngiliz üslerinin önemli bir kısmını ondan almıştır. Böylece İngiltere’yi kolayca süper güç konumundan uzaklaştırmış ve o konuma kendisi oturmuştur. Böylece 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere bir bölgesel güç konumuna düşmüştür. Rusya’nın başına da aynı şey gelecektir.
Türkiye ise Rusya’dan bile daha büyük bir tehlike içindedir. Bu gün Türkiye’de 5 milyon civarında Suriyeli göçmen bulunduğu söylenmektedir. Bu göçmenler ülkenin her yerine yayılmış durumdadır. Ancak Mardin’den Mersin’e kadar olan bölgede bulunan yerleşim yerlerinin bir kısmında Suriyeli sayısı yerli nüfustan fazla hale gelmiştir. Bu bölgenin yıllardır Suriye haritalarında kendi toprakları olarak gösterildiği göz önüne alınırsa, Suriye’nin savaşarak gerçekleştirmesi mümkün olmayan bu siyasi hedefine, bizim kendi hükümetimiz sayesinde barışçıl bir şekilde ulaştığını söylemek sanırım abartılı bir çıkarım olmayacaktır.
Üstelik ülkemizdeki tek göçmen grubu Suriyeliler de değildir. Iraklılar, İranlılar ve özellikle de her geçen gün sayıları daha da artan Afganistan göçmenleri de dikkate alındığında (üstelik göçmenlerin hükümetin yanlış uygulamaları sayesinde kolayca vatandaşlık kazandıkları da söylenmektedir) ülkemiz demografik bir işgale uğramış durumdadır. Bu durum gelecekte birçok sorun yaşamamıza sebep olacaktır. Hatta ülkemizin bölünme riski ile karşı karşıya kalacağını söylemek bile abartılı bir tahmin olmayacaktır. Bazı basın organlarında yayınlanan değerlendirmelerde, 2040 yılında ülkemizde Türk nüfusun azınlık durumuna düşeceği öne sürülmektedir.
Zaten, uzun yıllar boyunca PKK terör örgütünün faaliyetleri, Avrupa ülkelerinin yaptığı demografik çalışmalar ve propaganda unsuru olarak yayınladıkları kitaplar ile hükümetin ülkeyi etnik ve dini temelde ayrıştıran söylemleri sayesinde ülkemizde bölünmeye temayüllü insan sayısı iyice artmış durumdadır. Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin yaptığı demografik işgalle birlikte bir gün Türkiye’nin parçalanması kaçınılmaz hale gelmiştir. Vahim olan göçlerin durmak bir yana daha da hızlanarak devam etmesidir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız tarihi gelişmelerden şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Dünya üzerindeki hiçbir şey durağan değildir. Sürekli olarak bir devinim yaşanmaktadır. Bu devinimin en önemli unsurunu demografik hareketler oluşturmaktadır. Demografik hareketler ise sadece diğer gelişmelere bağlı doğal bir süreç değildir. Bazı ülkelerin ve örgütlerin, diğer ülkelere karşı ve hatta tüm dünyaya karşı, planlı ve programlı bir şekilde demografik savaş uyguladıkları anlaşılmaktadır.
Bu doğal ve planlı demografik hareketlerin gelecekte dünyanın siyasi haritasını değiştirmesi kaçınılmaz görünmektedir. Gelecekte ortaya çıkacak yeni devletlerin hangileri olacağını, hangi devletlerin yok olacağını veya parçalanacağını da savaşlar değil, bu demografik hareketler belirleyecektir. Bunu tarih boyunca yaşanan gelişmelerden de anlamak mümkündür.
Örneğin bu günkü Avrupa’nın siyasi yapısını ortaya çıkaran, Asya’dan batıya doğru harekete geçen Türklerin göç etmek zorunda bıraktığı uluslar oluşturmuştur. Bu günkü ABD, savaşlar sonucunda değil, Avrupa’dan ve daha sonra dünyanın diğer bölgelerinden bu kıtaya yönelik olarak gerçekleşen göçler sayesinde kurulmuştur. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bile, Orta Asya’da Çin baskısı ve iç mücadeleler sebebiyle batıya doğru göç etmek zorunda akalan insanların torunları tarafından kurulmuştur.
Aynı süreç günümüzde de yaşanmakta ve batı ülkeleri bunun yaratacağı tehditleri bildiklerinden Avrupa’ya yönelik göçleri önlemek için sıkı tedbirler uygulamaktadır. Ancak bu gün göç ve demografik savaş tehdidine karşı en büyük saldırılara maruz kalan Rusya ve Türkiye’nin buna yönelik herhangi bir tedbir almadığı görülmektedir. Türkiye’deki durum Rusya’dan da daha kötüdür. Çünkü Türkiye’de devleti yönetenler bu demografik işgali önlemek bir yana, özendirmekte ve desteklemektedir. Bazı bakanlar Suriyeli göçmenleri taze güç olarak nitelendirmekte, bazı işadamları ve siyasetçiler Suriyelileri Türklere tercih ettiklerini söylemekten çekinmemektedir. Üstelik bu göçmenler bu devletin asıl unsuru olan vatandaşlarının vergilerinden, devlet tarafından finanse edilmektedir.
Hits: 51
Veri İmportınt Pörsın…
- 8 Haziran 2019
BİRAZ HEYECAN YAŞAYALIM[1]
- 9 Haziran 2019