
BİRAZ HEYECAN YAŞAYALIM[1]
- 9 Haziran 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Kültür ve Sanat
- 15
- Facebook25
- Twitter10
- WhatsApp0
- LinkedIn10
- Telegram0
- Paylaşım
BİR KÖYDEN GEÇERKEN OLUVERENLER
08.06.2019 / ANAKARA
Gündem dolu ve anlaşılmaz, her yer ciddi görünümlü ciddiyetsiz kişilerle ve onların yarattığı ciddiyetsizliklerle dolu. Gülsek mi, dikkate alsak mı bilemedik.
Uzun süredir ciddi konularda ciddi ciddi yazıyoruz. Bu gün işin içine biraz heyecan katmak istedim. Buyurunuz.
…
“Ötesinde mola vereceğimiz köye yaklaştığımızda su ve soğan dağıtan 40-45 yaşlarında, dişlerini göstere göstere gülmeye çaba gösteren bir adam vardı. Zoraki bir sempatiklik yüzünden ve davranışlarından okunuyordu. İşte, bu adama, arkadan gelenlerin olduğuna güvenerek, sadece Jumbo’nun göz kulak olmasını emrettim. Kaçarsa vur diye de ekledim. Yolumuza devam ederek köyün içine daldık. Artık sağımız solumuz evlerle kaplı olmuştu.
İçimde bazı şüpheler oluştu; bunu ‘daha dikkatli olun her şey olabilir’ diye astlarıma bildirdim. Derken köyün ilk evlerini geride bıraktık. Ortalarına doğru gelirken, Fenerbahçeli Aykut’un sakallı haline benzeyen bir adamı, kuzey taraftaki çatışma seslerinin olduğu yanı gözetlerken gördüm. O da bir an için kendisine çok dikkatli baktığımı gördü ve o ana kadar gergin olmayan yüzünü tekrar kuzeye çevirdi. Sanırım başına bir şeyler gelebileceğini de anladı. Adamın yüzü, elleri, saçları, giysileri temizdi. Saçları güneşten sararmış gibiydi. Ne var ki burada birçok kişi bu durumdaydı. Bu durum onu suçlu yapmazdı ama içimden bir ses böyle demiyordu.
Adamı geçtikten yaklaşık 20-25 m. sonra, sol tarafımdaki bir evin önünde 14-15 kişi kadar kadınlı erkekli bir grup oturmuş çay içiyorlardı. Resmen ilginç bir durumla karşı karşıya idim. Bu bölgenin insanı, kadınlı-erkekli bir araya gelip evin önünde topluca çay içmezler. Alışılageleni çay içerde bir yerde demlenir, bir erkek çocuk erkeklere, kız çocuk ise kadınlara hizmet götürürdü. Zaten bunlar sanki haremlik-selamlık biçiminde otururlar. Bunun tersini ancak sözde Marksist ve Leninist gruplar yapar. Bunu da inandıklarından değil, özgürlük ve inanmadıkları demokrasi adına taraftar toplamak için yaparlar. Yani bir nevi ideolojik zorunluluk, bir nevi psikolojik harekât… Özgürlüğe aç bölge insanına özgürlük ortamında bulunduklarını telkin ederek son derece ırkçı ve faşist bir yapılanma içinde olan örgüte eleman kazandırmak içindir bu gösterileri aslında. Bu bölgelerin kadınları pantolon giymezler. Topluca çay içenler pantolonluydu. Pantolonu sadece terör örgütüne üye olanlar giyer hem de bu renk yani bej tonlarında. Yine bu bölgenin kadınlarının başı mutlaka bir şekilde bağlı olur. Bu durum yöresel ve gelenekseldir, asla dinsel değildir. Ayrıca bildiğimiz anlamda da bağlamazlar. Çok süslü başlıklar kullanırlar ve saçları bir şekilde dışarıya uç verir güzelliğini, canlılığını ve şehvetini gösterircesine. Kadınların saçları kısa kesimli olmaz ve güneş sarılığı taşımaz, uzun olur ve parlaktır. Bunlarınki açık, kısa ve güneş yanığıydı. Bu şekil saç modeli sadece terör örgütünde geçerlidir. Kadın olsun erkek olsun hepsi de son derece temiz ve bakımlıydılar. Bu da bunların bir süreliğine dinlenmeye ve bakım ihtiyaçlarını gidermek için köye geldiklerini gösteriyordu.
Grup dikkatimi çekmişti. Benim dikkat kesilmem de bunların gözünden kaçmadı. Zaten bir anda karşılarına çıkmamıza çok şaşırmışlar, belki de şoke olmuşlardı. Hiçbir tedbir getiremeden yakalanmışlardı. Kimisinin bardağı elinde, kimisinin yerde kaldı, kimisi ne yapacağını şaşırmış bir şekilde kalakaldı. İçlerinde birbirleri ile bakışanlar da oldu. Bütün bu hareketler bunların sıradan vatandaşlar olmadığını gösteriyordu. Her şey ayan beyan ortadaydı. Kararımı vermiştim; bunları tarayacaktım. Fakat en emniyetli şekilde, tam zamanında ve kendimize zarar getirmeden nasıl olur onu düşünüyordum. Bu arada gerimde bir kadın -ki bu bir yerliydi- bir elinde bir güğüm sıcak su diğer elinde çocuğu olduğu halde bir yerden çıktı, başka bir yere girdi. Bizi umursamamıştı. Benim önümdeki elemanlar ilerlemeye devam ediyorlardı. Onları durdurmam gereksizdi, yapacağım hareketi açığa çıkartabilirdi. Beni asıl endişelendiren evin içinde insan veya insanların olup olmadığıydı. Varsa; silahlı ve bana ateş edebilecek durumda mıydılar? Ya, beni alnımın ortasından vururlarsa? İşte o zaman bu iş de olmazdı ve ortalık karışırdı. Çünkü planlı bir iş değildi. İçeriyi mümkün olduğunca iyi gözetledim. Bir karaltı, hareket ve benzeri bir şey göremedim. Peki, bu adamlar bir tesadüf sonucu bir araya gelmişlerse ve terörle uzaktan yakından alakaları yoksa bunları öldürmeyi hangi vicdan kaldırabilirdi? Yok, eğer bunlar terörist ise silahları neredeydi? Öldürmeden geçmek milletime ihanet olmaz mıydı? Veya ne bileyim biz geçip gittikten sonra arkamızdan saldırırlar mıydı? Ya da başka bir yere giderek başkalarına zarar verirler miydi, mesela mevcut çatışma bölgesine?
Her boyutu dikkate alarak son bir kez daha test edecektim. Türkçe bilip bilmeme testiydi bu. Çünkü ben İstanbul Türkçesi ve vurgusu ile konuşurdum, beni anladıkları anda Türkiye ile bir bağlantılarının var olduğunu beyan edecekler demektir. Bu testi geçerlerse tekrar değerlendirecektim. Geçemezlerse ilk hareket edene basacaktım mermiyi. Bundan sonra da, bir bunlara bir de pencereden içeriye çalışacaktım. Doğaçlama bir konuşma ile bunları çözebilirdim belki de… Ne de olsa gayri nizami savaş usulleri hakkında eğitilmiştim. Daima ortama uygun laf ve hareketleri bulacaksın.
—Hey arkadaş sizde misafirperverlik yok mu? Bana da bir çay versenize, yorgunluktan geberdim. Hem bakın, botlarımın sağ tekinin altı koptu. Bu çamurda yürümek adamı çok yoruyor, sürekli patinaj yapıyorum…
İşte bu cümlelerim vicdanımı rahatlatan bir olaya sebep oldu. Türkçe biliyorlardı. Neredeyse tamamı botlarıma baktı. İçlerinden birkaç tanesi çay vermek için hareketlendi ve yaptıklarının ne manaya geldiğini hareketlendikleri an anlayıp oldukları vaziyette durarak yüzüme alttan yukarı doğru bakar gibi oldular ama iş işten geçmişti. Benim 30 patlar G-41 çalışmaya başladı.15-20 m.’lik mesafeden hiç kaçırmam. Bu tüfeklerin bir de üçlü darbe atışı vardır. Bu kellelerden çay isterken emniyetimi açmıştım ve üçlü darbeye getirmiştim. İlk mermiler hareketlenen adamları yere serdi. Ne demeye üç kişi birden hareketlenirsiniz? Birinci hareketlenenin kafası dağıldı. Mermiler yüz kısmından girdi. Kafatası ve beyin parçaları arkasındaki duvara ve arkadaşlarının üzerine saçıldı. Sağ yanı üzerine yere düşerken arkadaşlarının üzerine yığılıp kaldı. Anında ölmüştü. Bu sahneler bütün savaş filmlerinde aynıdır ama gerçeği bir başka oluyor. Herhalde bu, savaşın en vahşi tarafı olsa gerek. İkincisi birincisinin ölümünün sağladığı zamanı kullanabileceğini düşünmüştü ama karşısında parmağını çok iyi kullanan bir silahşor vardı. Bunun da göğsüne ve sol böğrüne isabet eden mermiler, hırıltılar içinde ölmesine sebep olmuştu. Üçüncüsü kendini yere attı. Salak adam, kendini yere atacağına benim üstüme atlasana. Onu da yattığı yerde temize havale ettim. Bu arada diğerleri de hareketlendiler ama nafile, ben hızımı artırmıştım. Bunun kaçışı yoktu artık. Bu arada bağırdığımı fark ettim; ‘bir olması gereken vardır, bir de gerçekten nasıl olduğu. Çoğu kez olması gereken ile gerçekten olan farklıdır. Ama şimdi olması gereken buydu ve gerçekten nasıl olduğu da bu. Ölmesi gerekenler sizdiniz ve ölüyorsunuz. Bunu tartışmayın artık. Çünkü siz birer ölüsünüz ve celladınız da benim. Siz suçlu değilsiniz. Siz hükümlüsünüz. Ben de suçlu değilim. Ben sadece celladım. Hüküm 15 Ağustos 1984 de verilmişti. Hem de sizin tarafınızdan. Olaylar böyle olacaktı ve siz ölecektiniz. Salaklar!’ Sağa doğru hızlı bir şekilde taradım, bu arada evin içini de bir güzel ateş altına aldım. Taradıklarım hızla yere yıkıldılar. Bunlara da nişan alarak ateş etmeye başlamıştım. İlk üç kişiyi öldürdükten sonra zaten tüfeğimi ayakta atış pozisyonuna getirmiştim. Bu arada benim gerimde (o anda solumda) bulunan unsurum da, ilk vurduklarımın solunda kalanlara ateş etmeye başlamıştı. Niye ateş ettiklerini bilmiyorlardı ama neye ateş ettiklerini biliyorlardı. Evin içine ateş ettikten sonra yine adamlara çalıştım. Derken şarjör bitti. Hızla yenisini taktım. Ama hedeftekilerin hepsi yerde yatıyordu. Bir kısmı son nefeslerini alıp veriyordu. Tam sekiz kişiyi öldürmüştüm. Yani, ortadan sağa doğru olanların hepsinde ölürken küçük delikler açılmıştı. Ortanın solundakilerde ise büyük delikler açılmıştı. Gerimdekiler de altı kişiyi öldürmüşlerdi. Bu anda aklıma köye girdikten sonra kuzeyi seyreden adam geldi. Olduğu yere baktım, kaçıyordu. Hızla kaçmakta olan adamın -Fenerbahçeli Aykut’a benzeyen- peşine düştüm. Uygun yere gelince koşarken diz üstüne çöküp ona da bir üçlü gönderdim. Üçü de bel kısmından isabet etti. Bu işi benim adamlardan birisine versem o adam kaçardı. Her şeye başından beri vakıf olduğum için bunu da kendim yaptım. Bütün işler bittikten sonra batımızdan, köye girdiğimiz yerden tok bir patlama sesi geldi. Bu kargaşa içinde aklıma hemen Jumbo geldi. Turan ve aklı başında birkaç kişiyi oraya gönderdim, duruma bakmaları için. Bütün bu sahne 30 saniyeden daha az sürdü. Buna eminim. Tek endişem, ilk hareketlenen üç adamı vururken diğerlerinin üzerime çullanmasıydı. Böyle olsaydı bizden de -büyük bir ihtimalle de ben- öteki dünyayı görenler olurdu. Böyle bir şey olmaması, bana adamların eğitimlerinin eksik olduğunu düşündürttü. Ya da kendilerini son derece zavallı hissettiler.
Aman Tanrım o da ne? Bütün telsizler çalışıyor. Herkes bana çağrıda bulunuyor. Hepsine cevap yetiştiremeyeceğimden, bir tek komutan ile kol komutanı olan Nazım Yarbay’ın benimle görüşmesini, diğerlerinin çağrı yapmamasını, herkesin olduğu yerde kalmasını ve bulundukları yerleri emniyete almalarını istedim. Bu arada köylere yakın olan komando bölüklerinin de köyleri aramasını önerdim.
Bütün bunlar olurken Kamer ve elemanları ne olduğunu anlamadan ateş sesleri üzerine yere yatmışlardı. Her şeyin kontrolüm altında olduğunu gördükten sonra bize doğru yanaştılar. Zira biz durduğumuzdan aramızdaki mesafe açılmıştı. Hepsinin suratında korkunç bir şaşkınlık belirtisi vardı; olanlara inanamamış gibi bakıyorlardı. Belki de bir taraftan bu adamları nasıl kaçırdıklarını düşünüyorlardı. Kim bilir? Fakat ben bunları düşünecek ve vakit kaybedecek lükse sahip değildim. Ölen adamların hepsi silahsız olduğu için bunların silahlarını bulmamız gerekiyordu. Bu iş de şaşkınlar grubuna verildi:
—Kamer sen ve adamların evin içini didik didik edeceksiniz. En az on beş tane silah bulacaksınız. Evde bir sürü silah var, bundan adım gibi eminim. Bulmadan da dışarıya çıkmayın! Gerekirse evin her tarafını kazın! Yine bulamazsak köyün tamamını hallaç pamuğu gibi atacaksınız! Kısacası o silahları bulacaksınız!
İçeride insan olmadığına emindim. Olsaydı, ya bana ateş ederdi ya da iş bittikten sonra ellerini kaldırıp gelirdi. Aslında böyle birilerine ihtiyacım vardı. Ağır yükü olanları rahatlatmak için bir fırsat olurdu.
Kızgındım; Kamer gibi bir adam bu kelleleri nasıl da atlamıştı. Yorgunluk mu, yoksa bir şeye takılıp kalmak mı? Bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da bu adamların benim meşgul bir anıma denk gelmedikleridir. Liderlere düşen iş; bu gibi durumlarda her şeyi normal sınırlar içinde değerlendirip kalıplara uymayanları ayıklamak ve bunlar için yetkisi dâhilinde gereken her şeyi yapmaktır. Savaş meydanlarında anormalliklere özgürlük tanıyacak lüksümüz yoktur. Ölümle burun buruna yaşayanların yetki sınırı sonsuzdur ve doğaldır: Kısaca ifade etme gerekirse, ölmeden öldürmek için her şeyi yapmak, silaha ilk davranan olmak. Yetkisini kullanamayan insanların etkisi olamaz. Söyleyecek sözü de kalmaz.
Evet, Kamer’e kızgındım. Kendisi güvendiğim, tecrübesi bol olan bir savaşçıydı. Bunu nasıl atlamıştı. Kendisi geçmişte, buna benzer bir hedef yakalamıştı ve hepsini yok etmişti. Adamların silahları vardı ve tıka basa cephane yüklüydüler. Örgüte yeni katılan ve henüz eğitim aşamasında olan adamlardı bunlar. Ayrıca düşmanın elinde illa da silah mı olması gerekiyor? Benim için terminoloji ve kanıtlar çok önemlidir. Hedef kitlenin silahlı olması gerekmiyor aslında. Silahsızları daha iyi iş çıkarıyor. Kalemin gücüne sözlerin de gücü eklendiğinde kitleleri harekete geçiren bir dinamizme sahip oluyorlardı. Terörle mücadele-teröristle mücadele işte bu anda kendini çok iyi belli ediyor. Terörle mücadele daha ziyade silahsız, teröristle mücadele ise daha ziyade silahlı olanlarla yapılır. Silahlar daima fikirlerin emrindedir. Silahları fikirler yönlendirir. Çünkü onlar da bir fikrin ürünüdürler en azından mekanik yapıları. Hiçbir şey yaratıcısına karşı gelemez. İşte Kamer bunları düşünememişti ve bu adamları atlamıştı.
Bir taraftan da tedirgindim. Bu adamların silahlarını bulmamız gerekiyordu. Bulamasak da bir şey değişmezdi. Gerçek aynı gerçek olarak kalırdı; onlar ölü, biz sağ fakat ben vicdanen rahatsız olabilirdim. Bunu yaşamak istemiyordum. Yaşamayacağımı da biliyordum ama yine de ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ lafına yan gözle de olsa bakmıyor değildim. Olur ya, düşüncelerim beni bir sebeple yanıltıyor olabilirdi. Ben de bunu çok olağan karşılayıp eyleme geçmiş olabilirdim. Biliyordum her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüğümü ama…
Bu arada komando bölük komutanları da yanıma gelmeye başlamışlardı. Gelen merakla soruyordu: ‘Nasıl becerdiniz?’ Nasıl mı becerdik? Mintaksla canım, mintaksla… Tabi ki 7,62 ve 5,56 ile… Sorsana, neye dayanarak bu kararı verdin diye? Vereyim sana en ayrıntılı yanıtları. Diyeyim ki, ‘saçlarına baktım, giysilerine baktım, kadın-erkek ilişkilerine baktım, kadınların pantolonlarına baktım, ellerinin-yüzlerinin temizliğine baktım, beraber çay içişlerine baktım, bakışlarına baktım, Türkçe konuşup konuşmadıklarına baktım, benim çay istememe verdikleri tepkiye baktım…’ Baktım ama gördüm de. İşte soru sırası bende; ‘siz olsaydınız ne yapardınız?’ İstemiyorum, yanıt istemiyorum. Sadece gidip cesetlere bakmanızı istiyorum. Soyun cesetleri, bakın sağ omuz ile sol omuz arasındaki farka. Sağ omuzda kırmızılık ya da nasırlaşma var mı? Bakın, ellerinin işaret parmağı ile başparmak arasındaki etli kısma, ateşin kavurmasından dolayı kuruma söz konusu mu? Bakın, ellerinin içinde nasır var mı? Ayakkabılarına bakın, köylülerinki ile aynı mı? Ayaklarını kontrol edin, nasırları var mı? Bakın cinsel organlarına kıllı mı kılsız mı? Çok arzu ediyorsanız dişilerin kızlık kontrolünü de yaptırabilirsiniz. Koklayın boyunlarını! Pis mi kokuyorlar, temiz mi? saçlarına bakmayı da ihmal etmeyin, e mi?
Bu arada içeriden çeşit çeşit malzemeler çıkıyordu. Sırt çantaları, tüfekler, RPG-7 roket atarlar, tabancalar… Çantaları öncelikle detektörle arattım. Mutlaka içlerinde el bombaları vardı. Tuzaklamaya karşı eğitimli olan birkaç kişi çantaları boşaltarak malzemeleri cins cins ayırıp mini bir sergi hazırlamaya başlamışlardı bile. Birkaç kişi de silahları dizmeye, önlerine mühimmatları koymaya… Biz bunları yaparken bütün köylüler evlerine kapanmış, pencerelerini kapatmış, perdelerini çekmiş bir vaziyette sessizliğe bürünmüşlerdi. Severim sessizliği. Ama hâlâ sinirliydim ve kızgındım. Eminim uzun bir konuşma bunu üzerimden atardı ancak…
En sonunda Jumbo’nun olduğu yerden beni çağırdılar. Gittim. Yerde yatan bir adet parçalanmış ceset. Su ve soğan veren adam, kendisini Tanrısının kollarına bırakmıştı. Bizim senfoni (resital desek daha doğru olur) köyün içinde başlayınca adam hızla kaçmaya çalışmış. Bunu da Jumbo adına yakışır bir şekilde bomba atar ile vurmuş. Mermi adamın beli ile sırtı arasında bir yere denk gelip paralanmış ve parçalamış. Bazen bu mesafelerde bu mermiler yeterince dönü alamadıkları için paralanmayabiliyorlar. İnsanın öleceği varsa bunu kimse engelleyemez. Eminim bir miktar da havaya fırlatmıştır. Tam filmlik sahne…
Çukurca merkezden de gelenler oldu. Başta komutan olmak üzere herkes çok sevindi. Sevinmesinler mi? Bir sürü ceset yatıyor yerde ve bizden hiç zayiat yok. Hemen, hepsinin video çekimi yapıldı. Kimlikleri toplandı. Bu arada tabanca hariç ele geçirilen 18 adet çeşitli tipte tüfek ve roketatar da kayıt altına alındı. Ölü sayısından üç fazla silah… Demek ki bazıları iki silah taşıyormuş veya birileri sırra kadem basmışlar. Yeri gelmişken, biz tabancayı silahtan saymayız. Sadece intihar etmeye yarar.
Türkiye’ye gönderilecekler helikopterlere yüklendi ve havalandılar. Yine kalmıştık biz bize. Önce karnımızı doyurmalıyız. İşler bitince kendimi çok acıkmış bir halde buldum. Köyün ötesine geçerek uygun bir yerde emniyet tedbirlerimizi alarak yerleştik.
Okyay fırsatını bulur bulmaz zaman kaybetmeden olduğumuz yere geldi. Dördümüz bir arada oturduk. Aman, ne kadar da ihtiyacım varmış oturmaya!
—Evet, beyler, ‘bir olması gereken vardır, bir de gerçekten nasıl olduğu.’ Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Sizce nedir olması gereken? Sizce nedir gerçekten olan? Bizim için olan mı olması gerekendir, yoksa karşı taraf için mi olan? Gerçekten olan bizim için mi geçerlidir, yoksa karşı taraf için mi? Yoksa yoksa her ikisi için mi? İşte bu sorulara vereceğiniz yanıt size, bugün burada olanları açıklayacak. ‘Açıklanamayacak hiçbir olay yoktur’ mantığından hareket ederseniz, mutlaka bir açıklama bulursunuz. Ama doğru mudur? Doğru bu değilse açıklayamadıklarımız mı doğrudur? Doğrunun ‘mutlak karşıtı’ yanlış mıdır? Ya da doğru mutlak mıdır?
Neydi bu olayda olması gereken; adamların orada olmamaları mıydı, yoksa orada olmaları ve sağ kalmaları mıydı? Veya bizim onları görmeden geçip gitmemiz miydi, yoksa görerek onları öldürmemiz miydi? İnceleyelim. Var mı cevap verecek? İyi, ben cevaplandırmaya çalışayım. ‘Adamların orada olmamaları’ olması gerekense, orada bulunarak bu kuralı ihlal ettiler ve bunu da hayatları ile ödediler. Sahi, niye orada olmamaları gerekiyordu? Bence olmalarında bir sakınca yoktu, çünkü her şey onların kontrolü altındaydı veya öyle zannediyorlardı. Onlar, daha güneyde bir yerlerde Türklerin olduğunu bilmiyorlar mıydı? Bence biliyorlardı. Fakat bugün, bu saatte, burada olacağımızı kestirememişlerdi. Bunu becerememek de kendi hatalarıydı. Alsalardı emniyet tedbirlerini, ne demeye bir soğancıya güvendiler? Ya biz, hiçbirimiz soğan sevmiyorsak, bu ikram bizi engelleyebilir miydi? Engelleyemezdi. Sevmemize rağmen de engelleyemedi. Çünkü hiçbir gelenekte su ve soğan dağıtmak yoktur. Varsa bile bunu köyün dışında yapmak yoktur.
Olması gereken ‘orada olmaları ve sağ kalmalarıysa,’ benimle bir anlaşmaları mı vardı da buna güvendiler? Unutulmaması gereken bir şey vardır; o da bilimin üstünlüğü. Bu bize tedbir almayı öğretir. Teknoloji ise bunu uygulamamızı… Diğer bir deyişle ‘olayları kahramanlar çözer, dâhiler önler!’ Bu adamların bunlardan haberleri yoktu. Olması da benim işime gelmezdi. Bu sefer kurban biz olabilirdik. Kısacası, mevcut şartlar ve kişiler açısından baktığımızda hem onların orada olmaları hem de sağ kalmaları düşünülemezdi.
‘Onları görmeden geçip gitmemiz’ olması gereken ise köye girmememiz gerekirdi ki bu da benim aldığım eğitime ters düşerdi: hiçbir engel temizlenmeden geçilemez. Ben bilgilerime ihanet etmem. Onları ağırlık olsun diye kafamın içinde taşımıyorum. Elimi uzatıp tutabileceğim bir mesafede duran bir kritik arazi arızasına el atmadan durmayacağım bir gerçek. El attığımda hedefi ele geçireceğim ve temizleyeceğim de ayrı bir gerçek. Aç kalmışım umurum mu? Benim için yediklerim değildir önemli olan, bunları hangi ortamda yediğimdir. Huzurlu ve rahat olmalıyım.
‘Görmemize rağmen bir şey yapmadan geçip gitmek mi’ olması gereken? Bu mümkün mü? Buna ihtimal verilebilir mi? Hedef orada duracak ve biz sadece gülümseyeceğiz, adamları boş bırakacağız. Olacak şey değil! Biz ne için varız? Felsefemiz nedir? Ne için eğitildik? Sırf üniforma giyelim, maaş alalım diye mi? O kadar yolu yürü, o kadar ağırlığı taşı, sıcaklarda terle, nabzın patlayacakmış gibi atsın, soğuklarda üşü, her çatışmada ecel terleri dök, akla gelebilecek her türlü zorluğa katlan ve sen tut bütün bunları bir çırpıda unut. Kimse benim elimden bu işin manevi hazzını alamaz. Eğitildiğin amaca uygun davranabilmenin zevkini size çok az şey verebilir.
‘Onları öldürüp yolumuza devam etmemiz’ olması gereken ise biz zaten bunu yaptık. Doğrusu da bu değil midir? Uzun uzun konuşmamıza gerek var mıydı?
Bütün bunları konuşmadan da, düşünmeden de heriflerin kaderiymiş diyerek olayı geçiştirebilirsiniz. Onlar da orada olmasaydı diyebilirsiniz. Ben de bu sefer derim ki siz orada ne arıyorsunuz? Bu bir gerçek; savaş alanının her tarafı aynı tehlikededir, hatta hiç mermi düşmemiş yerleri daha tehlikelidir. Çünkü her işin bir ilki vardır ve bu daha acıtıcıdır, daha zarar vericidir. Tedbirsiz yakalanırsın. Herkes buralar emniyetlidir diye buralara gelir ve bir gün havalar ısınır. Havaların ısınmasıyla birlikte ortalık toz dumandan geçilmez olur, çünkü bütün silahlar patlamaya başlamıştır ve sen de bunu beklemiyorsundur. Tıpkı deminki beklemeyenler gibi… Beklenmeyen her şey daha bir vurucu olur. Kafaları dağıtır, düşünceleri alt üst eder. Kısaca beklenmeyenler beklenmeyen olaylara sebep olur. Beklenmeyen kahramanları yaratır, beklenmeyen fırsatçıları da… Ancak biz kahraman da değildik, fırsatçı da değildik. Sadece gereğini yaptık.
Bu uzun konuşmanın sonunda acıktığımı hatırlayıp bir şeyler yemek için hazırlık yaptım. Çantamdan çıkardıklarımı önüme dizdim ama kendimde bunları yiyecek güç bulamadım. Sırtüstü uzandım. Vücudumda acayip bir gevşeme vardı. Daldım uykuya. Hiç vakit geçirmeden rüyalarım film şeridi gibi akmaya başladı. Ama ilkin o siyah saçlı, kırmızı giysili, alevlerin arasında şarkı söyleyen kadın… Alıştırmıştı kendini bana, beni de kendine. Sessiz ve yalnız gecelerimin yoldaşı olmuştu.
…
Nasıl sonuçlandığını merak edenler gerisini eserin kendisinde bulabilirler…
[1]Askerler Ölmek İçindir, Güven Kaya, GİP Yayınları, 2008, 1. Baskı, Anakara
Hits: 33
Çin-Rusya ve Ortadoğu- Türkiye eksenlerinde uygula...
- 8 Haziran 2019
BASTIRILAN SOLUN ÖNÜNÜ AÇIYORUZ[1]
- 9 Haziran 2019