
YARALI ASKERLER
- 15 Haziran 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Kültür ve Sanat
- 18
- Facebook25
- Twitter5
- WhatsApp5
- LinkedIn0
- Telegram0
- Paylaşım
15.06.2019 / ANAKARA
Hep duyuyoruz, bir şehit 5 yaralı diye. Tamam, “şehit artık yaşamayacak ve belki de bedeninin durumunun bir önemi yok” denilebilir. Ya yaralılar için böyle bir şey demek mümkün müdür?
Yaralı dediğimizde bir mermi girdi ve çıktı anlaşılıyor hep. Oysa bu denildiği gibi bir merminin girip çıkması bile olsa içeride hasar verdiği organların olabileceğini hep ıskalarız veya bilinçaltımız öyle düşünmememiz gerektiğini telkin eder bize. Oysa yaralar basit bir sıyrık olabileceği gibi bacak gibi bir büyük organın yok olması da olabilir ya da iki kol ve iki bacağın olmaması gibi de…
Son günlerde, sosyal medyada gezinirken, konuya hassasiyetle yanaşan kişilerin “yaralı deyip geçtiğimiz” açıklamaları ile bazı yaralı fotoğraflarını ya da o yaranın nasıl bir yara olduğunu bizim gibilerin bileceği, hayal etme yeteneği iyi olanların da esinlenebileceği bazı üniforma parçalarının fotoğraflarını yayımladığını gördüm. Bunları 1995 yılında en sert hali ile yaşamış biri olarak 2008 yılında yayımlanan eserden[1] bir bölümü olduğu gibi aktarmak istedim.
Geçmiş geleceğin aynasıdır!
…
HÜZÜN DOLU BİR GECE
Bütün bunları hallettikten sonra kendi çantamı hazırlayıp çadırın bir köşesine salladım. Her işimi kendim yaptığım için genelde beş dakikalık bir hazırlık zamanında olduğumu bilirdim. Bunun rahatlığı ile her yere girip çıkabiliyordum. Şimdi de gözüme reviri kestirmiştim. Hava kararmış olduğu için kimse kalmamıştır düşüncesi ile revire, doktorların yanına zıpladım. Tabip Asteğmen İsmail Çetin ile görüşmeyeli bayağı bir zaman olmuştu. Ayrıca son 10-12 saatte Naim neler yaptı gözlerimle görmek, kulaklarımla duymak istedim. Yarına, bir önceki seferden daha hazır olabilmeliydi.
Revirde kimse yoktur diye düşünürken, içeri girmekte dahi zorlandım. Bir sürü insan! Her yer şaşkınlıkla koşuşturan insanlarla kaplanmıştı. Çok sayıda yaralı bakım bekliyordu. Kimisi üst kademelere sevk ediliyordu, kimisi ise Kızılay’ın hastanesine. Kimisi de son nefesini veriyor, derhal bir helikoptere gönderiliyordu. Bunların gideceği yer öncelikle Hakkâri, oradan da bir rütbelinin eşliğinde ve tabut içinde olmak kaydıyla evleriydi. Ben, kendi işlerime dalmışken, revirde kopan kıyameti fark edememişim. Burada, kulağımın dibinde canhıraş bağırtılar içinde değişik bir dünya yaşanmakta ve bu da çok acı verici bir şekilde gerçekleşmekteymiş… Derken bir helikopterin daha indiğini duydum. Fazla bir süre geçmeden çok sayıda yaralı getirildi. Kim olduklarını merak etmedim değil. Daha doğrusu hangi birlikten olduklarını merak ettim. Kıyafetlerinden bizim birlikten olmadıkları anlaşılıyordu. Bu bende biraz sevinçle birlikte derin bir üzüntü ve hüzün oluşturdu. Sonuçta, bağlı olduğum milletten değil miydi bu genç adamlar? Trajedi, trajedi… İnsanlık bunun neresinde? Aslında yanıtı içinde gizliydi; trajedi, insanlara aitti ve olabildiğince insaniydi!
Gelenler sanki mezbahadan gelmişlerdi. Manzara tam da şairin Çanakkale’yi anlattığı gibiydi; enkaz-ı beşer. Neredeyse hemen hepsinde organ veya doku kaybı vardı ve hiçbirisi kendinde değildi. Tamamı baygın, dahası belki de ölmekte olan bu vatan evlatlarının kimisinde kol yok veya bir daha eski şeklini alamayacak şekilde paramparça, bacak kopuk, yarası açık halde ve inanılmaz kanıyor, batın delik deşik, göğüs kırmızı koca bir delik halinde, yanıklar çok belirgindi. Hemen karşımda nereden bulunduğu belli olmayan bir beze sarılmış, üzerindeki elbise paramparça olmuş bir sol kol unutulmuş gibi bekliyordu ve kime ait olduğuna dair bir işaret yoktu. Beri yanda su geçirmez bir pançoya sarılı ve ayağındaki bottan sağ bacak olduğunu anladığım bir bacak adeta yerine dikilmek istercesine kan gölünün içinde yatıyordu. Bunun da kime ait olduğu belli değildi… Bunlar benim görebildiklerimdi. Göremediklerimin büyük bir kısmı belki de bedenin parçalandığı yerde kalmıştı. Buraya gelen kısmı ise işe yaramayacağı değerlendirildiğinden ve kime ait olduğu tespit edilemediğinden insanî tıbbi atık çöpüne gitmişti çoktan… Bir kenarda sahiplerinin iyileşmesini umut eder gibi duran kana bulanmış tüfekler ve bombalar ise kendi hallerine terk edilmiş gibiydiler…
Bu yaralıların derhal ameliyata alınması lazımdı. Hiç bekletilmeden hastaneye sevk edildiler. Garibime giden şeylerden birisi de, bunların hiçbirinin üstünde yaralı etiketinin olmamasıydı. Adı geçen etikette, yaralının adı, kan grubu, arazide yapılan müdahale, yaralanma saati, yapılan enjeksiyonlar vs… gibi bilgiler olurdu. Bunlara hastane ortamında müdahale eden doktor da bu bilgiler ile yapacağı işi daha hızlı yapabiliyordu. Morfin verilmiş bir yaralıya ikinci kez morfin yapmak, onun, narkoz altındayken ölümüne sebep olabilmekteydi. Etiket bu ve benzeri aksaklıkları engellemekteydi. Bunu takmamalarının bir mazereti olmalıydı; bir bildikleri mi vardı, kim bilir? Daha da garibi hiçbirisinde sıvı takılı değildi. Sıvısız bir yaralı düşünemiyorum.
Sessizce bir köşede olanları seyrederken bizim bücürü gördüm; Tabip Asteğmen İsmail. Adam adeta bir zenciye dönüşmüştü. Gözlükleri suratına iyice büyük geliyordu. Suratı yorgunluktan çekilmiş olmalıydı. Ayrıca yorgunluk ve üzüntünün getirdiği bitkinlik sevgili doktorumuzu olduğundan daha kara göstermekteydi. Adeta küçük bir “Zenci Beşir” gibi olmuştu. Hızlı hızlı bir yerlere saldırıyor. Bir yaralıdan bir başkasına koşuyordu. Bir başkasının hangi hastaneye gönderileceğini bağırıyordu:
-Bu GATA, bu Hakkâri, bu Kızılay… Sallanmasanıza be! Adamlar ölüyor, siz ise uyuyorsunuz. Hadisenize, koşsanıza, ne bekliyorsunuz? Baksanıza arkadaşlarınız ölüyor, sizde hiç vicdan kalmadı mı?
Bağırdığı kişiler de neredeyse ölmek üzereydi. Ayakta duracak halleri bile yoktu. Tesadüfen bir yere yaslansalar ayakta uyurlardı, hem de kelimenin tam manasıyla, horul horul… Hepsi insanlık sınırının sonuna gelmişlerdi. O kadar yaralıyı görmek, tedavi etmeye çalışmak, helikoptere taşımak, hastaneye taşımak, serum bağlamak, kan takmak… Kolay iş miydi? Çocukların hepsi de canla başla çalışıyorlardı. Hepsi de tek kelime ile bitkindi. Dahası 20’li yaşların başında tanık oldukları insanlık trajedisi, bunların ruhlarında ne derin incinmelere yol açmaktaydı, bunlar bilinmezdi. Silah arkadaşlarının bu durumları onların ruhlarında ne derin dalgalar oluşturmaktaydı, kim bilir… Bunları şimdi olduğu gibi hiçbir zaman gözyaşlarıyla ağlarken görmedim, hep içeriye akıttılar. Bereket versin bu sıhhiyecilerin çoğu komandoydu da, sahip oldukları ruhtan kazanıyorlardı. Ama yine de bunların da tedaviye ihtiyaçları vardı, hem de bir iyileştirme merkezinde. Bunlar “sağlam-sakat” idiler. Gelecekte bir gün Türkiye’de de Vietnam Sendromu[2] tarzında bir rahatsızlık ortaya çıkacaktır. Bugünkü kadrolar acaba buna hazırlar mı? Yoksa her zaman olduğu gibi psikolojik bozuklukları bir kenara itercesine “Abartıyorlar canım, yok bir şey, bu da geçer” mi derler?
Derken yaralıların gelmesi kesilir gibi oldu. İşte o an bücür ile göz göze geldik. Beni o ana kadar fark etmemişti. Haklıydı. Ayaküstü dertleştik. Bunlar dünkü çatışmanın bugüne yansıyan kısmıydı. 10 Mehmetçik’ten fazla şehit, 60 Mehmetçik’ten fazla da yaralı varmış. Bu Mehmetçiklerin ait olduğu birlikle arazide yapmış olduğum konuşmamızı kendisine anlattım ve yüzünde beliren görüntüden hırs denen duygunun eylemsiz olanının bu kadar güçlü olabileceğini gördüm. Burada daha fazla beklemek istemedim. Sabah gideceğimi, gitmeden de uğrayacağımı söyleyerek ayrıldım. Gözlerimdeki yaş, ortamın soğukluğundan donmak üzereydi.
Sevgili doktorumuz ile daha sonraki bir görev yerinde karşılaştık. O zaten oralıymış. O günleri konuştuğumuzda bana “Sizin aranızda ben duyguyu öğrendim” derdi her seferinde. Gerçekte nasıl duygudur o bilinmez. Toplumun çoğunluğu askerleri acımasız ve duygusuz olarak tanır. Daha doğrusu böylesi işlerine gelir, kolaycılıktır bu. Bir insanın neredeyse her anını gören bizler, olaylara ve olanlara sıradan bir insan gibi bakamayız ve daima sıfır noktasından itibaren en mantıklı ve sert tedbirleri almaya çalışırız. Alınmayan tedbirlerin sonunda kime ait olduğu belli olmayan kol, bacak veya ayak, sahibinin bulunmasını ve bir an evvel dikilmeyi, bir kenarda hızla ölerek bekler durur.
Ne üzüntü verici bir olay bu! Hiç kimse bu şekilde ölmek istemez. Bir yanda eğlencenin dibine dibine vuran insanlar, diğer yanda bunlar daha rahat eğlensin diye vücudunun parçaları koparak ölen insanlar. Bir yanda boş kovan atar gibi sevgili değiştiren insanlar, bir yanda hiç “gün yüzü” görmeden soğukta ve kendisinin olmayan topraklarda kan kaybından ölen insanlar. Bir yanda vatanının kıymetini bilen ve hayatını bu uğurda veren insanlar, bir yanda ölenlerin kıymetini bilmeyen, dahası lanetleyen insanlar. Bir yanda her türlü ahlaksızlığı yaparak zengin olan ve rüşvet vererek askere gitmemeye çalışan zavallılar, bir yanda askere gitmek için her türlü sakatlığını saklayan veya hiçe sayan yiğit adamlar. Bir yanda başkaları için ölenler bir yanda bunları aşağılayanlar. Bir yanda nutuk atanlar, bir yanda vatan için ölenler. Bu liste uzayıp gider. Toplumsal ahlakın olmadığı uluslarda -ki bunlara ulus denemez bence- iki zıt kutup bu kadar uzaklaşabilir. Ne uzaklaşması, dipsiz hale geldi. Bunun dahası yok, çünkü sona gelinmiş. Bu çocukların hepsi unutuldu gitti. Yapılan mücadele de unutulacak. Hatta bu mücadeleyi yapanları yargılamanın yolunu bile arayacaklar. Benim bu topraklarda yaşayanlar hakkındaki edindiğim tarih bilincim bunu diyor, ben demiyorum.
Bu duygu ve düşüncelerle Kızılay’ın hastanesine kadar gittim. Niye gittim bugün dahi bilmiyorum… Girdim içeriye. İki ayrı ameliyat masasında her tarafı darmaduman olmuş iki ağır yaralı vardı ve doktorlar son derece hızlı bir şekilde çalışıyorlardı. Bütün dikkatleri hastaların üzerinde yoğunlaşmıştı. Bir yaralının üzerinde neredeyse bütün cerrahi dallar aynı anda çalışıyor. Genel cerrah batın bölgesinde işini bitirince, kadın doğum uzmanı dikişleri koyuyor. Ortopedi uzmanı bacakta işini bitirince, kendini biraz dinç hisseden bir başkası yaraya son şeklini veriyor. Kimse kimseye “şuna bir el atsana” demediği gibi bu anlama gelecek jest ve mimiklerde dahi bulunmuyordu. Herkes birbirini takip ediyor ve bilgisi dâhilinde yapabileceği bir durumda hemen saldırıyordu. Böylece boşa çıkan uzman, diğer yaralıya saldırıyordu. Evet, evet saldırıyordu! Genel olarak da yarayı toparlama ve dikiş koyma işleri de kendilerine pek fazla iş düşmeyen beyin cerrahı ile kadın doğum uzmanına düşüyordu. Saldırıyor diyorum, çünkü gerçekten öyleydiler. Saniye kaybetmeden bir başka yaraya el atıyorlardı. Her yaralının üzerinde de en az 2-3 yara vardı. Terleyen alınlarını sildirmeye bile gerek duymuyorlardı. Zaten maske bile takmamışlardı.
Kimse beni fark etmedi. Hoş fark etseler de dışarı atacak değiller ya! Ayrıca atmaya kalksalar, çıkan kim? Silah bende!
Bir yandan ameliyat ile meşgul oluyorlar, bir yandan da rakılarını yudumluyorlar. Bak bu çok güzel. İlginç bir durum ve dahi yorum! Hayatta başka bir yerde rastlanmayacak bir manzara! Bardakların çoğu kanlı… Bir hemşire de rakısı bitenlere sakilik yapıyor. Bardaktan bardağa koşturup duruyor. Uzun bir süre seyrettim bunları. Bunlar da değişik türden kahramanlar olsa gerek. Harp cerrahisi bunların işi değil ama çok özverili bir şekilde çalışıyorlardı. Böyle bir ortamda bu gibi insanların varlığı mücadelemizde yalnız olmadığımız fikrini az da olsa hissettiriyordu. İçim biraz açılır gibi oldu. Biraz daha hoş duygular ile olayı seyretmeye başladım. Gözyaşlarımın donu çözüldü ama müsaade etmedim yuvalarını terk etmelerine. Kafasını kaldıran biri beni görüp diğerlerine de işaret etti. Bense hiç istifimi bozmadan bu iki ayaklı karınca ordusunun çalışmalarını seyretmeye devam ettim… Onlar için zaten tanımlanamaz bir adamdım. Sanırım şimdi daha da bir garip görünmüşümdür. Ameliyathaneye giren ve midesi bulanmayan, düşüp bayılmayan bir kişi olarak dikkatlerini çektiğimi düşünüyordum.
İçlerinden birisi bardağını kaldırıp bir de kafa işareti çekerek rakı teklifinde bulundu. Bir yandan da özür diledi. Bence mahsuru yok, bardakların kirli olmasının ve meze olmamasının. “İçerim yiğidim, içerim. Benim duygularımı hisseden herkes ile her ortamda içerim. Zevk duyarım bundan da. Meze için de özür dileme, hayallerimi meze yapabilirim.”
Gelen bardağı bir yudumda gövdeye indirdim. Özlemişim be, bunun gırtlağımı yakmasını. Çok da leziz geldi, ayrıca iyi de… Ölenlerimizin canına değsin, ruhları şenlensin! İkincisi geldi. Bunu da yaralının yanında dipledim. Onlar da yaralının son dikişlerini koyup yoğun bakım ünitesine aldılar. Diğer masada bir yaralı daha dikiliyordu. Onun da son dikişleriydi. Sırada bekleyen yaralıları da hızla tedavi etmeye yoğunlaşmaları için izin isteyerek ayrılmak istedim. Israrla, kalmamı ve biraz daha demlenmemi istediler. Yarın sabah operasyona çıkacağımı, dönüşümde de hepsine iyisinden birer şişe şarap hediye edeceğimi söyleyerek ayrıldım. Çok garip baktılar, herhalde dönemeyeceğimi zannettiler. Bu kadar yaralı ve ölü onların da moralini bozmuştu, besbelli. Ayrıca yorgundular. Sabahtan beri, ne sabahı dünden beri aralıksız çalışıyorlardı. Daha da çalışacakları belliydi. Paniğin ve umutsuzluğun ilk belirtileri, geçmişte yaşanan her türlü olumsuzluğun geleceğe tahvil edilmesidir. Bu kadar öğrenim görmüş insanlarda bile bunu görmek, aslında şaşırtıcı olmamalı. Öğrenimin bir de eğitim kısmı vardır.
Rakı ilginç bir içkidir ve her erkek adama tavsiye ederim. İnsanın tüm gücünü, yeteneklerini, dikkatini toplamaya yarar bir yapısı vardır. İlk yudumdan itibaren zihin açılmaya ve yetenekler ortaya çıkmaya başlar. İnsana cesaret gelir ve daha bir hızlı ve tutarlı olur kararlarında. Aslında her şeyde olduğu gibi bunda da bir dozaj meselesi vardır. Sapıtmayacak ve uyutmayacak kararda içilmesi gerekir. Bu kişiye göre 2-3 dubledir, bir başkasına göre bir küçüktür. Bir de ortama ve duruma göre bu dozlar değişir. Zorlu ortamlarda dozajı artırmak gerekebilir. İnanılmaz bir insanüstü güç ve dayanıklılığa ihtiyaç duyan doktorlarımız mevcut durumda rakıdan keyif almak için yararlanmıyorlardı. Daha fazla güç, irade, dayanıklılık ve hız elde etmek için içiyorlardı.
Rakı ayrıca bu toprakların içkisidir. Yerli malıdır, genlerimizde etkisi vardır. Unutulmasın. Yaratılan her şeyden “yararlanmak” her insanın hakkıdır.
Hayat, insan bilgeliğinin kavrayabileceğinden daha derin ve anlamlıdır. Ben bunu birçok kez gerçekten yaşamış ve kendime düstur edinmiştim ama bu gece daha değişik ve derin iz bıraktı bende. Bunu tercih ettiğim için de hep “hayatı” yaşamak istedim. Anlamlı olmanın yolu buydu, çünkü… Hayat yolu çok değişkendir. Hayatı yaşarsan bu yol seni yormaz. Şunu temin ederim ki bunu bilmeme rağmen ben de çoğu kez yorgun düştüm bu yolda.
Şarap dedim de aklıma geldi. Şarapları toplamıştım ama bunları habercim Turgay’a zimmetlemeye zaman bulamamıştım. Hiç vakit geçirmeden bunu yapmalıydım. Kokuyu duyanlar, ciğerci kedisi gibi çadırın yanına üşüşür. Tedbirimi almam lazım.
Gecenin nasıl geçtiğini bilmeden kendimi uyanmış olarak buldum. Saat beşte helikopter bizi araziye atacaktı. Kahvaltı, hazırlıktı derken zaman hızla geçerdi. Kamer’e emrimi verip revirin yolunu tuttum. Vardığımda doktorların uyuduğunu söylediler. Kaç yaralı ve şehit olduğunu sorduğumda rakamlar inanılmazdı; 13 şehit, 72 yaralı. Sonradan öğrendiğimde bu rakamlar 26 şehit ve 83 yaralıya çıkmıştı. 3 şehidin bedeni ise ele geçirilememişti. Bu çok kötüydü. Bunun mazereti var mıydı? Bedensiz tabut olur muydu?
…
[1] Askerler Ölmek İçindir, Güven Kaya, GİP Yayınları, 2008, 1. Baskı, Anakara
[2] Travma sonrası stres bozukluğu
Hits: 103
Beleş yarım ekmek tavuk döner…
- 12 Haziran 2019
Sermayesi fitne olanın kazancı “iflas”...
- 15 Haziran 2019