
BENDE BİR FOTOĞRAF VAR, YARISI YOK!
- 29 Haziran 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Türkiye
- 16
29.06.2019 / ANAKARA
Bende bir fotoğraf var yarısı yok.
Evet, gerçekten “yarısı yok” o içinde benim de olduğum fotoğrafın…
Şarkıdaki gibi yarısı “yırtık” değil, yok!
Yıkıcı ve bölücü teröristlerin ortak hedefi olan güzel ülkemin çok şiddetli ve kanlı savaş sahnelerinin yaşandığı bir yerinde çekilen bir fotoğraf. Teğmen, üsteğmen ve yüzbaşı rütbelerinde Sekiz subay var o fotoğrafta ama yarısı artık yok. Son nefeslerini, sanılanın aksine, gideceği adresi bilen kurşunlar yüzünden verdiler… Bazılarının kelle dediği ama bizce şehit olan, canlarını bu vatana ve millete feda eden vatan ve millet evlatlarıdır onlar. Kalan yarısının diğer yarısı ise sıkılan mermilerden payına düşeni almış ve yaralanmıştır.
2009 yılında Oslo’da, 2013 yılında ise Türkiye’de başlayan ve 2015 yılının ortalarına kadar devam eden İmralı görüşmeleri, iktidarın ve yandaşlarının İmralı dedikleri ve “sayın” ile taçlandırdıkları ama bizce terörist başı olan Abdullah Öcalan ile heyetler halinde belki de yüzden fazla kez görüşüldü. Mektupları ve bildirileri okundu dağıtıldı. Onun dedikleri yol haritası oldu. Her seçim öncesi yardım istendi ve alındı. Sonra bir kenara atıldı. Derken 23 Haziran seçimi öncesinde yeniden hatırlandı, mektupları okutuldu, avukatları ziyaret etti, “davayı bir karı için sattı” dediği ve İnterpol tarafından kırmızı bülten ile aranan kardeşi Osman Öcalan ile devletin televizyonu (TRT) söyleşi yaptı. Hatta içerdeki pislik “seçimlerde tarafsız kalın” çağrısı bile yaptı. Ne de olsa pek “sayın” bir insandır kendileri. Böylesi feraset dolu bir adamdan siyasal İslamcıların destek almaması düşünülemez, değil mi yani…
1987 yılında, ilk merminin kafasının üstünden geçtiği bir gerçek olan ben ise, bu pislik ve işbirlikçilerini anacak ve onlardan medet umacak değilim. Benim anacağım kişiler, benimle aynı safta, düşmana bu devlet ve millet için kurşun sıkmış kişilerdir.
İşte onlardan birisi:
…
Sene 1994, aylardan Eylül. Yer, Tunceli ilinin de yer aldığı, eski ismiyle Gümüşkapı kırsalı.
Jandarma Onbaşı Tolga, kamyonun kasasında bir o yana bir bu yana sallana sallana giderken uyumak isteyen bedenine karşı çıkıyor ama çok yorgun olduğundan bunu başarmakta zorlanıyordu. Aklı uyumaması gerektiğini biliyor ve bedenine direniyordu. Uyumamak için bir yandan aklına annesi ve babasını getirirken, diğer yandan, gözetlemek için kasanın bir sağ yanına bir sol yanına giderek uykuyu kovmaya çalışıyordu. Koskoca kamyonun kasasında tek başınaydı. Önde sürücü ve sevmediği bir çavuş vardı. Keşke dedi, Hüseyin yanımda olsaydı. Çok samimi olduğu arkadaşı öndeki kamyonun kasasındaydı ve aynı koşullarda görev yapıyordu. O olsaydı uyku derdim olmazdı diye içinden geçirdi.
Lanet yağmur çıktıkları günden beri yağıyordu. Daha anlaşılır şekliyle söylemek gerekirse tam dört gündür aralıksız yağıyordu. Tamam, yağmurdan ıslanmasını engelliyordu ama korunmak için giydiği panço ayaklarına dolanıyor ve hareketini kısıtlıyordu. Neden sonra uykuya galip geldi ve rahatladı. Zaten pusuya düşmekten çok korktukları bölgeye gelmişlerdi. Burada daha bir dikkatli oluyorlardı. Tüfeğin emniyetini açtı ve mandalı seri konumuna getirdi. Sol taraftaki yamaçlara doğru nişan alarak gözetlemeye başladı.
Karakola yaklaştıkça içini bir sevinç kaplamıştı. Karakol demek sıcak çay ve yemek demekti. Sıcak ve rahat yatak demekti… Şurada yaklaşık bir saatlik zaman kalmıştı. Komutanı, esasında, dönüşlerin çok tehlikeli olduğunu sürekli söylediğinden tüm dikkatini tehlikeli yamaçlarda yoğunlaştırmıştı. Ama bir yandan da yağmurlu havada teröristler pusu kurar mı diye düşünmeden edemiyordu. Zaten geri dönüşü özellikle yağmurun en son gününe planlamışlardı. Yağmurlu havada pusu olasılığının daha az olduğunu değerlendiriyorlardı. Tecrübelerle sabitti. Kendisine sorsalar bu havada sevgilisi ile evlerinin hemen arkasında bulunan parktaki ağaçların altında el ele yürümeyi tercih ederdi… Fakat kendisine soran yoktu ve savaşın tam göbeğindeydi. Burası ayrılıkçı teröristlerin en şiddetli eylemleri yaptığı yerlerden biriydi ve ne yapacakları hiçbir zaman belli olmazdı.
Gözlerinin bir kaya arkasında kıpırtı gördüğünü sandığı bir anda, mermilerin şaklamalarını ve çıkardığı ıslıkları duydu. Çok değil 200 metre ileride bir büyük patlama gerçekleşti. İçinden tamam dedi, pusuya düştük. Mermiler yağmurdan daha sık yağıyordu. Daha tetiğe dokunamamıştı bile… Kamyonun başıboş bir şekilde gittiğini fark etti ve kendini hiçbir şey düşünmeksizin olanca hızı ile kamyonun kasasından aşağı attı. Yere düşmenin şiddetini hafifletmek için yere değer değmez kendini bıraktı. Bir kaç tur döndü ve durdu. Korunabileceği bir yer aradı gözleriyle. Hemen biraz ilerisinde bir toprak yığını vardı. Hızla oraya süründü. Biraz korunabileceğini görünce hem daha iyi bir yer aramak hem de neler oluyor görmek için dikkatini çatışmaya verdi. Biraz evvel sırtında olduğu kamyona bir roket geldi ve motor kısmından vurarak, metal yığınını hoplattı. Önce yoğun bir siyah duman göründü, peşinden alevler tüm motor bölgesini sardı. Sağ tarafa doğru baktığında, en öndeki kamyonun neredeyse kül olduğunu gördü. Sola baktığında ise bir kamyonun yokuş aşağı gidip bir kayaya toslayarak durduğunu fark etti. İçinden birileri havaya fırlamıştı. Diğerleri yol üstünde gelişi güzel yatmış kalmışlardı…
Çatışma sesleri giderek azalıyordu. Bu esnada adının çağrıldığını duydu. Sesin geldiği tarafa baktığında arkadaşı Hüseyin’in kafasını kaldırmış sağa sola baktığını ve ismini bağırdığını gördü. Arkadaşının bu hareketi ölüme davetiye çıkarıyordu. Önce ses vermek istemedi ama ses vermezse uzun süre böyle davranacağını düşündü ve seslenerek kafasını eğmesini istedi. Aralarındaki mesafe çok değildi. El bombası atımı uzaklıktaydı. Hüseyin’in kafasını kaldırıp sesin geldiği tarafa doğru seslenmesi ile sağ tarafından vücuduna merminin girmesi bir oldu. Acı bir çığlık Tolganın kulaklarını doldurdu.
Verilen eğitimlerde, ölene yardım etmenin anlamsız olduğu, yaralıya ise anında müdahale etmek gerektiği telkin edilirdi. Kendini fark ettirmeden arkadaşının yaşayıp yaşamadığına karar vermek istiyordu. Ama bunu bir an önce yapmalıydı. Ölmemişse ve kanaması çoksa ölme olasılığı yükselirdi. Birkaç kez seslendi ama karşılık alamadı. Öldüğü sonucuna vardı. Ama ölse bile en son anında yanında olmalıyım diyerek gitmeye karar verdi. Tolga tüm gücünü bacaklarına vererek yaydan fırlamış bir ok gibi arkadaşına doğru koşmaya başladı. Hüseyin’e birkaç adım kala vücudu ile bir yere çarpmış gibi ayakları yerden kesildi ve yere kapaklandı. Kafasını kaldırıp baktığında Hüseyin ile göz göze geldi. Yaşıyordu. Belli ki yarası ağırdı ama yaşıyordu. Hemen hareketlenip ona ulaşmaya çalıştı ama yapamadı. Anlamadı neden hareket edemediğini. Tekrar denedi ama yine başaramadı. Bu sefer sağ elini uzattı. Hüseyin de elini uzatıyordu. Biraz daha ilerleyebilse Hüseyin’e kavuşacaktı. Sol eli ile bedenini itmeye, sağ eli ile çekmeye çalışarak Hüseyin’e ulaştı. Hüseyin’den ses çıkmıyordu. Bunun yerine gözleri ile konuşmaya çalışıyordu. Gözlerinde derin bir sevinç belirdi ve birkaç kez gözlerini kırptı. Tolga bunu görünce rahatladı ve kendini bıraktı. Bu andan itibaren derin bir sessizlik hüküm sürmeye başladı…
Ne kadar olduğunu hatırlamadığı bir süre sonra sesleri duymaya başladığında kendini rüyada gibi hissediyordu. Çok uzaklardan tek atımlık silah sesleri geliyordu. Biraz daha dikkatini topladığında seslerin teröristlerin kullandığı silahlardan geldiğini anladı. Kafasını hareket ettirebildiğini fark ettiğinde yavaşça seslerin geldiği yere doğru gözlerini çevirdi. Teröristler hedefe girmişler, önlerine gelen canlı veya cansız her bedene birer mermi sıkıyorlardı. Biraz sonra sıranın kendilerine geleceği belliydi. Ölü taklidi yapsalar da kurtulamayacaklarını biliyordu. Madem öyle dedi, ben de giderim ama sizden de birilerini götürürüm. Bu fikre sevinerek sağ elini Hüseyin’in elinden aldı. Elini çekmek çok kolay olmuştu. Silahını kontrol etti. Hemen altında duruyordu. Tüm gücünü kullanarak silahını çekmeye çalıştı ama bir türlü başaramadı. Belden aşağısına komuta edemiyordu. Bacağını kaldırmaya çalışıyor ama beceremiyordu. Anlamadı ama tekrar denedi. Silahı yerinden biraz oynattı ama daha ateş pozisyonuna getirebilmesi için bayağı uğraşması gerekiyordu. Uğraşısı resmen tüm dünyayı yerinden oynatmaya çalışmak kadar zor oluyordu. Her seferinde biraz daha çekebiliyordu. Tüfeğin üzerinde tüm ağırlığıyla yatmakta olduğunu geç de olsa fark etti. Yana doğru yatarak silahı yerinden çıkarmaya çalıştı ama belden aşağısı tutmuyordu ve silah karnı ile bacaklarının altında kalmıştı. Teröristlerin giderek daha fazla yaklaştığını gördü. Kısa bir zaman sonra seslerini duyuracak kadar yaklaşmış olacaklardı. Daha büyük bir güçle çekmeye çalıştı ama olmuyordu.
Teröristlerin zafer kazanmış neşeli seslerini duymaya başladığında bu işin bittiğini anladı ve Hüseyin’in elini tutmaya başladı. Tam o sırada bir bomba sesi geldi ve demin yaklaşmakta olan neşeli ama anlaşılmaz seslerin uzaklaşmaya başladığını duydu…
Bir zaman sonra iyice üşüdüğünü fark ederek kendine geldi. En son hatırladığı iki teröristin konuşmalarıydı ama şimdi hiç ses duymuyordu. Öldüm mü diye kendini kontrol etti. İnanamadı yanağına, kulağına çimdik attı ve acıdığını hissettiğinde yaşadığına karar verdi. Ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Hatırladı, belden aşağısının tutmadığını. Kafasını kaldırmaya çalıştı ama korkusundan yapamadı. Baktı Hüseyin’in gözlerine, artık konuşmadıklarını gördü. Bağırdı birkaç kez ama yine konuşmadı o gözler. Eline daha sıkı sarıldı ve çekti kuvvetlice ama konuşmuyordu o gözler… Bağırdı bağırdı ama bir şey olmadığını görünce kendisi de sustu. Kendi gerçeğini algıladığında ise yüzünü kara toprağa ama şimdi çamur olmuş kara toprağa gömerek hüngür hüngür ağladı. Her seferinde daha fazla bastırıyordu yüzünü çamurun içine. Ses çıkarmamaya çalışıyordu bir yandan… Artık kendisi için yağmur altında sevgili ile el ele yürümek bitmişti. Belki, en fazla, elini tutabilirdi. O da sevgilisi yanında kalırsa olurdu… Dahası tüm güneşli günler de bitmişti. Gencecik yaşında, hayatının baharının başında, yok olmuştu hayatı. Bir mermi, küçücük bir mermi, her şeyini elinden almıştı. Artık yaşamanın bir manası var mıydı?
Uzaktan uzağa bir helikopter sesi duyuluyordu. Biraz zaman geçince ses sayısı fazlalaştı. Yol üzerinden de BTR denen araçların sesi gelmeye başlamıştı. Derken tanıdık bir dille güzel konuşan insan seslerini duymaya başladı. Hatta bazıları tanıdık kişilere aitti…
Bir zaman sonra yerden koparılırcasına alındığını ve bir brandanın üstüne konduğunu anladı. Bir elin silahını sırtının üstüne koyduğunu ve başını okşadığını fark etti. Kafasını kaldıramıyordu. Sanki deminki çamurun içinde kalmıştı, kara toprakla bütünleşmiş gibiydi… Lanet olsun dedi, lanet olsun binlerce kez. O silahı kendim çıkaramadım ama biri kolayca üstüme koydu. Lanet olsun! Lanet olsun! Lanet olsun! Artık kendi sesini ve düşüncelerini de duymaz oldu…
Kendine geldiğinde sıcak bir odada, odanın, karşı duvarda asılı duran televizyondan çıkan madeni ses ve diğer hastaların sesleri ile dolduğunu, buna karşın hafızasının bomboş olduğunu ve gördüğü hiçbir şeyin anlamının kalmadığını fark etti. Artık bir mahkûm olduğunu ama hür bir ortamda hareketsizliğe mahkûm olduğunu hissediyordu…
Yaşanan bu hayat gerçeği gazetelerde ve televizyonlarda yer buldu. Televizyon ekranlarından güzel sesli bir kadın sunucu üzüntü dolu sesi ile haberi veriyordu: “28 Eylül 1994 günü saat 14 sularında, Tunceli kırsalında, Geyiksuyu Karakolu yakınlarında teröristlerin kurduğu hain pusuda 14 Mehmetçik şehit oldu. 26 Mehmetçik de yaralandı. Şehitler memleketlerine gönderildi, yaralılar ise tedavi altına alındı. Konuyla ilgili cumhurbaşkanı ve başbakan, genelkurmay başkanına ve ailelere başsağlığı ve geçmiş olsun mesajları ilettiler. Cumhurbaşkanı mesajında bir ölüp bin doğacağımızdan, şehitlerin ölmeyeceğinden ve vatanın bölünmeyeceğinden bahsederek…”
Onbaşı Tolga bu yalanları duymamak için ellerini kulaklarına kapattı ve olanca gücüyle bağırdı. Sesi televizyonu bastırıyordu: “Yalancılar, korkaklar, iş birlikçiler, siz gitsenize, siz bir ölüp bin doğsanıza! Hanginizin arkadaşı, çocuğu orada öldü, sakat kaldı ha, hanginizin? Yalancılar, korkaklar, hadisenize, siz gitsenize, siz bir ölüp bin doğsanıza, yiyor mu ulan, yiyor mu façanız, sıkı mı oranız…”
Bu savaşın en şiddetli olduğu, kanın gövdeyi götürdüğü zamanlarda otuz yaşın ve şiddetin orta yerinde olan ben, geçmişin tersine, savaşın ne olduğunu ve neler yaşanabileceğini çok iyi biliyordum… Ama savaşta en önce masumiyetin bittiğini öğrenmiştim ilkin, en iyi bunu biliyordum, gerisi maval…
***
Sene 1995, aylardan Ağustos. Yer Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği, Anakara.
Yaralanmış ve ortopedide tedavi görüp, burada yapılacaklar yapıldıktan sonra, bacakta, alçı içinde kalmaktan dolayı oluşan yumuşak ve sert doku incelmelerini gidermek için, fizik tedavi bölümünde yatan hasta konumuna geçmiştim. Günlerden bir gün beraber görev yaptığımız yüzbaşılardan biri yanıma hasta olarak geldi. Onun derdi bel fıtığıydı. Azmış ve koca adamı devirmişti. Birbirimize Baco derdik. Üsteğmen girip yüzbaşı çıktığım bu klinikte birbirinden ilginç olaylar yaşadım.
Baco ve ben, Baco’nun kendini iyi hissettiği akşamlar kliniğin doğu başında bulunan odamızın kapısı önüne çıkar ve koridoru izlerdik. Bu esnada Baco ayakta dimdik durma çalışması yapar, ben de iki bacağım üzerine aynı ağırlıkta basma çabasına girerdim. Öyle ya, bir an önce olabileceği kadar iyi konuma gelmeli ve işimizin başına dönmeliydik.
Bulunduğumuz oda konum itibari ile hemşire ve doktorların gündüz, hastaların ise gece çaylarını aldıkları bir çeşit çayhanenin karşısındaydı. Ayrıca hemşirelerin elbise dolaplarının olduğu odanın da karşısında oluyordu. Hal böyle olunca bir tek sabahları, klinik şefi ve doktorların hasta ziyareti sırasında, ıssız oluyordu kapımızın önü. Onun dışında tüm zamanlar kalabalıktı.
Yine böyle bir akşam, kliniğin öte tarafındaki koridordan bir tekerlekli sandalyeli hastanın son derece yüksek bir hızla çay için geldiğini gördüm. Adeta kopmuş geliyordu… Zaten bu gençler, yaşlarının da verdiği etkiyle, sakatlıklarına bakmaksızın çok hızlı kullanıyorlardı bu aletleri. Yarış bile yaptıkları oluyordu hastane koridorlarında. Diğer hastaları tehlikeye attıklarının pek farkında olmuyorlardı. Öncelikle yüksek hızı dikkatimi çekmişken, daha sonra genç adamın yakışıklılık ötesi güzel suratı dikkatimi çekti. Simsiyah, uzun, dalgalı saçları ise suratına çok yakışıyordu… Derken önceleri çaya odaklanan hasta bir ara bize baktı ve yüzü aydınlanır gibi oldu. Çayı unutup bize yönlendi ve tam karşımızda durdu. Birimiz kapı kasasının sağ dikmesine diğerimiz ise sol dikmesine dayanmış dikiliyorduk. Karşılıklı sessizce bakıştık. Sessizliği ilk bozan o oldu:
-Ben sizi tanıyorum.
Bizden ses çıkmadı. Çünkü ikimizin de tanımadığı biriydi. O devam etti:
-(Tugayın ismini vererek) Siz şu birliktensiniz, değil mi?
Biraz düşünüp şüpheleri dağıttıktan sonra Baco konuştu:
-Evet, ama biz seni tanımıyoruz.
-Ben Jandarma Onbaşı Tolga Yüzsüren. Geyiksuyu Karakolundandım ama hep konvoya çıkardım. Konvoydayken sizi bizim oralarda görmüştüm.
-Anladım, peki. Ne oldu sana böyle, kaza mı geçirdin, kamyon mu devrildi?
Soruyu soran bendim.
-Hayır. Pusuya düştük. Biz sizin taburları operasyona götüren kamyon konvoyunun muhafızlığını yapıyorduk. Dönüşte karakola yakın olmamıza rağmen adamlar bizi pusuya düşürdü. Belimden tek mermi ile böyle oldum.
-Çok üzüldüm, geçmiş olsun. Bu pusuyu duymuştuk.
-Adamlar 4 gün boyunca yağmur altında kalmışlar, su dolan mevzilerde bizi beklemişler. İlk ateşi yediğimizde hemen kayıplarımız başladı. Daha sonra hedefe girdiler ve canlı gördükleri herkese ateş ettiler. En samimi arkadaşım elimde öldü.
-Çok üzüldüm.
-Kafama sıkmak için bana yaklaştıklarında bir bomba sesi ile geri çekildiler.
-…
-Ölen arkadaşımın ismi Hüseyin Yanbasan idi, Anakaralıydı. Çok samimi arkadaşımdı ve ben bir şey yapamadım onun için. İyi bir aileden olduğu belliydi. Ailesini ziyaret edemedim ve asla ziyaret edemeyeceğimi de biliyorum çünkü bir şey yapamadım onun için, yüzüm yok…
Baco ile birbirimize baktık. Baco da Anakaralıydı tıpkı Hüseyin gibi… Savaşırken sakin kalabilen tipler olduğumuz için yüzümüzden ne düşündüğümüzü kimse anlayamazdı ama biz birbirimizi tanıdığımızdan, içimizde ne fırtınaların koptuğunu biliyorduk. Satılık adamın teki ülkemde bir savaş çıkarmıştı ve on bir yıldır gencecik bedenler ya aramızdan ayrılıyor ya da sakat kalıyordu. İsabet alanlardan biri de bendim…
Sessizce dinlemeye devam ettik:
-Sizden bizim intikamımızı almanızı istiyorum. Alacaksınız, değil mi? Çünkü ben bu halimle alamam.
Bunu söylerken belden aşağısını işaret ediyordu.
Savaşı duygu ve düşüncelerimizi bastırarak, kin ve nefret gütmeden olması gerekenlerle yaptığımız için bu istek bize anlamsız geliyordu. Ama yine de sessiz kalamadık bu genç adamın masum isteğine:
-Merak etme, hak ettikleri yere gidecekler, emin olabilirsin.
-Çok sağ olun. Unutmayın, benim adım Jandarma Komando Onbaşı Tolga Yüzsüren, arkadaşımın adı ise Jandarma Komando Onbaşı Hüseyin Yanbasan. Sakın unutmayın!
Konuşmamızın son kısımlarına orada konuşan ve çay için bekleşenler de tanık olmuştu. Başlangıçta gergin olan yüzleri “hak ettikleri yere gidecekler” sözümüzden sonra rahatlamıştı. Baco ile odaya sessizce girerken diğerleri kendi aralarında sohbete başlamışlardı bile. Hatta nöbetçi hemşireleri de sohbete dâhil etmişlerdi.
O gün aklıma kazındı Yanbasan ve Yüzsüren soy isimleri. Ama ne zaman yüzleşeceğimi bilmeden yıllarca taşıdım durdum aklımda bunları…
***
Derken, …
…
“Yazmak unutmak içindir” der bu işi bilenler.
Yukarıdaki öykü ve tamamı, her aklıma geldiğinde nedendir bilmem “strangers in the night” şarkısı dilime yerleşir, barut kokusu burnuma oturur, gözlerim ise ister istemez düşman arar. O yüzden yazmayı kararlaştırdığım, kötü yazgısı 1974 yılında başlayan gerçek hayat öyküsünün “asıl kahramanının” yaşadığı sokağın anlatıldığı ama henüz yazım aşamasında olan eserimden alınmıştır.
Sanırım, unutamayacağım ama yazdıktan sonra daha az rahatsız olacağımı biliyorum her aklıma geldiğinde.
Hatırlatma: Her ne kadar telif hakkı yasal işlemler gerçekleşmediği için oluşmamışsa da, burada kendi adım ve imzam ile yayımlandığından telif hakkı haklarına sahiptir; izin alınmadan alıntılanamaz, kesinlikle hiçbir yerde kullanılamaz, senaryo haline getirilemez.
Hits: 104
İkinci UFO Tecrübem
- 26 Haziran 2019
TOPLUMU SİVİL HALE GETİREREK DEVLETİ ÇÖZÜME ZORLAY...
- 2 Temmuz 2019