
Neye Niyet, Neye Kısmet: Almanya’nın Anadolu’ya Alman Göçmen Yerleştirme Planı
- 24 Temmuz 2019
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; MGM Tarih
- 2
- Facebook0
- Twitter0
- WhatsApp10
- LinkedIn0
- Telegram0
- Paylaşım
I. Dünya Savaşı öncesinde Alman generallerince, Osmanlı ordusunun savaş kabiliyeti oldukça düşük olarak görüldüğünden, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yapılmasının bir faydası olmayacağı düşünülüyordu. Fakat Alman İmparatoru bu düşüncelere karşıydı. O, hem Osmanlı ordusunun savaşta Almanya için önemli katkılar sunabileceğini, hem de Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yapmanın Almanya’ya başka avantajlar sağlayacağını değerlendiriyordu.
Alman İmparatoru’nun (ve onun gibi düşünen bazı Alman devlet adamlarının) Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak bir ittifak anlaşması ile elde etmeyi planladığı Alman çıkarlarını genel olarak şu başlıklar altında toplamak mümkündür.
Öncelikle; Osmanlı İmparatorluğunun kapladığı alan sebebiyle savaşın geniş bir alana yayılması sayesinde, İngiltere Avrupa cephesinde sıklet merkezi yapamayacaktı.
İkinci olarak; Osmanlı coğrafyası İngilizlerin Hindistan ve Doğu sömürgelerine giden Doğu Akdeniz denizyolu ve Suriye-Irak-İran-Hindistan karayolu üzerinde olduğundan, bu yollara müdahale etmek mümkün olacaktı. Almanya bu maksatla savaştan çok önce Bağdat Demiryolu’nun yapılması imtiyazını almış, Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz’e çıkış için avantaj sağlamıştı.
Almanların üçüncü amacı; Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, başta petrol olmak üzere tüm doğal kaynakları ele geçirmek ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi sanayi malları için bir Pazar haline getirmekti.
Dördüncü önemli husus; Osmanlı Padişahı’nın aynı zamanda halife olmasıydı. O sırada dünyada en fazla Müslüman tebaası olan devlet İngiltere’ydi. Onu Fransa ve Rusya takip ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu ise ancak dördüncü sırada geliyordu. İşte bu sebeple Almanlar, Halife’nin manevi gücünden yararlanarak İngiltere, Fransa ve Rusya egemenliğinde yaşayan Müslümanları, yapılacak cihat çağrısı ve psikolojik harekât ile bu devletlere karşı isyan ettirebileceklerini ve çıkacak karışıklıklar sayesinde bu ülkeleri zayıflatabileceklerini düşünüyorlardı.
Bu hususlar genel olarak konu ile ilgili hemen her kitapta bahsedilen hususlardır. Ancak Almanların pek fazla dile getirilmeyen ve belki de tüm bu amaçlarından daha önemli bir hesapları daha vardı. Bu konu, Anadolu’ya Alman nüfusunun yerleştirilmesiydi. Alman jeopolitik ekolünün temelini oluşturan hayat alanı sahası kuramı da göz önüne alındığında, bu plan diğer tüm hususlardan daha önemli ve Türkler için daha tehlikeliydi.
Almanlar Anadolu’yu kendi fazla nüfuslarını yerleştirebilecekleri ve demografik olarak işgal edebilecekleri bir bölge olarak görüyorlardı. Bu maksatla birçok araştırma yapılmış ve raporlar hazırlanmıştı. Hatta bu araştırmalar için bir dernek kurulmuştu. Osmanlı ordusunun modernizasyonunda önemli bir rol oynayan ve I. Dünya Savaşı sırasında Irak’ta 6. Ordu Komutanı iken bir salgın hastalık sebebiyle ölen Mareşal Von Der Goltz’un da bu derneğin üyesi olduğu iddia edilmektedir.
Almanların bu düşüncesi, savaştan sonra da tamamen ortadan kalkmamıştı. Örneğin; I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde görev yapan bir Alman subayı olan Hans Edler von Kiesling’in 1920’de yayınladığı bir kitapta; Anadolu, Rusya ve Güney Amerika’nın Almanların gelecekte göç edebilecekleri en uygun bölgeler olduğunu ifade ediyordu. [1] İşin ilginç tarafı, Milli Mücadele sırasında Ege ve Akdeniz Bölgesi’nin önemli bir kısmını işgal eden İtalyanların da en önemli amaçlarından birisi İtalya’daki fazla nüfusu bu bölgelere yerleştirmekti. Ancak ortaya çıkan gelişmeler bu iki devletin planlarını uygulamalarına imkân tanımadı.
Tam aksine, kaderin bir cilvesi olarak İtalya ve Almanların onlarca araştırma yapıp raporlar yazdıkları demografik amaçları, 1960’lardan itibaren tem tersi bir yönde gelişti. Almanya II. Dünya Savaşı sonrasında hızla sanayileşmeye başlayınca, savaş sırasında genç nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmesinin de etkisiyle, sanayisi için gerekli işgücünü kendi nüfusundan karşılayamamış ve yabancı işçi temin etmek zorunda kalmıştı. Bu işçilerin bir kısmı da Türkiye’den temin edildiğinden bu gün Almanya’da önemli miktarda bir Türk nüfusu ortaya çıkmıştır. Üstelik bu göçmen işçi nüfusu sadece Almanya’da değil, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya ve İngiltere gibi birçok Avrupa ülkesinde vardır.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti, bu nüfusun gücünü bu güne kadar tam olarak idrak edememiş ve hala bunun ehemmiyetinin farkında değildir. Bu sebeple, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk nüfusu, tüm dünyaya yayılmış olan Yahudi diasporası gibi etkin değildir. Hatta Ermeni ve Yunan diasporası kadar bile etkili değildir. Tam aksine bu Türk nüfusu tarikatlar, siyasi örgütler, dernekler ve siyasi partiler arasında bölünmüş, FETÖ ve bazı diğer tarikatlarda açıkça görüldüğü gibi Türkiye için zararlı akımlar için uygun bir ortam oluşturur hale gelmiştir. Hatta yabancı istihbarat servisleri tarafından bu nüfusun Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması için bir araç olarak kullanıldığını söylemek de mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, acilen bu konuya gerekli önemi vermeli ve harekete geçmelidir. Tüm tarih boyunca nüfus çok önemli bir stratejik unsur olmuştur. Fakat günümüzde nüfus, ordulardan ve silahlardan bile daha önemli bir hale gelmiştir. Çünkü bu günkü dünyada konvansiyonel savaş hem ekonomik, hem de siyasi açıdan oldukça riskli olduğundan, bu yönteme nadiren başvurulmaktadır. Nükleer savaş, doğası itibarıyla kimseye bir şey kazandırmayacak bir yöntem olduğundan II. Dünya Savaşı sırasında ABD tarafından Japonya’ya atılan bombalar hariç hiç uygulanmamıştır. Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Nükleer silahların oluşturduğu karşılıklı dengeye dayalı soğuk savaş dönemi de sona ermiştir.
Bu gün en çok uygulanan savaş türlerinden olan Gayri Nizami Savaş da ortaya çıkardığı yan etkileri sebebiyle eski etkinliğini kaybetmek üzeredir. Bu sebeple, bütün ülkeler ekonomik savaş, psikolojik savaş ve demografik gibi silahsız savaş yöntemlerine ağırlık vermektedir.
Bu konuda en etkin faaliyet gösteren ülke Çin’dir. Çin aşırı kalabalık Çinli nüfusunu hem özerk bölgelere yerleştirerek bu bölgelerdeki yerli halkları ortadan kaldırmaya, hem de komşularına nüfus ihraç ederek demografik durumu değiştirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda öncelikle Uygur Özerk Bölgesi, İç Moğolistan ve Tibet gibi Çin işgali altındaki topraklarda yoğun bir demografik değişiklik yaşanmaktadır. Öte yandan Çin, Moğolistan ve Rusya’nın doğu topraklarına da nüfus sızdırmaktadır ve daha şimdiden bazı bölgelerde önemli miktarda Çinli nüfusunun oluşmasını sağlamıştır. Çin sadece komşuları ile de yetinmemekte ve neredeyse dünyanın her yerine nüfus ihraç etmektedir. Afrika’nın en ücra köşelerinden Ankara ve Moskova’ya kadar her yerde artık sokaklarda bir Çinliye rastlamak mümkündür.
Türkiye ise; bu konunun bilincinde olmadığı gibi adeta kendi kendisine demografik bir savaş açmış durumdadır. Basına yansıyan açıklamalara göre, Türkiye’de resmi ve gayri resmi olarak toplam 5,5 milyon Suriyeli yaşamaktadır. Ülkemize kaçak yollarla gelen Afganlı sayısı ise bilinmemektedir. Yabancı nüfus sadece bunlarla da sınırlı değildir.
Artık işportada saat satmak gibi bazı işkolları Afrikalılar tarafından yapılır hale gelmiştir. Fuhuş sektöründe eski Sovyet Cumhuriyeti vatandaşlarının hâkim olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Köylerdeki çobanların önemli bir kısmı Afganlılardan oluşmaktadır. Araba yıkama, garsonluk vb. işkollarında da çok sayıda çok sayıda yabancının çalıştığını görmek mümkündür.
Türkiye’nin bu konuda acilen
tedbir alması zorunludur. Çünkü silah zoruyla yıkılamayan birçok devletin
göçler ve demografik işgaller sayesinde yıkılması, tarihte çok sık görülen bir vakıadır.
Eğer vaktinde tedbir alınmazsa, bizim de başımıza aynı şeyin gelmesi kaçınılmaz
olacaktır.
[1] Kemal Özden, “ Hans von Kiesling’in Gözünden I. Dünya Savaşı Sırasında Kut’ül Amare ve İran Operasyonları” Kut’ül Amare Zaferi, ATAM Yayınları, Ankara, 2016, s. 340; 357.
Hits: 60
Yaz tatili, gezi notları
- 23 Temmuz 2019
Gerçek Bir UFO Hikayesi
- 26 Temmuz 2019