
YİNE YAKMIŞ YAR MEKTUBUN UCUNU
- 19 Ağustos 2019
- Güven Kaya
- Başlık; Türkiye
- 13
- Facebook25
- Twitter5
- WhatsApp0
- LinkedIn0
- Telegram0
- Paylaşım
19.08.2019 / ANAKARA
Üzerinde en çok oynanan kurumsal yapılardan biridir askerlik yükümlülüğü. Hafızasını birilerine emanet vermeyenler polislere askerlik yapmayacakları konusunda müjde bile verildiğini hatırlar… En son olarak askere alma yasasında yapılan değişikliklerle şu anda ülkeyi yönetenler ile onların “üst aklının” kafasındaki modele “bir miktar” daha uygun bir askerlik tasarımına gidildi. Yasa imzalandı ve yayımlandı ancak ilk uygulaması görülmediğinden şimdilik, konuya mesafeli bakıyorum. Yoksa her Türk vatandaşı gibi, bu da, beni ilgilendiriyor ve benim de söyleyeceklerim var. Ama henüz değil. Ancak birkaç soru şu an için anlamsız olmaz diye düşünüyorum:
1.Doğu Akdeniz’in bu konuma geleceği 1995 sonrası süreçte belliydi ve Türk Donanması kumpaslarla yok edildi adeta. Bunu yapanlar Marslılar mıydı?
2.Birinci Körfez Savaşından sonra, Türkiye’den de büyük bir toprak parçası koparılarak dört bölgeli bir Kürt devletinin kurulmaya çalışılacağı belliydi ve Çekiç Güç uygulaması bunun hem uygulayıcısı hem de garantörüydü. Hal böyleyken, kendinin BOP/GOP eş başkanı olduğunu itiraf edenler eliyle Kara Kuvvetleri ve Jandarma Teşkilatı kumpas davaları ile bomboş hale getirilmedi mi? Bu arada milliyetçilik/ulusalcılık terör suçu sayılmadı mı?
3.Ülke işgal edilecek diye, kendi tabanına korku ve bir anlamda gaz veren kişiler eliyle, bu ülkenin işgal durumunda savunmasını devam ettirecek gizli kuvvet yapısı yok edilmedi mi? Bunun için hayali suikast iddiaları tertipleyip peşinden de zamanın genelkurmay başkanına kozmik odanın açılmasını telkin etmediler mi? Bizzat yargı mensupları eliyle oradan çalınan planlar sekiz sütuna manşet Helen basınında, kumpasçı ve yandaş basında yayımlanmadı mı?
4.Yine ülke işgal edilecek diyerek kendi tabanına hem korku hem de gaz verenler, yeni askerlik yasası ile mevcut asker sayısının 1/3’ünü terhis etmediler mi?
5.İktidardakiler, NATO’nun ve Batı’nın işgal girişimlerine karşı hava savunma sistemi alıyoruz diyerek aldıkları sistemleri hangara tıkmadılar mı? Bunların füzelerinin ne zaman geleceğini söyleyebiliyorlar mı?
6.Lozan barış anlaşmasını beğenmeyenlerin önüne Sevr’in konacağı geceden sonra gündüzün geleceği kadar açık değil miydi?
7.Niye mi böyle yapılıyor öteden beri? BAKINIZ.
Şimdi biraz geri gidelim.
1987 yılında kıtaya çıktığımda yirmi ay askerlik ve bir de yedek subaylık (yedek subay asteğmenlik) vardı. Yirmi aylık askerliğin kapsamında en yüksek eğitim lise mezuniyeti idi. Bazı zorlamalarla üniversite mezunu olanların da bu kapsama alındığı bilinmektedir ve bu utanç vericidir. Buna en açık örnek Uğur Mumcu’dur. Bu konuya değinmeden geçiyorum çünkü kendisi “Sakıncalı Piyade” isimli eserinde bu konuyu yeterince anlatmıştır. Bu askerlik tipinin çavuş, onbaşı ve er diye rütbeleri vardı. Yedek subaylık ise tabip ve karışık sınıf diye ikiye ayrılırdı. Tabip kısmında kısa dönem uygulaması çok özel durumlar dışında yoktu, karışık sınıfta ise kısa dönem uygulaması vardı. İhtiyaç fazlası yedek subay adayları kısa dönem çavuş adayı olarak ayrılıyordu. Kıtalara görevleri süresince kadro varsa ve kendileri de yetenekli ise çavuş rütbesine nasıp ediliyorlardı.
Derken askerlik 18 aya, yedek subaylık 15 aya indi. Bir süre sonra askerlik 15 aya, yedek subaylık ise 12 aya indi. Orada fazla duramadı, terör gerekçe gösterildiğinden, gerisin geri 18 ve 15 aya fırladı. Bu fırlama “Tansu Teğmen”leri yarattı. Oysa süreler indirilirken terör yine vardı. İndirmeden evvel bir benzetim çalışması yapmadıklarından dolayı veya olası bir “çıkar çevresi” gözetildiğinden indirilirken zaten var olan gerçek, yükseltmeye gerekçe olarak ortaya sürüldü ve ortalık Tansu Teğmenlerden geçilmez oldu. Ne devlet, ne ciddiyet, değil mi? Neden Tansu Teğmen diyorduk? O zamanın başbakanından ismini alıyordu. Yedek subay asteğmenlerin, hizmet süreleri bir şekilde uzatıldığında bir üst rütbeye terfi ettirilmek zorunda kalınmasından da rütbesini alıyordu. Bu arada uzman çavuş ve onbaşılığı kapsayan uzmanlık da 1992 yılında başladı.
Benim kıta hayatım bu süreçte bitti ve kurum hayatım başladı. 1997 yılında Beyşehir Askerlik Şubesi başkanlığına atandım. Katıldığım ilk gün “son muayene ve askerlik yoklamasının” da ilk günü idi. Buna kısaca Askerlik Meclisi deniyordu. Meclisin başkanı bulunulan yerin mülki amiri oluyor. Ancak onların genelde işleri yoğun olduğundan bu görevi askerlik şubesi başkanı yerine getiriyordu. Mecliste nüfus idaresinden bir, belediyeden bir, şubeden yeteri kadar memur, bir askeri tabip, bir hükümet tabibi olmak üzere iki tabip ve bir de başkan olmak üzere en az altı kişi oluyordu. Oluyordu diyorum çünkü tüm bunlar 15/20 Temmuz 2016 darbe sürecinden sonra anılarda kaldı.
Tam burada iki saplama yapıp kıta hayatıma geri döneceğim ve sonra kaldığımız yerden devam edeceğim. Kantin başkanlığım bana insanların para karşısında nasıl şekilden şekle girdiğini, askerlik şubesi başkanlığım ise uğruna canımızı verdiğimiz, kanımızı döktüğümüz yurttaşlarımızın niteliğini gösterdi. Bu iki başkanlığı iyi ki yaşamışım diyorum.
Evet, kıta hayatına geçiyorum. Eylül 1987 ve 70 inci Piyade Tugayı (Siirt). Bize Harp Okulunda inanılmaz büyük bir yalan söylendiğini daha ilk günden gördüm. Sürekli “Karşınızda çok bilgili ve üniversite mezunu erler olacak” denirdi. Tam tersi, tamamen bilgisiz insanlar gördüm. Oysa doğudaki birliklere daha ziyade batılı çocuklar gelirdi. Herkes onların bilgili olduğunu sanır, oysa onlar da neredeyse cahil sınırında geziniyordu. Bu durum Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevi olmayıp, eğitim ve öğretim ile ilgili olan milli eğitim bakanlığının ve ülkenin milli eğitim stratejisinin uygulayıcısı olan siyasi sorumluların eseridir. İlgi alanım olmadığından sesimi çıkarmadım ama bize bu yalanı söyleyenlere en kallavisinden sövme hakkımı hep kullandım. Komutanlığını yaptığım birliklerin hiç birine geçmişe ait, geleceğe yönelik yalan söylemedim. Tersi durum inandırıcılığı ortadan kaldırıyor çünkü.
Daha kötüsüne geliyorum. 66’ncı Zırhlı Tugay’da (İstanbul) Mekanize Piyade Bölük Komutanlığı yaptım. Bölüğümde sağ ayak topuğunun yarısı olmayan bir onbaşı vardı. Bölük komutanı olunca birden bire kucağımda bulmuştum. Çavuş adayı olarak gelmişti. Piyadesin ve bir topuğunun yarısı yok. Tamamen evlere şenlik bir vaka. Suç o çocuğun (yanılmıyorsam ismi İsmail idi) değildir, onu o haliyle askere alan askerlik meclisinindir. Bir bölük komutanı olarak bu adamı bir manganın başına verin ve eğitim alanlarını sabahtan akşama arşınlasın. Mümkün mü, insanlığa sığar mı? Olmadığından ve sığmadığından onu yazıcı yaptım. Ancak beceremedi. Çünkü sanıldığının aksine, herkes her işi yapamaz. En sonunda sürekli yatağına işeyen, arada bir altına sıçan ve bu yüzden ayda bir yatak yaktıran, böyle olduğu halde banyo yapmamak için her yolu deneyen bir askerin yıkanması işini buna verdim. Özenerek yaptı.
Daha epilepsi hastalarından ve bunlardan birinin tuvalette işini görürken düşüp beyin kanaması geçirdiğinden falan bahsetmiyorum. Toplumun cinli dediği ama bence tamamen sahtekâr olan tiplerden de bahsetmiyorum. Madde bağımlısı olan ve bunu saklayan, ruhu ve bedeni zora girdiğinde ortaya saçanlardan da bahsetmiyorum. Hele hele jiletçilerden hiç bahsetmiyorum. Pek tabi ki hem cinsi ile cinsel ilişki yaşamak isteyenlerden de bahsetmiyorum. Değil mi yani, kişilerin cinsel tercihlerine karışılamaz. Bu tiplerin bazıları ülke bile yönettiğinden bu gibi rahatsızlıklar vakayı adiyeden sayılıyor. Oysa bu tip rahatsızlıklar “askerliğe elverişli değildir” raporu ile askerlik dışında kalır.
-Hey adamım Ersel, selektör yap da farların düzelsin!
-Emret komutanım!
-Selektör yap, duymuyor musun, özrün mü var?
-Emredersiniz.
-Tamam, düzeldi. Kes artık, tik sahibi olacaksın.
Evet, Ersel de kucağımda bulduklarımdandı. Erzurumluydu. Sivil hayatında elektrik teknisyeni olup, yaptığı bir sahtekârlıktan dolayı ehliyeti elinden alınmış biriydi. Bende ise kariyer, askerlerin demesiyle garayer, sürücüsüydü. Milyarlık savaş arabasını gözü bozuk adama teslim etmiş devlet. Devlet ne bilsin gözü terse dönen bir adamın asker edileceğini ve ona bu denli pahalı bir aracın verileceğini. Öte yandan bakılırsa, işin doğrusu devlet bendim, devlet diğer subaylardı ve her kademede işimizi doğru yapmak zorundaydık. Her ne kadar zırhlı birliklerde o zamanlar sürücü kontenjanı %125 ise de, bu kadroya atananların büyük bir kısmı el arabası bile süremeyecek olduklarından Ersel gibilere araç vermek zorunda kalınıyordu.
Ersel’in sağ gözü tamamen geriye dönüyor ve selektör, pardon göz kapaklarını birkaç kez kapatıp açmadıktan sonra da düzelmiyordu. Ersel, günün birinde karşıma dikildi. Soğuktan titrenen bir ortamda Ersel şıpır şıpır terliyordu. Elinde değişik şekil almış olan bir adet G3 piyade tüfeği vardı. Kendi aracı ile kendi tüfeğinin üstünden geçtiğini, uzun bir süre yol aldıktan sonra hatırladığını, geri dönüp aldığını birkaç kez selektör, birkaç kez de kekeleme eşliğinde anlattı.
Böylesi bir erin askerlik yapmasına neden olan yine askerlik meclisiydi.
-Hey komando! Hakan, sen! Sen, şimdi, bana mı bakıyorsun yoksa benim epey sağımda olan birine mi bakıyorsun, anlaşalım.
-Komutanım size bakıyorum.
-Komando, o zaman diğer gözüne söyle de sağla solla oynaşmasın. O da bana baksın.
Hakan benden en az 5-10 cm uzun, yapılı bir komando çavuşuydu. Yani bu demektir ki Eğirdir’de bulunan ve sert bir eğitimin verildiği Çavuş Talimgâh Bölüğünden de sekmiş tıpkı askerlik meclisinden sektiği gibi… Üstelik bir de komando kodu verilmiş. Yiğitti ama bir gözü fırlayacakmış gibi tamamen dışa kayıyordu. Daha kötüsü ise Ersel gibi değildi, kontrol edemiyordu. O selektör yapınca düzeliyordu, bunun olmuyordu. Zorlu bir anda gözü ona bir azizlik yaparsa hayatı kararırdı. Evet, anladığınız gibi, şu anda Bolu Komando Tugayındayız. İyi olan şu ki bunu kucağımda bulduğumda terhisine az bir zaman kalmış olmasıydı. Ama ben adamın böyle bir rahatsızlığının olduğunu sıcak çatışma esnasında tespit etmiştim, bu ise işin en kötü kısmıydı. Evet, dediğim gibi Komando Tugayı ve böyle rahatsızlığı olan biri… Ciddiyete bakar mısınız? Bir daha operasyona çıkarmadım.
Bunun da sorumlusu askerlik meclisidir.
Bunlarla ve benzerleriyle olan mücadelem sürekliydi. Terhisine kısa zaman kalmışsa ellemiyordum, yoksa kıta anket formunu doldurup, askeri hastaneye sevkini sağlıyordum. Böylelerinin askerlik yapması hem kendilerine ıstıraptır hem de onların sıralı komutanlarına…
Geliyorum “Bu mu subaylık, yoksa komando tugayındaki mi? Eğer bu subaylıksa o ne, o subaylıksa bu ne?” dediğim askerlik şubesi başkanlığı dönemime.
Şube astsubayının dediği bir lafı hiç unutmam: siz geldikten sonra askere adam gönderemez olduk, kimi bulduysanız askeri hastaneye gönderdiniz ve gidenler çürük alıp geldi… Esasında o bana sitem ediyordu, sevinmiyordu. Çünkü o sakatların hepsi askerlik yapmak istiyor ama rahatsızlıklarını tespit ettiğimden dolayı bu istekleri kursaklarında kalıyordu.Babaları bana bir şey diyemediğinden şube astsubayına serzenişte bulunuyor ve bir oluru olup olmadığını soruyorlardı. Bazen çok ilginç vakalarla da karşılaşıyordum. Çürük alırsa ona kimse kız vermezmiş. Senin bilmem nerenin keyfinin ceremesini bölük komutanı mı çekecek, bu millet mi çekecek? Zihniyetteki düşüklüğe bakar mısınız?
Şube astsubayının dediği doğruydu. Gönderdiklerimden %92’si “askerliğe elverişli değildir” almıştı. Oysa çürük almalarını sağladıklarımdan daha kötülerini kıtada yıllarca görmüştüm.
1997 yılı askerlik meclisinde yeterince başarılı olduğumu söylemek gerçekçiliğim ve doğruculuğum ile örtüşmez. Ama daha sonraki seneler olan 1998, 1999, 2000, 2001 ve 2002 yıllarındakilerde, bölük komutanıyken sövdüğüm günler aklımdan hiç çıkmadı ve “her Türk erkeği değil, sağlam olan her Türk erkeği askerlik yapar” düsturundan şaşmadım.
Son yoklama ve askerlik muayenesini şubenin çok büyük olan dinlenme salonunda yapıyorduk. Aldığımız düzen “U” şeklinde olduğundan içeri her gireni girdiği andan itibaren göz hapsine alıyordum. Benim yanımda belediyenin memuru oluyordu ve ondan da bilgi alıyordum. İçeri sadece külotuyla yalınayak giren yükümlünün önce boyu ve kilosu ölçülüyor, göğsüne yazılıyor. Sonra yukarıda saydığım nüfus memurunun masasına uğrayıp ismini kontrol ettiriyor, sonraki masada gerekli kayıtları, adına çıkartılan yoklama kâğıdında şube memurları tarafından yapılıyor ve hemen solumda bulunan doktorların önüne geliyordu. O daha doktorların önüne gelmeden, girişinden itibaren izlediğim için, adamda gördüğüm ruhi ve fiziki sakatlıkları onlara söylüyordum. Aynı şeyi görmüşsek hemen askeri hastaneye sevki yapılıyordu. Yok, tereddüt varsa ağırlığımı koyuyor ve hastaneye sevkini sağlıyordum. Sürekli aynı hükümet tabibi geldiğinden zamanla bana alıştı ve her sene değişen askeri doktorları da bana uydurdu. Böylelikle şüphelendiğimiz herkesi askeri hastaneye gönderdik. Sonuç yukarıda bahsettiğim gibi %92 başarı oldu.
Askerlik Meclisi toplanmadan önce köy ve mahallelerin muhtarları ile toplantı yapar ve onlardan “homoseksüel, saralı (epilepsi), deli, madde bağımlısı, sabıkalı…” gibi çevresinde pek bilinmeyen özellikte olanların olup olmadığını sorar ve varsa bana telefon ile bildirmelerini isterdim. Bundan da sonuç aldığım zamanlar oldu. Ama genelde bu gibi rahatsızlıkları, ortaya çıkmaz düşüncesi ağır bastığından, söyleme taraftarı değillerdi. Olsun gören gözler, kimin ne olduğunu hemen anladığından büyük bir kayıp yaşanmıyordu.
Türkiye’de askerlik görevinin gerektirdiğinden fazla kaynak var. Bu da yoklama kaçağı ve bakayaların takibinde ciddi bir ciddiyetsizliğe yol açıyor. Şube başkanı olduğumda tehlike sınırında olmasa bile, bana göre oldukça çok yoklama kaçağı, bakaya ve firar vardı. Bunlara kısaca cezalı yükümlü derdik. Onların dosyalarını incelediğimde sürekli takip yazıları yazılmış ve uygulama gereği her üç ayda bir yinelenmiş olduğunu görüyordum. Bu iş yasak savma babındandır. Zekâsına ve kıvraklığına inandığım bir memur olmadığı için başlangıçta bunlara hücum edemedim. Bir zaman sonra Konya’dan bir memurun ataması Beyşehir’e yapıldı. Adamın zekâsı fırlak cinstendi ve her rolü kıvırabilecek yetenekteydi. Bünyede bulunan şubelerinki de dâhil olmak üzere tüm cezalı yükümlüleri buna yükledim ve ben de üzerime düşeni yapacağım dedim.
Cezalı yükümlülerde, çağ dışına çıkmış (40 yaş sonrası) yükümlülerle uğraşmak çok zordur. En eskisinden başladık ve bir sene dolmadan çok büyük bir kısmını temizledik. Akla hayale gelmeyen rollere bile girdik ve sonuçta, kemik tabakanın eritilmiş olduğu, ihmal edilebilir seviyeye düşürdük. Bu arada karşımıza ölenler, askerliğini yapmış ama kayda firar veya yoklama kaçağı diye geçenler, çift kimlikli olanlar, polis ile iş birliği içinde olanlar, cinsiyet değiştirenler, İsrail ordusunda askerlik yapmakta olanlar, nüfustan yanlış bildirilenler, yakalanacağını anlayınca intihar edenler… vb. yüzlerce vaka çıktı.
Şimdi sıkı durun. Hep derler ya bu millet için ASKER MİLLET/ORDU MİLLET diye, değil arkadaşlar gerçekten değil. Hani bir de derler ya PEYGAMBER OCAĞI diye, hiç değil. Zaten ben emekli olduktan sonra duymaya başladım bu anlamsız sözü. Orası benim için ASKER OCAĞIDIR, ANA KUCAĞI DEĞİL. Şunu çok iyi biliyorum: Mümkün olsa kimse askerlik yapmaz. O yeni tasarlanan ve büyük bir kitleyi terhis eden askere alma sistemi bile askerliği gönüllülük esasını getiremedi, hala zorunlu. Çünkü biliyorlar gönüllülük esasına göre olsa kimsenin asker olmayacağını. Kimse karşıma geçip kahramanlık masalları okumasın, asker millet, peygamber ocağı gibi laflar gevelemesin. Ben bu milletin hem savaşırken hem de askere gitmeden önceki halini gördüm. Baştan beri sınıfı personel olan arkadaşlarımda bu deneyim eksiktir ve belki de o yüzden kıtalara sağlam adamları gönderdim hep.
Benim zamanımda bir kere bedelli oldu. Yoklama kaçakları için çıkmıştı. Bakanlıktan gelen bir emirle ön almak ve istatistik tutmak amacıyla ön başvuru alındı. Şimdi itiraf ediyorum. O başvuru sürecinde gelip kayıt verenlere memurun olumsuz yaklaşmamasını, güleç davranmasını ve doğru kayıt almaya çabalamasını istedim. Başvurular bittiğinde ise onların verdikleri adreslere kolluk kuvvetini yönlendirdim ve yakalanıp gelenlerin hepsinin muayenesini yaptırıp sevk pusulasını ellerine verdik. Artık pişkin pişkin gülme sırası bizdeydi… Bu andan itibaren istediği kadar kaçabilir, sorun değil. Çünkü bakaya kalıyor ve onun bir yargılaması oluyor, cezası kesiliyordu. Yoklama kaçağına ise idari para cezasından başka bir şey yapılamıyordu. Ödemese de oluyordu.
Bu konuda tek olduğumu düşünmedim, birçok şube başkanının da benzer davranış içine girdiğini değerlendirdim. Kısa bir zaman sonra Askere Alma Daire Başkanlığından (ASAL) böyle davranan şubelerin olduğu ve yapılmaması gerektiğine dair emirler geldi. Güldüm sadece. Yıllarca askerlikten kaçanların “ağalık veya beylik” yapmasına izin veremezdim, parası olmayanların şehit ve gazi olduğu bu topraklarda… Nerede kaldı eşitlik ilkesi? Yalan konuşmayın!
Bu arada daha önce sözünü ettiğim kaynak fazlalığı bedelli askerliği tetikleyen en önemli etkendir. Bunu da açık yüreklilikle kabullenmek gerekir. Analar doğuruyor; üç yetmez, beş. Beş! Duymadın mı ulan, beş beş! Hey oradaki, durma, çalış! Nazar etme ne olur, çalış senin de olur.
Mevcut iktidar partisi iktidara geldikten sonra çok sayıda bedelli askerlik yasası çıkartıldı. Hem de “öyle bir konu gündemimizde yok” dendikten hemen sonra oldu bunlar. Derken bedelliyi sürekli kıldılar. Bu konuyla ilgili yorum ve görüşlerimi saklı tutuyorum. Yeni yasayı irdeleyen bir yazıda bunları anlatmak daha mantıklı olacaktır.
Değinmek istediğim taze ve güncel bir konu var. Oğlum da bedelli yaptı. Temmuzun başında başladı ve ortasını biraz geçe bitirdi. Mamak’ta muhabere okulundaydı. Bedelini kendisi ödedi. Bizde herkes kendi yaptığının bedelini öder, beleşçilik yoktur.
Anlattığı bazı şeylerden bahsedeceğim.
*Atanmamış bir coğrafya öğretmeninin Türkiye’nin kuzey yarım kürede bulunduğunu bilmediğini söyledi. Tepkim “oha ulan” oldu. Bu adam bana yedek subay olarak gelseydi, her gün bir km süründürürdüm. Subay çıktığımdan beri saat takmam ama güneşe bakarak yönümü hemen bulurum.
*25-30 yaş arasının bitmiş olduğunu söyledi. Bilgisizlikleri bir kenara, bedeni yetenekleri de yılan bokundan daha aşağıda sürünüyormuş. Şınav, mekik, kol çekme gibi konular hak getire, b.k götüre konumundaymış.
*Sebzeli yemekleri yiyen çok azmış. Varsa yoksa et peşinde koşuyorlarmış. Bu konudaki fikirlerim Askerler Ölmek İçindir adlı eserde bellidir. Çok çeşitli beslenmeyen insanlar enerjisiz ve güçsüz olacağı gibi embesil olmaya da adaydır. Sıkı durun, otistik çocukların iyi bir beslenme ile normal çocuklar seviyesine geldiği bir gerçektir. Bir gerçek de bağırsakların “ikinci beyin” olduğudur. Bu arada çok büyük bir kısmı obezmiş ve haliyle berbat kondisyondalarmış.
*Çoğunun ülke meselelerinden haberdar olmadığını anlattı. Belli değil mi?
*İş yapmaktan kaçtıkları ve bundan gurur duyduklarını söyledi. Bir yere bir şey mi taşınacak, alayı kaçıyormuş. Mıntıka temizliği mi, bir anda büyük çoğunluk sırra kadem basıyormuş… Pislik herifler, orayı siz kirlettiniz, siz temizleyeceksiniz.
*Bir yorumda bulundu ve “iyi ki savaşmıyoruz, asla kazanamayız” dedi. Bir başkası olsa buna haddini aşma gözüyle bakabilirdi ama işin içyüzünü bilen biri olarak, kendisine hak verdim. Evet, şunu kabul etmek gerekir: milli güç unsurlarından nüfus gücü berbat durumda. Ekonomik güç bağımsızlığı getirmek için bir araçtır ama asıl köleliği/esareti getiren niteliksiz nüfus güçtür.
Bu pespayelerin olduğu yer peygamber ocağı olsa ne yazar olmasa ne yazar. Bu pespayelerin ORDU MİLLET kavramı ile uzaktan yakından bir ilgisi olabilir mi? Hem sonra kavramların içini boşaltmadılar mı?
Yazının başlarında, kıtadaki erbaş ve erlerin durumu ile ilgili yaşananlara verdiğim örneklerin halen devam ettiğinden adım gibi eminim. Hal böyleyken 1111 Sayılı Askerlik Yasası ne kadar değiştirilirse değiştirilsin değişen bir şey olmayacaktır.
Milli eğitim milli stratejiye uygun şekillendirilmez ise hangi yasa güncelleştirilirse güncelleştirilsin hiçbir şey değişmeyecektir.
Asker olanlar mektubun ucunu yakmaya devam edecekler ama mektup yazmayı becerebilirse…
Yapılanlar kendi kendini tatmin etmekten öteye gitmez.
Hits: 72
BEN SİYASETEN ARTIK ÖZGÜR BİR İNSANIM[1]
- 7 Ağustos 2019
Soğuk Savaş’tan Günümüze Kadar Yaşanan Siyasi ve A...
- 30 Ağustos 2019