
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUNDUR
- 22 Nisan 2020
- Mahmut Şahin
- Başlık; Türkiye
- 16
- Facebook30
- Twitter15
- WhatsApp15
- LinkedIn10
- Telegram0
- Paylaşım
22 Nisan 2020
İnsanlık, topluluklar halinde örgütlü yaşamaya başladığından bu yana egemenlik kavramı da hayatımıza girmiş ve bugüne kadar birçok tartışmanın odak noktası olmuştur. Egemenliği kısaca hükmetme yetkisi olarak tanımlayabiliriz. Devletler açısından bunu yasama, yürütme ve yargı erkini elinde bulundurma biçiminde tanımlamak mümkündür.
Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ortak dile, tarihe ve kültürel özelliklere sahip insan toplulukları üzerinde tek, üstün ve mutlak otoriteyi kullanabilen tüzel bir yapıdır. Devlet kavramının ortaya çıkmasından bu yana, otorite mutlak ,tek, üstün ve sınırsızdı. Devlet uzunca bir süre, hala sembolik de olsa bir kısım ülkelerde var olan monarşik yapılarca yönetildi. Mutlak otoriteye sahip, kral, padişah, sultan ya da hakan; adına ne derseniz deyin, egemenliği tek elinde tuttu. Mutlak ve sınırsız olan bu otorite ve hükmetme yetkisi toplumun büyük çoğunluklarını rahatsız ettiği ölçüde sorgulandı. Kimi zaman ortaya çıkan isyanlarla hükümdarlar devrildi, yerlerine başka hükümdarlar geldi.
Hükümdarlar devrilse de uzunca bir süre otoritenin tekliği, mutlaklığı değişmedi. Ancak otoritenin sınırlandırılması tartışmaları başladı ve hala da devam etmektedir. Otoritenin mutlaklığı çokça sıkıntılara yol açtığından, bireylerin haklarının korunması için yönetenlerin hükmetme biçimleri sınırlandırılmaya çalışıldı. Bu da mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçişle oldu. Meşruti monarşi de her ne kadar hükümdarlar olsa da, seçilmiş meclislerce hükümdarların otoriteleri sınırlandırıldı. 18 ve 19’ncu yüzyıllarda Amerika ve Avrupa’yı sarsan devrimlerle hükümdarlar yıkıldı ve uluslar egemenliklerini ele aldılar. Yeni bir kavram doğmuştu “Ulusal Egemenlik”. Artık devletler yasama, yürütme ve yargı yetkisini halktan aldıkları güçle kullanacaklardı. Mutlak otoritenin sonu gelmişti.
İkinci dünya savaşından sonra ise bireysel hakların korunmasına yönelik tartışmaların yoğunlaşması ile anayasal demokrasi dediğimiz sistemler karşımıza çıkmaya başladı, halkın çoğunluğu tarafından seçilenlere yürütme yetkisi verilirken yine milletçe ve Anayasa ile belirlenen farklı kurumlarca yasama ve yargı yetkisi kullanılır oldu. Gerçi hala demokrasiyi, milli iradeyi sandıktan çıkan çoğunluk kabul edip, seçmeyenlerin haklarını hiçe sayıyorlar. Bu da bu yüzyılın ayrı bir garabeti ve maalesef ülkemizde bunu yaşamaktayız.
Monarşiler sınırlanır ve insan hakları güvence altına alınırken bir yandan da tehlikeli boyutlara ulaşma riski bulunan devletin tek ve mutlak üstünlüğü ilkesinin uluslararası örgütlerce sınırlandırılması ve birey haklarının güvenceye alınması 20’nci yüzyılın en önemli gelişmelerindendi. Bu da ortak egemenlik kavramını gündeme taşıdı, birçok uluslararası kuruluşu bu manada sayabiliriz. En önemli ve güncel olanı ise Avrupa Birliği’dir, Avrupa Birliği üye devletlere ait egemenlik haklarını, üye devletlerin rızasıyla kullanmaktadır. Her ne kadar İngiltere’nin Birlik’ten ayrılma kararıyla Avrupa Birliği hayalinin sonlandığı düşünülse de halen, özellikle Almanya’nın liderliğinde etkinliğini sürdürmektedir.
Egemenliğin kullanımı açısından yukarıda bahsettiğimiz tartışmaların dışında bir de egemenliğin meşruiyeti de siyaset felsefesinde ve toplum bilimlerinde çokça tartışılan bir konu olmuştur. Ulusal egemenlik kavramıyla birlikte egemenliğin halka geçişine kadarki süreçte Mutlak monarklar ve oligarklar tarafından kullanılan egemenliğin meşruiyeti çoğunlukla Tanrısallığa dayanıyordu. Hükümdarlar kendilerini yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi olarak görüyorlardı. Orta Çağ’da Hristiyanlığın yükselişi ile birlikte Papalık kurumunun güç olarak ortaya çıkmasıyla, İsevi dünyada hükümdarlar Papa’dan yetki almaya başladılar. Kaynak değişmemişti, sadece komisyoncular girmişti araya. Egemenliğin kaynağı Tanrı’ydı ve Tiranlar hükmetme yetkisini Tanrı’dan alıyorlardı.
Ulusal Egemenlik kavramıyla birlikte hükmetme yetkisinin kaynağı da değişti, artık egemenliğin kaynağı Tanrı değildi, Beşer kendi yarattığı Tanrı’dan gücünü geri almıştı. Hakimiyetin kaynağının değişmesi ile birlikte Laiklik ilkesi de toplumların gündemine girdi. Kısaca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak adlandırılan bu kavram aslında insanın özgürleşmesi önündeki en önemli engellerden olan dini toplum hayatı dışına taşıyor, bilimsel düşüncenin önünü açıyordu.
Yukarıda anlattığımız tüm bu gelişmelerden Türkiye’nin uzak durması elbette beklenemezdi. Osmanlı’da uzun Yıllar devam eden tartışmalar, 1919 yılında Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayan ve 1920 yılı Nisan ayının 23’nde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile yeni bir döneme girdi. Bu dönem, Meclisle yürütülen dört yıllık bir savaşın ardından kazanılan zafer neticesinde, çoğu kimsenin hayal bile edemeyeceği bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla noktalandı. Elbette bu bir son değildi, Atatürk’ün dediği gibi “Bu zaferleri ekonomik zaferlerle taçlandırmak”, “Cehaletle girişilecek en büyük savaşı da mutlaka kazanmak” gerekiyordu.
Ölümüne kadar olan süreçte, Atatürk’ün önderliğinde çok şey başardı bu ülke. Dünyada örnek gösterilecek gelişmelere imza attı. O büyük insan, 23 Nisan 1924’te “23 Nisan” gününün bayram olarak kutlanmasına karar verdi. Bu tarihten 5 yıl sonra 23 Nisan 1929’da ise bu bayramı çocuklara armağan etti ve 23 Nisan ilk defa 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak da kutlanmaya başladı. 1979’da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız bu millî bayramımıza, ortalama olarak her yıl kırkın üzerinde ülkeden gelen ve Türk çocuklarının misafiri olan yabancı ülke çocukları da katılmaktadır. Dünya’da çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiye’dir.
Böylesine yüce gönüllü, halkını kendinden çok düşünen ve tüm varlığını ulusuna emanet eden bir insana Ayyaş, Deccal, Mavi gözlü Şeytan dediler bu ülkede. Bunun adı en hafifinden ahlaksızlıktır. Ona neler demediler ki düşmanları çok çabaladılar onu halkın gözünden düşürmek için, ama başaramadılar. O hala dimdik ayakta tüm ilkeleri ile. Ona Ayyaş diyenler ise yıkılmaya mahkum. O ayyaş dediklerinin yaptıkları ile sözde alnı secdeden kalkmayanların yönettiği ülkeye şöyle bir bakın bakalım ne göreceksiniz.
Ona ve silah arkadaşlarına bu hakaretleri yapanlara diyecek çok şey var, ama değmez. Atam yarattıkları ile, yıkılmayan ilkeleri ile her gün onlara cevabını veriyor.
Egemenliğimize sahip çıkalım, evde kalıyor olsak da Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı kutlayalım. Bayram coşkumuzu kaybetmeden güzel yarınlara hep birlikte yürümek dileğiyle.
Atatürk ve vatan düşmanlarına Büyük şair Nazım’ın dizeleriyle cevap verelim:
“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun
meyve çağında ağacın,
serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
– çürüyen diş, dökülen et-,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…”
Nazım Hikmet RAN
En büyük bayramımız kutlu olsun
Hits: 52
PANDEMİ OLDU PANTOMİM
- 16 Nisan 2020
KADINLARIN KATLEDİLMELERİ SAVAŞTAN BETERDİR[1]
- 26 Nisan 2020