
KORONAVİRÜS SALGINI YANLIŞ KURGULU EKONOMİYE MÜDAHALEYİ ZORLUYOR
- 9 Mayıs 2020
- Güven Kaya
- Başlık; Türkiye
- 23
- Facebook30
- Twitter30
- WhatsApp360
- LinkedIn15
- Telegram0
- Paylaşım
08.05.2020 / ANAKARA
Dünya Aralık 2019’dan beri Covid-19 isimli küresel bir salgın hastalıkla mücadele ediyor.
Salgının ortaya çıkardığı birçok gerçek var. Bu gerçeklerden birisi de “Devletin yapısal kurgusunun uygunluğudur.” Salgın, bu kurgunun daha ziyade ekonomik modeli ile ilgili sıkıntıları ve sakıncalarını istismar etmiştir. Devletlerin işbaşında olan yönetimleri istismar edilen hassasiyetleri kriz anında gidermek için çeşitli çabalar içine girmişlerdir. Bazı devletlerin yönetimleri başarılı olurken bazıları ise sınıfta kalmıştır. Oysa bu kurgu ortalık yerde hiçbir sorun yokken, her türlü olumsuz şartları bertaraf edecek şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Böylesi hem daha az hasarlı hem de daha az maliyetli olur.
Geldiğimiz noktada “Devletler ekonomiye müdahale etmeli mi, etmemeli mi?” diye sormak gerekiyor. Bu soruyu şu şekilde sormamız da mümkün: devletler ekonomiye kriz anlarında niye müdahale etmelidir?
Burada müdahalenin sınırını belirlemek gerekir. En son yaşanmakta olan küresel salgın, bu sınırın nerelerden geçtiğini büyük bir oranda gösterdi. Bu sınırları çeşitli bilimler kendi terminolojileri ile elbette açıklıyorlardır ancak burada yapılmak istenen herkesin anlayacağı seviyede anlatmaktır.
Ekonomiye müdahale, daha ziyade, kapitalist/anaparacı veya özel sektörcü diye anılan modelde ekonomisi olan ülkelerde söz konusu olduğundan, “ekonomiye müdahale söz konusuysa, bu ancak anaparacı ekonomiler için geçerlidir” tespitini yapmakta bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Komünist model ile karma ekonomik/devletçi modellerde zaten devlet ekonominin içinde ve yönlendireni olduğundan bu müdahale aranır, beklenir, istenir boyutta değildir. O model zaten kendi kendini tamir edecek tasarımı içinde taşıyor demektir.
Halen daha devam eden Korona Virüs salgını sürecinde tüm dünyada görüldüğü üzere bazı anaparacı devletler ana hatlarıyla şunları gerçekleştirdi:
1. İşletmelere, büyüklüğüne veya kar edip etmediğine bakmadan, KREDİ olanağı sağladı. Kredilerde alt sınır ile üst sınır koyan da var koymayan da…
2. İşletmelerde çalışan ve emekçi konumunda olanların işten atılmaması için çeşitli yasaklamalar getirdi. Bu yasaklama için bazı devletler üç ay gibi sınır koyarken bazıları koymadı.
3. Bazı devletler çalışanların ücretlerini bir yıla varan bir süre için üzerine aldı.
4. Bazı devletler işletmelere sosyal güvenlik destekleme primi tahakkuk ettirmedi ve erteledi. Borcu olanları ise olduğu yerde tutarak başlangıç zamanını tam kapasite çalışma sürecine bıraktı. Bazıları ise primlerde indirim sağladı.
5. Bazı devletler vergi tahakkukunu erteledi, tahakkuk edilmiş olanları ise, verginin türüne göre, bir veya birkaç ay ödemesini erteledi. Bazı devletler, bazı işletme dallarının, bazı tür vergilerini ertelemedi ve tahakkuk ettirilmelerini istedi.
6. Bazı devletler kendilerince stratejik olan bazı şirketleri kurtarma yoluna gitti. Bunların belli bir yüzdesini alanların yanında tamamına el koyanlar da oldu.
7. İşletmelerin stoklarında bulunan tam mamullerin tümünü satın alan uygulamalar da görüldü.
8. Bazı devletler dışa sattıkları mallara satış yasağı getirdi. Kimisi buna bir süre koydu, kimisi ise koymadı veya ikinci bir emre kadar dedi.
9. Bazı devletler dışalımı kapattı. İç piyasada üretilenlerin devamlılığını ve tüketilmesini sağladı böylelikle.
Bu yapılanların sosyal devlet anlayışının içinde olup olmadığını tartışmak bu yazının konusu değildir. Kaldı ki tüm bunlar, devletin varlık nedeni olan ülke insanının, gereksinimleri için yapıldığı ortadayken, bunun sosyal devlet anlayışını uygun olup olmadığını tartışmak ancak kötü niyetlilerin yapacağı bir iştir. Bu aşamada şu sorulabilir: Zaten devlet halkından en başta vergilendirme yoluyla olmak üzere çeşitli araçlar üzerinden aldığı ve yine o halk için kullanmak zorunda olduğu parasal varlığı harcamıştır, bunu yapmayacaktı da ne yapacaktı? Bu soruya yanıt veremeyen devletlerin varlığını görmek de bu salgında mümkün oldu.
Bu bağlamda “sosyal devlet kavramı sadece kriz anlarında değil her zaman hatırlanmalı ve gündemde olmalıdır” demek gerekir.
Gelelim, hatalı davranan tüm devletler olan ve duyar gibi olduğum söylediklerinize:
1.Madem işletmelere kredi açacak veya açtıracak gücün var, o zaman ne demeye fahiş vergiler alırsın? Vergi oranlarını makul ve ödenebilir seviyelerde tut ve kriz zamanlarında ileri-geri yapma. Yardım etmek durumunda kaldığın insanlar kendi birikimleri ile o krizi atlatabilsin.
2.Madem SGK primlerini azaltabiliyordun ne demeye şirketlere çile çektirdin? Ne demeye maliyetlerin artmasına ve halkın daha pahalıya mal satın almasına neden oldun? Ne demeye SGK sistemine borçlu kurum, kuruluş, şahıs yarattın? Niye halkın birikim sağlamasına yönelik özendirici olmadın?
3.Bankalardan sağlanan ve çarpıcı isimler verilen destekleme kredilerinin faiz oranları bu denli düşük olabiliyorsa, ne demeye bunu başlangıçtan beri sağlamadın? Niye işletmelerin kredi yollarını açık tutacak şekilde düşük prim ve faiz oranları belirlemedin, işletmeleri devlete ve bankalara borcunu ödeyemez hale getirdin?
4.Maksadın ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi, “en büyük devlet” dedirtmek ve diz çöktürmek mi?
Bu tür soruları çoğaltmak mümkündür. Bu kadarı bile konunun anlaşılmasına yeterlidir.
Devam etmekte olan salgın sürecinde her insanın gözlemlediği gerçekleri ve konu hakkında aklından geçenleri belirttikten sonra tartışılması artık bir gereklilik olan “ekonomik modellerin” krizlere vereceği tepkiler o modele ne kadar uyum sağlar ve başarı oranı ile başarı sürekliliği ne kadardır sorusuna.
Ekonomik modelleri iyi bilenler her modelin bu tür sürece nasıl tepki vereceğini de zaten bilirler. Bilmeyen ise geniş halk kitleleridir. İşte, bu bilinmeyeni “ıslak adama” anlatır gibi anlatmayı deneyeceğim. Ancak yine de anlaşılmayan yanları olacaktır.
Bu tek taraflı konuşma esnasında akla gelebilecek soruları sıralamak gerekirse;
-Küresel salgın sürecinde, ekonomilere müdahale etmek kapitalizm ile uyuşur mu? Uyuşur ise neden uyuşur?
-Bu süreçte, yukarıda çeşitli örneklerini verdiğimiz devlet müdahalesi, komünist ekonomik model uygulaması mıdır yoksa insanların, aslında, komünist ekonomik modelin daha rahat, huzurlu ve bağışıklık siteminin daha güçlü olduğunu görmesinden dolayı komünist ekonomik modele kayışın ilk evresi midir?
Tam bu noktada, komünizm ve sosyalizm arasındaki farklılaşmanın temel nedenlerinden biri olan “üretim araçlarının tek elde toplanması ile üretim araçlarının dağıtılması arasındaki uygulamada hangisi daha iyidir” tartışmasına girilmeyeceğini belirtmek gerekir.
Aslında, yukarıdaki sorulara verilen asıl yanıt devletlerin kuruluş aşamasındaki tercihlerinde yatar. Her devlet kuruluş veya yeniden yapılanma aşamasında, devlet kurgusunun ve onun varlık nedeni olan milletin rahatlığını, huzurunu, mutluluğunu, ekonomik refahını, sosyal adalet gereksinimlerinin giderilmesi, hukuki adaletin, hak ve özgürlüklerinin sağlanması için birçok ögeyi dikkate alır. Bunlardan öyle üç tanesi vardır ki olmazsa olmaz veya “üçayak” diye nitelendirilebilecek olanlardır. Nelerdir bunlar, bakalım:
-Ekonomik model,
-Yönetim şekli,
-Yaşam tarzı.
Bu üç modelin ana alt unsurlarına bakmakta yarar var.
Ekonomik model
Komünizm: Her ne kadar çoğu kişi bunu yönetim şekli olarak sunuyorsa veya sanıyorsa da çok kötü yanılıyorlar. İlk durakları yıkamayacakları bir duvardır ve ona çarparak dururlar. Komünizm tamamen bir ekonomik modeldir. Üretim araçlarının bir elde -tercihen ve özellikle devletin elinde- bulundurulması ve ürünün hakça paylaşılması üzerine kurgulanmıştır. Ürün çeşidi ve miktarı az olan steplerde/bozkırda ve çeşitli nedenlerden dolayı kuşatılmış veya enterne edilmiş halde yaşayanların ekonomik modeli olarak ortaya çıkmıştır. Çok az olan ürünün topluma hakkınca paylaştırılması esasına dayanır. Bu modelde haksız kazanç deyimi yoktur. Haliyle sosyal devlet anlayışını destekleyen bir modeldir.
Devletçilik (karma ekonomi): Devletin, komünizmde olduğunun tersine, üretimin her boyutunda ve aşamasında olmaması ile açıklanabilir. Çok pahalı, stratejik önem arz eden, vurgunculuk oranı fazla olan üretim alanlarında -tercihen ve özellikle- devletin öncü veya tekel olması, diğer alanların kontrollü bir şekilde daha ziyade anaparacılara (özel sektör) bırakılması şeklinde kısaca açıklamak da mümkündür. Ancak çok sağlam tasarlanmış kontrol elemanları ile üretimin, piyasanın ve fiyatların kontrol edilmesi gerekir. Bu modelde haksız kazanca izin verilemez. Sosyal devlet anlayışını ciddi oranda destekleyen bir modeldir.
Anaparacılık: Nerdeyse tüm üretimin, ahlaksız olduğu savlanan ve esasında her seferinde ispatlanan sermaye babalarına bırakıldığı modeldir. Her kim ki ben bu modelde piyasayı kontrol ederim derse, bilin ki yalan söylüyordur. İstediğiniz kadar anti tröst, anti tekel yasaları getirin o yasayı uygulayacak olan da bir insandır ve anaparacılıkta esas olarak önce “insanların fiyatı” belirlenir. Kısacası toplum bunların insafına bırakılmıştır, piyasa üzerinde kontrol mekanizmaları yoktur, olamaz da. Ne demiştik, unutmayın, bu modelde önce insanın fiyatı belirlenir. “Satılık olmayan insan yoktur, yeter ki doğru rakamı söyle diye de bir yaklaşım” vardır ve bu yaklaşım tüm ahlaksızlığı ortaya serer cinstendir.
Bunların yanında ana paracılığın temelinde vergi kaçırmak; tahakkuk eden vergiyi ödememek, çok zor durumda kalındığında bunları takside bağlamak ve onu da ödememek; çok yüksek kar oranları yani bire mal edileni en az yüz katına, bin katına satmak, zaten bu yüzden sanayi üretiminde olmak; tüketilmesine gerek olmayanı bir şekilde tükettirmek, alınan kredileri ödememek gibi bu işin anayasası diyeceğimiz her türlü ahlaksızlık vardır. Hal böyle olunca, kapitalizmin sosyal devlet anlayışını desteklediğini söylemek mümkün müdür? Bazı ülkelerin yöneticileri şirket yönetir gibi ülke yönetmek arzusundadır. Devlet ve onu görevlendiren millet kimsenin malı değildir ve kişisel bir yönetim söz konusu olamaz. Anaparacı ekonomik modele sahip bir devlet kurgusu her an böyle bir açmaz ile karşı karşıya kakabilir.
Sosyal devlet anlayışını ekonomik modelden ayrı düşünmek konuya eksik bakmaktır. “Devlet vergisini toplar, yeri ve zamanı geldiğinde de sosyal devletin gereğini yapar” denebilir. Evet, derken kolay ama uygularken denildiği kadar kolay değil, hatta olanaksız. Vergi toplayamayan devletler ne yapacak kriz anlarında? Üç beş adet IBAN numarası vermek zorunda kalınabilir. Bildiğiniz üzere bu da gerçekleşti. Sosyal devlet anlayışı paranın kazanıldığı ekonomik modelden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, devlet kurgusu içinde yer alan herhangi bir ögeden de bağımsız düşünülemez.
Yönetim modeli
Cumhuriyet: Herkesin bildiği şekilde halkın kendini yönetmesini istediği insanları seçmesidir. Yargı, yasama ve yürütme kesin çizgilerle ayrılmıştır. Egemenlik kesinlikle o sınırlar içinde yaşayan bireylerin elindedir, kimseye verilmez. Ancak sandığa gidip kendisine gösterilen kişiye oy vermek cumhuriyet kavramına uygun değildir. Oy veren kişi kendisini en iyi şekilde yöneteceğine inandığı kişiye oy verebilmelidir. Mevcut siyasi partiler anlayışında bu mümkün değildir. Bu sistem “kişi hak ve özgürlüklerinin sağlanmasında” en önemli yeri tutar.
Meşrutiyet: Halk yönetiminin yanında bir imtiyazlı sınıfın veya (genelde) ailenin olması olarak karşımıza çıkar. Bu tür yönetim şekli artık simgesel konuma gelmiştir. Mesela hiçbir işlevi kalmamış olan İngiltere, Hollanda, Belçika, İsveç kraliyet ailelerinin varlığı gibi. Bunlar meşrutiyet gibi görünürler ama birçok cumhuriyet uygulamasından daha ileri seviyededirler. Yasama, yargı ve yürütme tamamen birbirlerinden ayrı ve birbirlerini denetler niteliktedir.
Mutlakiyet: Toplumun bir kral, zümre, aile, soy, parti gibi ilkel anlayış ile yönetilmesidir. Bu tam da özel sektör şirketlerinin yönetilmesi yöntemidir. Şirketin sahibi kimse onun dediği olur. Mutlakıyette otokrat, teokratik, oligark, askeri yapılanmalar ve yönetimler kendilerine alan bulur. Toplum ruhuna aykırı bir yönetim şeklidir. Çünkü insan haysiyetine aykırıdır. Yasama, yürütme ve yargılama tamamen bağımlı ve taraftır. Daha açık anlatımı ile böyle ülkelerde bu denilenler “tek ağız” ile yerine getirilir
Yaşam tarzı
Demokratik: Herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu ve aykırı dahi olsa tek oyun sahibine karşı hesap vermenin öne çıkarıldığı anlayıştır. Asla yönetim şekli değildir, yaşam tarzıdır. Oradan bir yerden gelen en cılız sese dahi kulak vermektir, eciş bücüş yazıya bile ne anlatıyor diye bakmak ve görmektir. Bu yaşam şeklinde herkes ve her şey değerlidir. Kim ne yapıyorsa diğerlerinin de bunu yapmaya hakkı vardır düşüncesi hâkimdir. O yapılanlardan rahatsız olacaksa kendisi de onu yapmama otokontrolünü insanlara aşılayan bir tarafı vardır. Aşı tutmayan kişilere karşı toplumca mücadele edilir. Demokratik yaşam tarzı insanların kolayca ulaşamayacağı bir yaşam tarzıdır. Çünkü bencilliği değil toplumculuğu öne çıkarır ve bunun için de etkili bir eğitim-öğretim sistemine ihtiyaç duyar. Yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı insanların kişisel bağımsızlıkları kadar önemli ve dokunulmazdır.
Faşizm: Kısacası kelle koparmaktır, ben dedim oldu anlayışıdır. Kimse hâkim otoritenin dediğinin dışına çıkamaz, çıkan olursa susturulur. Böylesi bir yaşam tarzında, pek tabi ki yasama, yürütme ve yargı tamamen bağımlı ve yandaştır.
Her devlet kurgusu, başlangıçtan itibaren yüz yüze kaldığı yaşamsal gerçekleri sonuca ulaştırmak zorundadır. Bu üç model içinden kurgusuna en uygun olanı seçmelidir.
Biraz beyin jimnastiği yapalım:
Yönetim şekli olarak cumhuriyet benimsenmiş ise yaşam tarzı olarak faşizm seçilemez. Çünkü cumhuriyet kavramında halkı yönetecek bir zümre veya küme yoktur. Cumhuriyet yönetim şeklini seçenler demokratik yaşam tarzına yönelir. Yönetim şekli olarak mutlakiyetçilik seçilmişse ekonomik model olarak komünizm uygun olabilir ama o yöneticilerin hırsız ve yalancı olmaması gerekir. Mutlakiyetlerde yalancı ve hırsız olmayan bir yönetim kadrosuna tarih henüz tanık olmamıştır. Çünkü zaten onlar yönetmeye çalmak için taliptirler. Mutlakiyetçi yönetim şeklinde demokratik yaşam tarzı söz konusu olamaz. Olsa bile o anki yöneticinin kişiliği ile alakalıdır, o ölünce yerine gelen aynı olacak diye bir kural yoktur.
Eğer bir devlet yönetim şekli olarak CUMHURİYETİ seçmişse, yaşam tarzı olarak DEMOKRASİYİ, ekonomik model olarak da KOMÜNİZMİ seçebilir. Bunlar birbirlerine uygundur. Bunun yanında CUMHURİYET, DEMOKRASİ ve DEVLETÇİLİK de oldukça uygundur, sorun çıkmadan yaşanabilir. İdealize edilmiş uygulamalarda CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ANAPARACILIK da uygun olabilir. Ancak çok güçlü piyasa denetim kuralları oluşturulmalı ve ödünsüz uygulanmalıdır.
Bir devlet yönetim şekli olarak cumhuriyeti seçerse, yaşam tarzı olarak faşizmi seçemez. Birbirlerine hiç uymaz. Ancak sahtekârların, diktatoryanın, teokrasinin iş başında olduğu bazı ülkelere baktığımızda altı şişhane, üstü gazhane uygulamalar görürüz. Suriye Arap Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti gibi…
İnceleyelim: Suriye Arap Cumhuriyeti demek Arapların öne çıkarıldığı bir yönetim anlayışı var demektir ve bir etnik öne çıkarıldığından cumhuriyet ile hiçbir ilgisinin olmadığı, diktatorya olduğu her halinden bellidir. Aynı şekilde İran İslam Cumhuriyetinde de İslam’ın, yani teokrasinin/din adamlarının, yani mutlakıyetin olduğu ve aynı anda cumhuriyetin olamayacağı açıktır. Benzer şekilde bir parti diktatoryasının hüküm sürdüğü Çin Halk Cumhuriyeti de, içinde her ne kadar halk geçiyorsa da, komünist partiye üye olanların ülkeyi yönettiği bir uygulamadır. Bu gibi cumhuriyet tanımlamaları insanları kandırmaya yöneliktir, itibar edilmemelidir.
1923 yılında tüm nitelikleri belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetim şekli olarak CUMHURİYETİ, yaşam tarzı olarak DEMOKRASİYİ, ekonomik model olarak da (daha ziyade) ANAPARACILIĞI/ÖZEL SEKTÖRÜ seçmiştir. Bunlar birbirleri ile uyumludur ama yukarıda bahsettiğim gibi çok güçlü denetim kuralları ile. Ekonomik model için Birinci İktisat Kongresi (Şubat 1923 İzmir) kararlarına bakmak yeterlidir. İktisat kongresinde özel sektörün teşvik edildiği ve öne çıkarıldığı görülecektir. Ancak iş beklenildiği gibi olmamıştır, yürümemiştir. Halk kendisinden beklenen sermayeyi çeşitli nedenlerden dolayı ortaya sürememiştir. Tam bu noktada dikkatleri bir noktaya çekmekte yarar var. Daha devletin yönetim şekli belli olmadan ekonomik model bir kongre ile belirlenmiştir. Bu önemlidir.
Bu arada dünya ekonomik buhranı patlamıştır. İktisat kongresinden tam on yıl sonra (1933), ülke devletçilik modeline geçmiştir ve asıl ekonomik büyüme ve atılımlar ondan sonra yaşanmıştır. Bu da taşların yerine oturduğunu göstermektedir. Derken dünya savaşı tüm dünyayı kasıp kavurmuştur ve aslında bu iki önemli olay, bu topraklar için DEVLETÇİLİK modelinin altını, ANAPARACILIĞIN ise üstünü çizmiştir.
Türkiye en kısa zamanda 1933 yılında deneyimlerle elde ettiği kurguya dönmek ve bununla yoluna devam etmek zorundadır. Halk istedi diye anaparacı ekonomik model uygulanamaz. Halk bunu istemiştir ancak bunu bilgisizce yapmıştır. Devleti yönetenler de işlerine böylesi geldiği için halkın isteğine karşı durmamıştır. Gelinen noktada aynı halk bu sefer “sosyal devlet” anlayışını da istiyor ama çelişkili davrandığının farkında değil. Nasıl olacak bu? Devletin kasasında para yok. O parasız devlet, kendine vergi ve SGK borcu olan anaparacı şirketlerden bunları tahsil etmediği gibi ya affediyor ya da kasada ne varsa yine bunlara aktarıyor. Sahi, nasıl olacak bu, ey halk?
Şu bir gerçektir ki anaparacı model asla sosyal devlet anlayışını desteklemez. Desteklediği zaman asıl maksadı olan karlılık işlevsiz kalır.
Kurguda uyum çok önemli bir ögedir. Bu üç ana etmen birbirleri ile uyum içinde olmak zorunda olduğu gibi o ülke sınırları içinde yaşayan toplumun yapısı ve coğrafya ile de uyumlu olmak zorundadır. Bu ülke için en uygun birleşimi özetlemek gerekirse CUMHURİYET-DEMOKRASİ-DEVLETÇİLİKDİR. Kriz anlarında ekonomik model olan devletçilik yerine komünizmi önerenler olabilir. Doğrudur. Ancak bu asansör değildir, bir aşağı bir yukarı gitsin. Ayrıca böylesi bir değişim yapısal sorunlara neden olur, diğer ögelerle arasındaki uyum bozulur. Ekonomik modeller, kriz anları hariç, uygulanmaya başladığında ilk meyvelerini 3-5 yıllık vadede vermektedir. Yerine oturması ise 15-20 yıllık bir süreyi almaktadır. Bu nedenlerden dolayı, kriz anlarında, daha “sıkı devletçilik” modeli bazı kapsamda kalıcı, bazı kapsamda geçici olarak uygulanabilir. En yaygın kullanımı ile sıkı devletçilik devletleştirme, toplum hayatını ilgilendiren ve vurgunculuğu sıkça yapılan ürünlerde tekelleşme olarak karşımıza çıkar.
Salgın sonrası kısa ve orta vadede, bazı ülkelerin yönetim, yaşam tarzı ve ekonomik model üzerinde değişiklikleri gideceğini değerlendirmek yanlış olmasa gerek.
Zaten ulus-devlet kavramına doğru bir yöneliş var. Ulus-devlet kavramı ekonomik model olarak ciddi bir devletçilik önerir. Bunun yanında yaşamsal önemi olan tüm ürünlerin, ne pahasına olursa olsun ülke içinde üretimini öne alır. Bunlar ayrı bir yazının konusu olacak kadar kapsamlıdır ancak bir sonuç olarak ortaya çıktığını ve bu sonucun yukarıda sözü edilen kavramlarla yakından ilgili olduğu açıktır.
Hits: 149
Bolşevik Devrimi ve Lenin’in Politikaları
- 8 Mayıs 2020
Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi
- 14 Mayıs 2020