
Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi
- 14 Mayıs 2020
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; MGM Tarih
- 5
Cumhuriyet Devrinde İç İsyanlar, 15. Bölüm
Daha önceki bir yazımızda, Milli Mücadele sırasındaki iç isyanları bir bütün olarak incelemiştik. Bu yazının çok uzun olduğu yönünde eleştiriler aldığımızdan Cumhuriyet dönemindeki iç isyanları ayrı ayrı yayınlamaya karar verdik ve buna uygun olarak ilk bölümde bu isyanlar hakkında genel bilgi verdikten sonra ortaya çıkan isyanları tarih sırasına göre 14 bölüm halinde yayınladık. Fakat yazımıza uzun bir süre ara vermek zorunda kaldığımızdan Cumhuriyet dönemindeki tüm isyanları ele alamadık. Şimdi, Cumhuriyet dönemi isyanlarını kaldığımız yerden incelemeye devam edeceğiz. Bu kapsamda ilk inceleyeceğimiz isyan, tüm isyan hareketleri arasında belki de en önemlisi ve ülkemizin bugüne kadar gelen gelişme süreci üzerinde bile etkisi olduğunu düşündüğümüz Şeyh Sait İsyanı olacaktır. Bu isyan, Cumhuriyet’in kurulmasının ardından yapılan inkılaplara karşı ortaya çıkan çeşitli direniş ve muhalefet hareketleri ile iç içe girmiş bir hareket olduğundan, konuyu Millî Mücadele dönemindeki muhalefet hareketlerinden başlayarak açıklamaya çalışacağız.
Millî Mücadele sırasında, bir yandan dış düşmanlara karşı mücadele edilirken bir yandan da iç isyanlarla uğraşılmış, bu durum zaman zaman mücadeleyi kaybedilme noktasına kadar yaklaştırmıştır. Bu dönemde önce iç isyanlar bastırılmış ve İstanbul hükümetleri ile mücadeleler başarı ile sona erdirilmiş, ardından da dış düşmanlar yenilmiştir. Bunun hemen ardından yeni ve modern bir devlet kurmak için bazı inkılaplar yapılmaya başlanmıştır. Fakat bu inkılaplar bazı yeni sorunlar ve iç karışıklıklar ortaya çıkarmıştır. Bu sorunlar ve karışıklıklar, yeni kurulan Cumhuriyet’e ve yapılan inkılaplara karşı ortaya çıkan siyasi ve toplumsal muhalefetten kaynaklanmıştır.
Aslında Millî Mücadele sırasında da Meclis’te bir siyasi muhalefet mevcuttur. TBMM’de, değişik siyasi görüşler etrafında gruplaşmalar meydana gelmiş ancak dış düşmana karşı verilen mücadele ön planda olduğundan bu gruplaşmalar sert çatışmalara dönüşmemiştir. Mustafa Kemal Paşa tarafından, kendisi gibi düşünenlerle birlikte bir Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulmuş ve çok farklı görüşlerden olan muhalif grup da ikinci grup adı altında bir araya gelmiştir. Bu dönemde muhalefet siyasi veya felsefi bir bütünlük oluşturmamasına rağmen, Mustafa Kemal Paşa karşıtlığı üzerinden birbirinden çok farklı dini, sosyal, siyasi ve kültürel altyapılara sahip insanlar bir araya gelebilmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa’nın Malta’dan dönen bazı yakın arkadaşları da bu muhalefet hareketine katılınca, mücadele daha da sertleşmiştir.
Mudanya Mütarekesi’nin ardından Millî Mücadele’yi başlatan ve yürüten lider kadro arasındaki fikir ayrılıkları iyice belirginleşmeye başlamıştır. Bu ayrılıkların bazıları kişisel sebeplerden kaynaklanırken, bazıları da yeni kurulmakta olan devletin alacağı şekil ve yönetim sistemi ile yapılacak yeniliklerde uygulanacak usul gibi hususlardaki anlaşmazlıklardan kaynaklanmıştır. Örneğin, saltanatın kaldırılması konusunda Mustafa Kemal Paşa ile bazı arkadaşlarının birbirlerinden oldukça farklı düşündükleri ortaya çıkmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, henüz hiçbir önemli inkılap yapılmadan kendisine ve yeniliklere karşı Meclis’te gösterilen muhalefetin, gelecekte yapılacak inkılaplara karşı daha sert bir direniş göstereceğini anlamıştır. Bunun üzerine, hükümet üyeleri ve Müdafaa-i Hukuk Grubu ile görüşerek milletvekili seçimlerinin yapılmasına karar vermiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu seçimde milletvekili olacak kişilerin, yapılacak inkılapları destekleyecek yapıdaki kişiler olması için gerekli her türlü tedbiri almıştır. Fakat yeni Meclis’te de çok kısa süre içinde bir muhalif grup ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise muhalefet meclis dışına da taşmış ve değişik bölgelerde bazı tepkiler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, bu muhalefet hareketine katılan eski arkadaşlarının Halife ile yakın ilişki içinde oldukları ve onu kendisi ile mücadelelerinde bir dayanak olarak kullanmaya çalıştıklarını düşündüğünden, 3 Mart 1924’te, TBMM’de alınan bir kararla halifeliğin kaldırılmasını sağlamıştır. Fakat halifeliğin kaldırılması ile birlikte muhalefet hareketleri, etkin dini grupların da etkisiyle, toplumsal boyutta daha fazla taraftar bulmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin ardından Refet (Bele), Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) Beyler Halk Fırkası’ndan istifa etmişler ve muhalif hareket giderek daha fazla kendini göstermeye başlamıştır. 17 Kasım 1924 tarihinde, Kazım (Karabekir) Paşa’nın da katılımıyla, ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur.
Her şeye rağmen, meclisteki muhalefet ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, yeni kurulan Cumhuriyet’in daha en başından itibaren çok partili bir demokrasiye evrilmesi açısından olumlu bir gelişmedir. Üstelik bu fırkanın kurucuları da aslında Cumhuriyet rejimine ve inkılaplara tamamen karşı olan kişiler değildir. Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile uyuşmazlıkları daha çok usul konularında yoğunlaşmaktadır. Ancak ülkedeki her türlü dini ve etnik kökenli rejim karşıtı hareketlerin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yerel teşkilatları altında toplanmaya başlaması, ortaya çıkan iç isyanlar ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı bazı suikast girişimleri, bu yeni partinin ve dolayısıyla ülkenin ve rejimin gidişatını köklü bir şekilde değiştirecek etkiler yaratmıştır.
Bu isyan ve suikast girişimlerinden en büyük etkiyi yaratan, Şeyh Sait isyanı olmuştur. Zaten Millî Mücadele’nin ardından ortaya çıkan direnişler ve isyanlar, Cumhuriyet’i kuran ve devrimleri yapan kadroda bir karşı devrim endişe ve korkusu yaratmıştır. Şeyh Sait İsyanı ise bu korkuları had safhaya çıkarmış ve yeni kurulan devleti ve onun yeni rejimini ciddi bir şekilde tehdit eder duruma gelmiştir. Böylece, 1925 yılı yeni kurulan Cumhuriyetin en bunalımlı yılı olmuştur. Bu sebeple tüm siyasi ve toplumsal muhalefet ve direniş odakları şiddetle tasfiye edilmeye başlanmıştır.
Görüldüğü gibi Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, 1925 yılı başlarında ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı, sebepleri ve sonuçları itibariyle yakın tarihimizin en önemli olaylarından biridir. Yeni kurulan Cumhuriyet idaresi, kendisine yönelen bu isyanı bastırmak için doğu vilayetlerinde geniş çaplı sıkıyönetim ilanında ve derhal harekete geçmekte tereddüt etmemiştir. Alınması gerekli önlemler ve isyanın algılanması konusunda Halk Fırkası, Fethi Bey hükumetini yumuşak bularak istifasını sağlamış ve yeni hükumeti İsmet Paşa kurmuştur.
Yeni hükumetin ilk işi Takrir-i Sükûn Kanunu ile Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu gündeme getirmek ve İstiklal Mahkemelerini yeniden devreye sokmak olmuştur. Şurasını belirtelim ki, Takrir-i Sükûn Kanunu, sadece Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasında kullanılmamış, İstanbul basınının ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası muhalefetinin susturulmasına yönelik bir tedbir olarak ülkenin tüm genelinde uygulamaya geçirilmiştir. Daha sonraları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve hatta İzmir Suikastı’na kadar uzanan olaylar zincirinde de isyan sonrasında gerginleşen siyasi ortamın etkilerini ve izlerini bulmak mümkündür. Böylece, savunma refleksi içine giren rejim iyice sertleşmiş, ülkede otoriter bir yönetim kurulmuş, tüm muhalefet susturulmuş, basına sansür getirilmiş ve muhalif gazeteler kapatılmıştır.
Eğer Şeyh Sait İsyanı meydana gelmeseydi, bunlar yaşanmayacağından, çok partili demokrasinin daha Atatürk hayatta iken ülkede yerleşerek güçlenebileceğini ve olgunlaşabileceğini, hatta Tüm Cumhuriyet tarihinin çok farklı olabileceğini iddia etmek, sanırım, yanlış bir iddia olmayacaktır. Çünkü Atatürk çok partili sistemden yana olduğunu daha sonraki bir tarihte kendi isteği ve desteğiyle Ali Fethi (Okyar) Bey’e yeni bir parti kurdurmasıyla göstermiştir. Bunun sonucunda 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş fakat İzmir’deki bazı kanlı olaylardan sonra ülkede yeni bir çatışma ortamının ayak seslerini duyan Ali Fethi Bey, 17 Aralık 1930’da SCF’yi feshetmiştir.
Bundan sonra, yeni bir partinin kurulması için 1945 yılına kadar, yani 15 yıla yakın bir süre boyunca herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya konjonktürünün değişmesinin de etkisiyle, 1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi ve 1946’da kurulan Demokrat Parti ile tekrar çok partili sisteme geçilebilmiştir. Bu gecikmede, Şeyh Sait İsyanı’nın önemli bir katkısı olduğunu anlaşılmaktadır. Hatta, Musul’un kaybedilmesi sonucunda sınırlarımızın bu günkü halini almasında da bu isyanın büyük bir etkisi olmuştur.
Şeyh Sait İsyanı, bu öneminden dolayı, birçok makale ve araştırmaya konu olmuştur. Uğur Mumcu tarafından kaleme alınan Kürt-İslam Ayaklanmaları kitabından Genelkurmay ATASE kaynaklarından yararlanılarak yazılan kitap ve makalelere kadar konu birçok boyutu ile ele alınmıştır. Bu kapsamda, Şeyh Sait ve isyana katılan diğer kişileri yargılayan Şark İstiklal Mahkemesi’nin savcılığını yapan Ahmet Süreyya (Örgeevren) Bey de bu olaydan yıllar sonra mahkeme ile ilgili hatıralarını yayınlamıştır.
Ahmet Süreyya Bey’in yazdığı eserdeki bazı kişisel değerlendirmeleri dışındaki açıklamalarının tamamının mahkeme zabıtlarına, dosyada mevcut vesikalara ve TBMM zabıtlarına dayanması açısından önemlidir. Ahmet Süreyya Bey’in anıları, ilk defa Dünya Gazetesi’nde 14 Nisan-26 Temmuz 1957 tarihleri arasında 90 günlük bir tefrika şeklinde yayınlanmıştır. Bu tefrika Osman Selim Kocahanoğlu tarafından düzenlenerek 2002 yılında Temel Yayınları tarafından kitap olarak basılmıştır. Bu kitapta, gazetedeki ara başlıklar yerine yeni bölüm ve ara başlıkları kullanılmış, bunun dışında tefrikanın metni ve dilinde bir değişiklik yapılmadan aynen yayınlanmıştır. Söz konusu tefrika ve kitapta bahsedilen konulardan Şeyh Sait’in yargılanması ile ilgili olan bölüm aşağıda da birkaç küçük düzeltme hariç aynen verilmiştir. Şimdi sizi yazarın anlatımıyla baş başa bırakıyorum.
“Şeyh Sait isyanı; 1843 tarihinden bu yana, Şark’ta çıkan (Bedirhan, Yezdanşir ve yine Bedirhanilerden Hüseyin Bey, Şemdinanlı Seyyid Abdullah isyanları) isyanlara benzemez. Milli duygu ve millî gayeleri bakımından benzerlikleri olsa da bunlar; derebeylik, yağma ve talan kokusu neşreden bir kasırgalı fırtına gibi esip geçmiş hadiselerden sayılmışlardı. Şeyh Sait kıyamı ise; bir sakin kış gününde dağların tepesinden kopup gelen bir çığ yuvarlandıkça cüssesi büyüyüp ağırlığı artan ve kütlesi büyüdükçe hızı çoğalan korkunç bir çığdır ve önüne geleni ezip yıkan içtimai ve siyasi bir afet olmuştur.
Ergani’nin Piran Köyü’nde[1] bir ihtilal hareketinin fiilen başladığını ilan eden silahın zehrini kustuğu 13 Şubat 1341 (1925) gününden pek az zaman sonra isyan bölgesi halinde tecelli eden sahanın birçok yerlerinde vukua gelen ayaklanmalar; beş, on gün zarfında Genç ve Elaziz[2] vilayet merkezlerinin işgali, Lice, Hani, Palu, Çapakçur[3], Kiğı vesaire gibi kaza ve nahiye merkezlerinin asiler eline geçmesi, aşiretlerin, köylerin büyük kısmının isyana iştiraki, bu isyanın çok zamanlardan beri iyi işlenmiş bir hazırlık devresi geçirmiş yıkıcı bir ayaklanma olduğunun kesin bir delilidir.
Emlr-ül-Mücahidin unvanını takınan Şeyh Said’in: “Ben, bu hareketin ne önünde, ne de ardındayım .. Herkes gibi içindeyim.” diyerek başında bulunduğu ihtilal hareketinin, tasmim, karar ve hazırlık devresinden habersiz olduğunu söylemek istemiş olmasına rağmen, bunun aksi, biraz sonra arz ve izah edeceğim sebeplerle, vaktinden biraz evvel vuku bulan hareketin devamı boyunca, bizzat kendisinin sevk ve idare ettiği silahlı asi kuvvetlere verdiği yazılı emirler gerek ilk soruşturmalarda ve gerekse mahkeme huzurundaki ifadeleriyle açığa çıkmış bir hakikat halinde görülecektir.
Asi Şeyh, sorgusu ve kendisiyle yaptığım resmi sorgu dışında konuşmalarda neler söylemişti? Sırası gelince daha geniş ve mufassal bir surette vereceğim malumat ve izahattan önce, okurlara bazı hususatı arz edelim. Ona ilk sorduğum sual şu idi:
“Piran’a gitmek için yola çıkmazdan önce nerelere gittiniz ve kimlerle görüştünüz?”
“Piran’da bulunan ceddimizin kabrini ve köyümü ziyaret etmeğe karar verdikten sonra, hareketimden biraz evvel bazı mahallere gitmiştim.”
“Nerelere gittiniz?”
“Daha evvel müridan ve muhibbana haberler saldım. Genç vilayetindeki bazı mahallere de uğradım. Ve o civardaki aşiretler rüesası ve bazı beyler ve ağaları da ziyaret etmiştim.”
“Mesela kimleri ziyaret ettiniz, isimlerini söyler misiniz?”
“Müridan ve dervişandan olanların hangisini söyleyeyim, çoktur. Bazı aşiretleri ve beyleri de ziyaret ve iade–i ziyarette bulundum. İsimlerini saymak güç olur.”
“Pekâlâ… Piran’a giderken, sonradan vuku bulan, malum harekât hakkında bir düşünceniz ve bir kararınız yok muydu?”
“Hayır .. Maksadım ve kararım yalnız ziyaretten ibaretti.”
“İsyan nasıl zuhur etti? Bu hususta daha önce hiçbir şey düşünmemiş miydiniz? Size bu iş için hiçbir taraftan hiçbir teklif yapılmamış mıydı?”
“Evvel, ahir söylediğim gibi ben sadece din ve şeriat ahkamının terkedilmiş olmasından müteessirdim. Onun tatbikini isterdim. Ne etmeli diye düşünürdüm her vakit.”
“Sonra nasıl bir karara vardınız?”
“Henüz bir kararım yoktu. Bazı zevat ve ulema ile görüşüp karar verseydik iyi olurdu derdim.”
“Kararsız, hazırlıksız olarak böyle büyük, kanlı, silahlı bir kıyam ve hareket kendiliğinden olur mu?”
“Belli olmaz. Piran’daki vak’a sebep oldu buna …”
“Hangi vak’a?”
“Bir jandarma müfrezesi ziyaret kafilesi içinde bulunan iki kişiyi yakalamak istemiş. Onlar da bir haneye girerek teslim olmamışlar, silahla mukabele ederiz demişler. Bunun üzerine müfrezenin başındaki zabit efendi bana geldi. Bunlara siz söyleyiniz, teslim olsunlar dedi. Ricasını kabul ettim, gitti. Sonra o adamlara haber gönderdim. Teslim olmayız. Biz ant içmişiz demişler. Zabite söyledim, rica ettim. Bunlara dokunma ziyaret esnasında diye .. O da kabul etmedi. Sonra silah patladı, bir nefer vurulmuş, diğer jandarmalar da tutulmuşlar. İşte bu vak’a üzerine, oldu bu hadise.”
“Fakat, Şeyh Efendi hazretleri! Vak’a bundan ibaret değil ki. Sonradan günlerle, aylarla devam eden, vatanın mühim ve büyük bir parçasında yüzlerle binlerle insan kanının dökülmesine sebep olan koskoca bir isyan vuku buldu ve siz bu asilerin başında kumandan idiniz. Bu isyana Piran’daki zabıta vakası kâfi bir sebep olabilir mi?
“Jandarmalarla hükumet tarafından aranan şahıslar arasında vuku bulan çarpışmadan sonra ben artık köyde kalmadım, döndüm. Yolda, esnayı avdette, kafileye birkaç kişiler iltihak ederek galeyan gösterdiler ve sonraki hadise bu yüzden oldu.”
“Pekiyi… Siz de onlara uydunuz ve başlarına geçtiniz, işi yani isyanı büyütüp genişlettiniz öyle mi?”
“Yoh .. Onlar çoktu ve silahları da vardı. Beni dinlemiyorlardı ki…”
“Şu hâlde siz de onları dinlemeyerek bırakıp geldiğiniz yere, Hınıs’a gidebilirdiniz. Ama siz böyle yapmadınız, onların başına geçtiniz ve Emir-ül-Mücahidin unvanını aldınız, onlara amir, kumandan oldunuz demek?”
“Yoh .. yoh. Onlar beni zorladılar. Ben de kaderim olarak onların içinde bulundum. Ben bu işin ne önünde ne de ardındayım. Herkes gibi içindeyim Müddeiumumi bek.”
Şeyh Said bu yolda ifadede bulunurken, hafif mütebessim idi. Ve yarı beşuş bir siması vardı.
Küçükçe, parlak, siyah gözleriyle yüzüme bakarken adeta: “Bunları bana ne soruyorsunuz her şey ortada, gizli, kapaklı kalan tarafları ben nasıl söylerim?” der gibi görünüyordu.
Şeyh Sait ile gayri resmi, yani Şark İstiklal Mahkemesi’nin Müddeiumumisi sıfatı ve selahiyetimi bir yana bırakarak birçok konuşmalarımız oldu.
Maznun Şeyh’in suçunu mahkeme huzurunda iddia ve ispat için eldeki dosyada bulunan ilk tahkikat evrakı mündericatı, maznunun el yazısını ve imzasını, hususi birçok emirler, nasihatler ve tedbirler alınmasını emreden vesikalar, bunların başka daha birçok şahısların ve tali kumandanların Şeyh Said’e yazmış oldukları harb raporları mahiyetindeki mektuplar, muhtelif mahallerdeki durumlara dair haberler veren ve bazı talepler ihtiva eden diğer yazılı vesikalar, şahitler lüzumundan fazlaydı.
Ben, maznun Şeyh ile yaptığım birçok konuşmaları, onun benim resmiyet dışındaki şahsiyet ve insani duygu ve dürüstlüğüme karşı, her ne sebep ve mülahaza ile olursa olsun, gösterdiği itimat ve emniyetten faydalanarak ondan öğrenebileceğim bazı hakikatleri zamanında milletime ve milli inkılap ve ihtilal tarihimize arz ve tevdi etmek maksadıyla yapıyordum.
Hatta bir gün konuşma esnasında kendisine: “Şeyh Efendi hazretleri, dedim. Sizinle bir şahsi ve hususi musahabetimizde bana tevdi edeceğiniz bazı sırlar bile olsa, sizi kasemle, namusumla ve vicdanımla samimen temin ederim ki, onları mahkemede hakimler huzurunda beyan ve iddia etmem. Bundan katiyen emin olunuz ve buyurunuz, şimdi birer sigara içelim.”
Şeyh Sait, başını, tasdik manasında hafifçe sallayarak:
“Müddeiumum bek! Sizden eminem ve razıyem. Teşekkür ederem, sigaranızı alayım. Lakin, şimdi içmem, ahşama.” dedi.
Sebebini sordum:
“Bugün saimem.[4] İftarda içerem.” cevabını verdi.
Başka bir gündü. Kendisine yine sigara ikram ettim. “Çay veya kahve mi içmek istediğini” de sordum.
Bu sefer Şeyh Efendi sigarayı alıp tellendirdi ve gülerek: “Bugün saim değilem. Seferiyem[5]. Bir çay beraber içeriz teşekkür ederem, siz sağ olasız.” dedi.
Çaylarımızı içiyorduk, kendisine sordum ve şöyle dedim:
“Sizin muhakemenizin sonunda heyeti hakimenin vereceği karara hiçbir tesir yapmayacağına emin olmanızı rica ederek sizden bir cihetin tenvir edilmesini istiyorum. Piran ziyaretine gitmezden önce bu hareketinizden kimseye haber vermemiş miydiniz? Mesela oğullarınızdan birine, biraderlerinizden birine, en yakın dost ve müttefiklerinizden bazılarına bu kıyam ve hareketinize dair hiçbir şey söylememiş, hiçbir talep ve ricada bulunmamış mıydınız?”
Bu sualimin, Şeyh tarafından samimiyetine inanılacak tarafı olmadığını ben de düşünmüştüm. Şeyh bu suale nasıl doğru cevap verebilirdi. Sonra ben, ne de olsa bir müddeiumumi idim. Gerçi konuştuğumuz sıralardaki söylediklerini bir ifade olarak zapt etmiyordum ama Şeyh daha önce verdiği bütün mazbut ifadelerinde bu noktayı katiyen gizli tutuyor, hatta hadiseyi o kadar kendiliğinden oluvermiş gibi göstermeğe çalışıyordu ki; usatın başkumandanı, kendi kendine takındığı unvan ile: Emir-ül-Mücahidin olduğunu da unutarak “Ben vak’anın ne önünde ne de ardındayım. Herkes gibi içindeyim.” demekte ve bunun da bir kader meselesi olduğunu söylemekte gayet ciddi bir surette musır bulunuyordu.
Şeyh bir an dikkatle yüzüme baktı ve hemen başını öne eğerek daha uzunca bir müddet düşündü ve nihayet:
“Şeriat hükümlerinin hükumetimiz tarafından tatbik edilmesini temin etmek düşüncesi; benim başımda yaşayan bir fikir ve arzu idi. Bunu icabında söylemekten de ihtiraz etmezdim. Fakat böyle olsun diye kimseye bir şey söylememişem.”
“Nasıl olsun diye? Anlayamadım Şeyh Efendi.”
“İşte bu isyan denilen vak’aya ait bir kavil ve karar olmamıştı.”
“Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit size kıyam için teklifte bulunmuşlar ve Bitlis’deki askere ait cephaneliği ele geçireceklerinden falan da bahsetmişler. Yusuf Ziya size de gelir, gidermiş. Muşlu Nuh Bey falan da böyle bir hareket taraftarı imişler. Siz bunlardan haberdar olduğunuzu da inkâr etmemişsiniz ya.”
“Onların fikri, davası başka idi.”
“Ne gibi bir dava?”
“Kürdistan davası. Kürt hükumeti kurmak istediklerini Yusuf Ziya Bey’den duymuşem.”
Bu bahsi daha genişletip derinleştirmekten bir fayda umulamazdı. Şeyh Efendi kendinin apaçık meydanda olan ihtilal hareketlerinin Piran’a ziyaret seyahatinden önce tertip ve tasmim edilmiş olduğunu bile katiyen ve külliyen inkâr ediyordu. Nerede kaldı ki, Kürtlük davasında müşterek ve hemfikir olduğunu söylesin bana.
Sözü burada kesmek üzere asi Şeyhe dedim ki:
“Şeyh hazretleri! Ben şahsen size cidden acıyorum. Size uyan zavallı, masum insanlara da çok acırım. Onlar, siz büyüklerine uymuşlar. Size gelince; siz de yaşlı başlı, on evlat sahibi bir ihtiyarsınız. Ve şahsen öyle anlıyorum ki, işlediğiniz fiil ne şer’an ve ne de aklen caiz olan bir fiil değildir. Nasılsa ihtiyar etmiş bulunduğunuz hareketin avakıbını görerek çok nedamet etmiş olduğunuza kaniyim. Benim elimde olsa sizi bir kaleye kapatır ve orada uzun ömürlü olarak yaşamanızı isterdim. Bu suretle gelecek günlerde, cumhuriyet idaresinin bu vatan ve millete sağlayacağı hayırlı hizmetleri ve büyük faydaları görmenizi çok arzu ederdim.”
Şeyh sözümü kesti ve derin bir tevekkül ve inanç içinde;
“Sizin kâmil iman sahibi bir Müslüman olduğunuza kanaatim var. Merhametinizden de eminim. Şu hâlde bizi affetmek olmaz mı?” diyerek niyazkar bakışlarla ağzımdan çıkacak cevaba intizar ediyordu.
Cevap verdim:
“Ben, Şeyh Efendi hazretleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin salahiyeti kazaiyesini bilfiil istimal ve icraya mezun ve memur olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin kanunla mukayyet olan hukuk esas ve kaidelerine riayete mecbur, muayyen salahiyetli ve mesul müddeiumumisiyim. Bir maznunu, bir suçluyu af için hiçbir salahiyetim yoktur. Hatta mahkemede dahil böyle bir yetki mevcut değildir. Size yalnız şunu katiyetle temin edebilirim. Mahkememizin adalete ve kanuna riâyetkar olduğuna inanınız. Kanun ve adalete muhalif hiçbir muamele olmaz, haksız bir karar verilmez.”
Emir-ül-Mücahidin’in benzi geçer gibiydi. Hafifçe titreyen dudaklarını biraz burktu ve:
“Ben, dedi adalet istemiyorum. Merhamet, atıfet, af istiyorum. Adalet tatbik olunursa benim halim nice olur? Ben, sizin buyurduğunuz gibi uzak bir mahalde, bir şehirde ikamete memur kılsalardı. Onu isterdim.”
Şeyh Sait, ihtiyar ettiği cinayetin hıyanet ve leametini takdir ettiğinden ziyade, adalet huzurunda tecelli edecek akıbetini tamamen idrak etmiş görünüyordu. Onun pek az ve pek zayıf gördüğü bir tek ümidi vardı; İsyanın daha önceden tasmim (planlama) edilmiş olmadığını herkese inandırmak. Şayet buna muvaffak olursa kendisinin de takdir ettiği kanunen muayyen olan akıbetten kurtulabileceğini sanıyordu.
Halbuki elde edilmiş bir sürü vesaik, kati deliller ve karineler isyanın yıllarca devam edegelmiş telkinler, tertipler, din, şeriat duygu ve akidesine hitabeden propagandalar ve tahriklerle masum halkı gaflet ve delalet içine sürükleyerek bir Kürdistan hükumeti tesis etmek maksadından başka bir hedefi olmadığını ispata kâfi bir derecede idi.
Asi Şeyh’in, Piran ziyaretinden önce tasarlamış olduğu isyana dair hiçbir kararı olmadığını iddia ve ısrarla beyan etmesine mukabil ise elde bulunan 17 Kanunusani 1341 (Ocak 1925) tarihli bir vesika başlı başına onu tekzip eden bir hüccet idi. Vesika Şeyhin kendi el yazısını ve imzasını göstermektedir. Şeyh Sait mektubunda şöyle demektedir:
“Hulefayi Sebtiyye-i Halidiyye-i Nakşiyye’den reşadütlü Şeyh Mustafa Efendi’nin mahdumu aliyyel kaderleri reşadetlü Şeyh Şerif Efendi’ye. Reşadetlü Şeyh Efendi Hazretleri. Mahsusen selam ve dualar eylerem. Sıhhat ve afiyetinizin iş’ariyle memnun ve mesruren müteşekkir oldum. Yarın bihavlihl ve meşiyyetihi teala (Sibsur’a) (Abunur’a) (Analu’ya) ve andan (Zeyneb’e) geleceğim. İnşallah Zeyneb’de zatınızla mülakat hasıl olur. Mühimmen imkân-ı sükûnet ve itminan matlubumdur. Bakalım takdir-i Cenab-ı Rabbül İzze Celle Celalehü ne surettedir ve neler zuhur eder ve biz de behemehâl Allah Teala’nın zuhuratına tabi olacağız. Hüseyin Efendi gayrin kısrağı olan hayvanı sahibine teslim eylesinler ve paralarını Hanikliden alsınlar ve bir miktar emanetlerin (Kiğı)dadır. Serian celp ettirmek lazımdır. Vesselamaleyküm ve ana men ittebea’l hüda.
1 7 Kanunusaniyül-mer’i 1341
Nakşibendi Mehmed Said PALEVİ”
Görüldüğü üzere, isyan reislerinden olan Şeyh Şerif’e yazılmış olan bu mektubun tarihi 17 Kanunusani (Ocak)’dir. Piran’da jandarmaların öldürülmeleri, yaralanmaları ve esir edilmeleri hadisesi ise 13 Şubat’ta vuku bulmuştur. Hesapla anlaşılacağı üzere, Şeyh bu mektubunu Piran vakasından 27 gün evvel yazmıştır.
Mektupta bahsedilen “Sibsur, Ab-ı nur, Analu, Zeynep köy ve mahallelerin isimleridir. Şeyh Said’in isyana ve harekete hazır olmalarını telkin ve ihtar için Piran ziyaretinden evvel gezdiği bölgeye dahil yerlerdendir. Şeyh Şerif’e, kendisinin varışından önce itminan içinde sakin sakin oturulmasını emretmektedir. Kiğı’daki emanetler ise Şeyh Şerif’e tahsis edilmiş silah ve cephanelerdir.
Ondan sonrası için de Allah’ın takdirine göre zuhur edecek vaziyete uyulacağını bildirmektedir. Çünkü Şeyh Şerif çok cahil ve mutaassıp bir adamdır. Onun da dini hissiyat ve dini mukaddesata uygun sözlerle bağlamak en münasip bir hareket ve emir tarzı olacağı da tabiidir.
Şeyh Said’e, bu mektubunu göstererek isyanın Piran ziyaretinden önce düşünülmüş ve kararlaştırılmış bir şey olduğunu söylemek istemedim. Nasıl olsa bütün vesikalar muhakemesi esnasında okunacak ve gereken sualler sorulacaktı. Hatta benim düşünceme göre, bu vesikanın ve buna benzer, yani Şeyhin inkâr veya ısrarla kertmemekte bulunduğu veya hal olunacağı, vesikaların mahkemedeki sorgu sırasında bile en sonra okunması sanığı beklemediği bir kesin delil ve vesika karşısında inkâr veya sakladığı hususlar hakkında, açık itiraflara mecbur edebilirdi.
Şeyh Sait ile duruşmaları birlikte yapılan ve sayıları sekseni (80’i) geçen sanıklar kümesi içinde bulunan Vartolu Binbaşı Kasım Bey’den maada bütün suçlular gibi, Şeyh’in büyük bir inat ve ısrarla inkâr veya saklamakta devam ettiği iki hakikat vardı:
1- Kürtlük davası gütmediği.
2- Piran ziyaretinden evvel, başkumandanlığını yaptığı isyanın musammem ve mürettep olmadığı hususları.
Gerçi asi Şeyh’ten önce idam edilen Seyyid Abdülkadir ile birlikte muhakeme edilmiş ve onunla beraber asılmış olanlardan Kör Sadi ve Kemal Fevzi ile, idam sehpası altında, “Yaşasın Kürtlük mefkuresi, yaşasın Kürt hükumeti!” diye bağıran, Diyarbakırlı Hacı Ahti namı diğeri Mehmet Tevfik de isyanın Kürtlük ve Kürt hükumeti davası olduğunu açıkça söylemişlerdi. Fakat, Şeyh Said, isyan harekâtına dair hemen her şeyi bilindiği gibi söylemekten hiç çekinmediği halde, biraz evvel bahsi geçen iki nokta hakkında gayet ketum olmayı biran terk etmiyordu.
Bunun sebebi ne idi? Kanlı, müthiş, geniş bir sahaya şamil, aylarca, inatla sürmüş bir isyan olmuştu. Şeyh Efendi onun başında ve diğer reisler onun emrinde harp ediyordu, şehirler, kasabalar zapt ve işgal olunuyor, devlet askerine düşman askeri deniliyor, işgal edilen şehir ve kasabalara; memurlar, kumandanlar, müftüler nasb ve tayin ediliyor, esirler alınıyor, hapisler ve tevkifler yapılıyor ve bunların hepsi de Şeyh Said’in emir ve tasvibiyle oluyordu! Fakat; bütün bunları ifade ve itiraftan çekinmeyen Şeyh Said, o iki hakikati ne için açıklamamakta idi?
Benim, kat’i kanaatime göre bunun sebebi şundan ibaretti: Şeyh Said nasıl olsa mahkûm olacaktı. Kanunun çarpacağı ceza da idamdan başka olmazdı. Ancak, o iki nokta, iki hakikat mahkemece kat’i olarak tespit edilemezse belki zayıf bir ihtimal de olsa idam cezasından kurtulurdu ve belki de idama mahkûm edildikten sonra bir merhamete ve atıfete mazhar olarak cezası değiştirilir ve hafifletilirdi. Nitekim bu yoldaki arzusunu şahsen bana, müddeiumumiliğim sıfatıyla ve mahkeme azasından Ali Saip (Ursavaş)’a söyleyip durmuştu Şeyh Said. Bundan başka, bir ihtimal, bir düşünce daha hatıra getiriyordu; o da Şeyh’in büyük bir komitacı ve ihtilalci, idealine sadık bir adam olması keyfiyeti idi.
Şeyh Saide sormuştum:
“Piran’da hadis olan jandarma vakasından sonra oradan ayrıldınız, nereye gittiniz?”
“Darahini’ye[6] doğru.”
“Yollarda hiçbir yere uğramadınız mı? Kimlerle buluşup görüştünüz yol uğraklarında?”
“Tabii uğradık, konakladık. Piran’dan sonra uğradığımız yerlerden belli başlı Picar nahiyesinin Hakik karyesinde kaldık. Orada ne yaparız diye düşünmek mucipti.”
“Neler düşündünüz, neler yaptınız orada?”
“Askerimi nizama koydum. Nasihat ettim. Halka zarar vermiyeler diye. Darahini’ye hareket edildi. Kupar karyesine[7] (köyüne) vardıkta Darahini’nin oradakiler tarafından işgal edildiği haberini aldım. Şehre Şubat’ın on altıncı günü gecesi vasıl olundu.”
“Orada ne yaptınız, mahalli hükumet ne olmuştu? Asker, jandarma yok mu idi orada?”
“Hükumet vardı, ama bir vazife görmüyordu. Böyle olmaz diye sabahleyin ahaliyi toplatarak vaaz ve nasihat ettim. Mahpusin (mahpuslar) serbest olmuşlardı. Jandarmalar esir tutulmuşlar. Mutemedim olan birini inzibata memur kıldım ve maiyetine de jandarmalar verildi. Asayiş temin olunmak için.”
Sustu..
Ben, sordum;
“Hepsi bu kadar mı? Vali, hükumet memurları ne olmuşlardı, hapiste olanları kim bıraktırmış ve onlar nereye gitmişler diye bir şeyler sorup öğrenmediniz mi?”
“Siz bunları bilirsiniz. Elbet haberleriniz var. Vali esasen vilayet yapan bir zat değil. Onunla, asker şube reisi mevkuf oldular. Eski Müftü Hacı İlyas Efendi’yi fetva vazifesine koydum. Bankanın paraları yağma olur diye Yusuf Ağa hanesine naklolundu. Biz oraya vardığımızda mal sandığını boşaltmışlar.”
“Memurlar ne oldu?”
“Bize sadık olanlar işlerinde kaldılar. Diğerleri çekildiler.”
“Demek Darahini siz oraya varmazdan evvel mahalli bir ayaklanma ile ahali tarafından işgal ve hükumet zaptedilmiş.”
“Evet. Öyledir.”
“Siz oradan sonra kıyamın idaresine el koydunuz demek.”
“Ya. Öyle olmuştu. Kader. Tecelli öyledir. Darahini, Genç vilayetinin merkezi olan şehirdir.”
“Şeyh hazretleri! Bu vakaların hepsi hükumet ve mahkemece malumdur. Bununla beraber zatıalinize bir şey daha soracağım.”
“Buyurun efendim.”
“Harekât fiilen başlamış, orada, burada silahlı kıyamlar birbirini müteakip zuhura gelmiştir. Siz de Darahini’de bunların hepsine veya bir kısmına muttali oldunuz ve bu hareketin sevk ve idaresini de deruhte etmeğe, diyelim ki mecbur kaldınız. Ondan sonra muhtelif semtlere kimleri kumandan veya idare memuru tayin ettiniz? Bizim bu husustaki mevcut malumatımıza uyar mı, uymaz mı diye sizden bu hususu da öğrenmek muvafık olur.”
“Pekâlâ… İnşallah doğruyu söylerim. Melikanlı Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif, Çan şeyhleri Şey İbrahim ve Şeyh Hasan ilk kumandanlar olmuşlardı. Daha çoklar kendilerini kumandan yapmışlardır.
Darahini’den sonra iş büyüdü ve karıştı. Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif ve diğer şeyhler işe başlarlarken bir taraftan da ahali ve aşiretlerle geçit mahalleri, boğazlar da tutulsun diye karar verildi.”
“Sonra Şeyh Efendi? Sonra nereye gittiniz?”
“Darahini’den ayrıldım. Orada üç gün kalmıştık. Lice’ye giderdik, yolda iken Hani nahiyesinin de alındığı haberi bana ulaştı. Ondan sonra bizi, ümidimizi artıran haberler cesaretlendirmiştir.”
“Bunlardan başka, evvel ve ahir başka kumandanlar ve memurlar tayin edilmedi mi?”
“Öyle oldu. Yapıldı idi. Demiştim ki, Palulu Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Şerif Elaziz cephesine Fakih Hasan (Hasan Fehmi)’ı Darahini mevki kumandanlığına vermiştim. Bunlardan sonra Lice kaymakamlığına Sadullah Bey oğlu Hacı İbrahim Bey tayin edilmesi münasip görüldü. Arduşin[8] nahiye müdürü, Arduşinli Mahmut Bey ise bizimle beraber olan rüesanın ailelerini muhafazaya memur edildi. Madenli Kadir Bey Maden’e inzibat kumandanı oldu. Maden’de kaymakam; Osman, tahrirat kâtibi; Hamdi, zabıta memuru; Ali, takım kumandanı; Harun Efendiler hizmet aldılar. Bunlar bizim adamlarımızdan idiler.”
Şeyh Said, sorgusu ve hususi konuşmaları esnasında iddia makamının öğrendiği hadise ve olayları saklamıyordu. Bir nokta müstesna olarak. O nokta da hadisenin musammem ve mürettep oluşu ve hakiki gayesi idi.
Fakat; Mücahitler Reisi olan Şeyh, yalnız biraz evvel yazdığımız işlerle kalmamıştı. Nasb ve tayin ettiği memurlar, kumandanlar ve zabitler için şöyle buyrultular da çıkarmıştı:
“Rütbesi Esami Binbaşı Fakıh Hasan Efendi.
Yüzbaşı Ali Avni Efendi.
Mülazımevvel Mehmet Mihri Efendi.
17 Şubat 1341 tarihinden itibaren balada esamisi muharrer zevat vazifelerine mübaşeretleri için yedlerine işbu buyuruldu ita kılındı.
16/1 7 Şubat 1341
Emir-ül-Mücahidin Mehmet Saidül Nakşibendi”
Başkumandan olan Şeyh Efendi halkın malları üzerinde tasarruf emirleri de vermeğe lüzum görmüş ve harp tekalifi emirleri gibi emirler de, vermeğe başlamıştı. Aşağıda sureti yazılı bir vesika; bunu göstermektedir. Bu vesika; Şeyh ile birlikte ele geçirilen Darahini mevki kumandanı Fakih Hasan’ın cebinden çıkan defteri arasında bulunmuştur.
“Biraderim Şeyh Abdürrahim Efendi’ye Bozian’da Emiranlı bir Kürtle Diyarbekir efendilerinden birisinin karışık ağnamı varmış. Kendisine yemin ettirilip, itimadını haiz olan Zülfi’ye kanaat hasıl oldukta efendinin ağnamını mücahidinin iaşesine tahsis ediniz.
28 Şaban 343 Emir-Ol-Mücahidin Mehmet Said El-Nakşibendi”
Kardeşine karşı Emir-ül-Müciihidin unvanını kullanmayarak Hadim-ül-Mücahidin olarak görülen Şeyh Said’in bu emrindeki 28 Şubat 341 günü, 22 Mart 1341 tarihine tesadüf eder.
Görülüyor ki; 7/8 Mart 1341’de Diyarbakır’a yaptığı taarruzda muvaffak olamayan ve emrindeki asilerin oraya buraya dağılmaya başladıklarını gören Şeyh, artık Emir unvanını Hadim’e çevirmeğe mecbur olmuştur.
Halbuki Şeyh Said’in ilk muvaffakiyetsizliği olan Diyarbekir hücumundan önce bütün yazılı emirlerinde ve diğer hususata ait mektuplarında kullandığı unvan, pek azametli ve ifadeler ile emirler pek kat’i olarak görülür. Bakınız bir numune:
“Harput Cephesi Kumandanı Şeyh Şerif Efendi’ye;
Daraineli Mehmet oğlu Ali ve Diyabüklü Süveyş oğlu Hasan nam kimseler Harput’tan gelecekler. Bir kimse tarafından silahlarına ilişik edilmeye vesselam.
16 Şubat 1341
Emir-üt-Mücahidin Mehmet Said El-Nakşibendi “
O günlerde Mücahitler Emiri’nin kumandanları da çok azimli ve faal görünüyorlar. Cephelerin elde edilen şehir ve kasabaların birbirleriyle çabuk haberleşmelerini temin için telgraf vasıtalarını da ihmal etmemektedirler. Bunları daha önce kendileri kesmiş ve tahrip etmişlerdi.
Hükumetin ve ordunun kıtaat ve müfrezelerle muhabere irtibatını yok etmek için isyanın ilk gününden sonra geçen beş, on günü müteakip bu vasıtalar kendilerine lazım olmuş bulunuyordu. Çünkü isyan sahası çok genişlemiş ve asi kıtaları birçok yerlere dağılmış, kendilerinin harp dedikleri isyan ve ihtilal kıtaları cepheleri de çoğalmıştı.
Palu, Darahini, Lice, Çapakçur, Vartu, Hani, Kiği, Osmaniye, Maden, Elaziz, Siverek, Diyarbekir vesaire gibi birbirinden uzak yerlerdeki isyan hareketlerini sevk ve idare etmek, muhtelif cephelerden, işgal edilmiş yerlerdeki vekayiden haber alıp verme işi atlılarla da olsa güç ve çok zamana mütevakkıftı. Sürat lüzum ve ihtiyacını duyan mevki ve cephe kumandanlarının birbirleriyle yaptıkları muhabereleri şöyle bir vesika pek iyi ifadeye kafidir:
“Palu Mevki Kumandanlığından Elaziz Cephesi Kumandanlığına: No: 3
Elaziz Cephesi Kumandanlığına,
Bismillahirrahmanirrahim
1- Elaziz hududuna kadar telgraf hattını tamir etmek üzere telgraf çavuşları yola çıkarılmıştır. Zatıalileri de icabedecek mahalle kadar hattın tamirine emirler buyurunuz. Telgraf olmayınca malumat almak müşküldür.
2- Beş günden beri harp raporunuza nail olmadığımızdan ziyadesiyle mahzunuz.
3- Çapakçur hattı da elyevm tamir edilmektedir.
4- Palu ahalisi halen bir rah-ı istikamete vazolunamadılar.
5- Dün gelen tayyare tarafından yapılan bombardımandan hiçbir semere ve tesir hasıl olmamıştır.
6- Şeyh Mustafa Efendi nihayet derecede keyifsizdir. Emir-ül Mücahidin Şeyh Said Efendi’nin postası elyevm taraf-ı alinize geldiği haber alınmıştır.
7- Hattı hareketimizin ilk postanızla iş’ar buyurulması, Derviş Efendi’nin burada lüzumu vardır. Orada lüzum görülmediği takdirde izam kılacağı tabiidir.
Baki huda muininiz olsun efendim.
26 Şubat 1341
Palu Mevki Kumandanı Namına Hasan”
Okuyucularımıza arz olunan bu vesikaların ve biraz evvel arz edilmiş bulunan, Şeyh Said’in beyan ve itiraflarının açıkladığı olaylar ve çetin isyan hareketleri devam edip durmakta iken, Ankara’daki Vekiller Heyeti isyana dair mütemadiyen haberler almış olmakla beraber hadisenin hakiki mahiyeti ve esas gayesi hakkında tam, kâfi malumata ve hakikate uygun bir kanaate malik ve sahip değildi. Hatta, o kadar çabuk açılıp yayılan ve gelişen bir bağıyane hareketin, bir hafta on gün içinde birkaç vilayet sahasını kaplayan bir duruma girmesi daha sonraları öğrenilebilmişti.
Darahini ve Çapakçur, Hani, Lice, Kiği, Palo ve hatta Elaziz ve Maden, Osmaniye gibi birçok kasaba, şehir ve nahiyelerin asilerin eline geçmiş bulunduğunun anlaşıldığı günlerde bile, o zamanın, Fethi Bey (Okyar) hükumeti hadisenin vahim bir ihtilal mahiyetinde olduğunu bir türlü anlayamamış, muhtemel olan müstakbel vehametini tamamiyle kavrayamamış bulunuyordu.
Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal, isyanın daha ilk günlerinden itibaren vaziyeti ve hadisenin günler geçtikçe gösterdiği genişleme istidat ve kabiliyetini ilk anlayan zat olmuştu. Fakat, bütün gayretlere ve hayli sürekli izah ve irşadlara rağmen Fethi Bey hükumeti, isyanı; mevzii ve sadece alelade irticai bir kıyam ve isyan olarak telakki ve kabul etmekte musır görünüyordu.
Ayaklanmanın çıktığı günden tam on bir gün sonra biraz ayılma oldu hükumette. Büyük Millet Meclisi’ne, hükumet tarafından verilen ilk mufassal izahat, şark vilayetlerindeki durumun büyük ehemmiyet ve vahametini anlatmaya kâfi olacak bir mahiyette bulunduğu halde, İcra Vekilleri Heyeti’nin büyük çoğunluğunda lüzumu kadar bir ayılış ve uyanış müşahede edilemiyordu.
Şark vilayetlerinde mevcut jandarmalar ve askeri birlikler adeta darmadağınık bir hale gelmiş, esasen kâfi kuvvet ve derecede olmadıkları anlaşılan alaylar erimiş veya erimeye yüz tutmuş bir vaziyet hasıl olmaya başlamıştı. Bunu hükumet reisinin Meclis’e verdiği izahat apaçık göstermekte idi. Böyle olmasına rağmen Vekiller Heyeti; acele, kat’l ve çok müessir tedbirler almakta ağır hareket ediyordu. O zamanın muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ise daha gevşek ve daha ağır ve ihtiyatlı harekette yetinilmesi fikrinin taraflısı görünüyordu.
Oysa ki; sonradan yetkili makamlardan aldığımız rakamlara dayanan bilgiye göre, Şeyh Said İsyanı’nın devlet ve hükumet bünyesinde açtığı yaralar arasında, yalnız askeri harp malzemesi olarak, asiler eline geçen, 4,092 tüfek, 2,026 kasatura, 51 hafif makineli tüfek, 4 ağır makineli tüfek, 11 bomba tüfeği, 999,463 muhtelif cins piyade mermisi olduğu öğrenilmiştir. 16 zabit, 106 nefer şehit düşmüş ve 17 zabitimizle 300 neferimiz de yaralanmış olduğu yine mahallindeki askeri makamların bize verdiği malumat arasında idi.
Fethi Bey hükumetinin çekilerek İsmet Paşa’nın Başvekilliğe gelmesinden sonra süratle tesirli tedbirlerin alındığı günlerde, isyan bütün şiddet ve gücüyle daha geniş bir sahaya hızla yayılmakta iken, Büyük Millet Meclisi’nde hararetli ve heyecanlı müzakere ve mücadeleli tartışmalar oluyordu.
Fethi (Okyar) Bey’in Başvekil olduğu günlerde Şarktaki harekât bölgesine dahil vilayetlere şamil olmak üzere ilan edilen bir ay müddetli örfi idare ve mahalli zabıta kuvvetleriyle isyanı bastırmaya çalışılmasını yeter bir tedbir olarak kabul eden muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mebusları, İsmet Paşa kabinesinin Meclis’in kabul ve tasvibine arz ettiği tedbirler zümresinden olan Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan büyük bir kuşku duyuyorlardı. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin o günlerdeki ruh haletini ve cereyan eden müzakere, tartışmaları ileride sırası gelince bildireceğiz.
İsyan büyüdükçe büyümekte, her tarafa alevini saçarak ilerlemekte iken Şeyh Said, ikinci derecedeki sergerdelere emirler, vazifeler vermekte taarruz ve istila cephe ve sahaları göstermekte idi. Harput havalisine memur Elaziz Cephe Kumandanı Şeyh Şerif’e yazdığı bir harp emrini şu mektupla bildiriyordu:
“Bitevfikihf Sübhane ve Teala
Harput Cephe Kumandanı Şeyh Şerif Efendi’ye
Rifatlı efendim hazretleri
Elyevm Biavnihi Sübhane ve Teala Şeyh Abdullah Melekani’ye emir verdim. Muş’a veyahut Varto’ya hareket edecektir. Ve size de emir verdim ki, Dikvan’a ve Gökdere’den Palo’ya hareket edesiniz. Ve Şeyh Hüseyin biraderiniz de Silvanlıları beraberce götürsünler. Ve biz de Lice tarafına hareket edeceğiz. Gökdere ve Dikvan’a bu hususta umumi bir mektup yazdım. Biiznillah Teala saye-i peygamberiden ve saye-i evliya-i kiramdan muzaffer ve mansur oluruz.
16 Şubat 1341
Emir-ül-Mücahidin Mehmet Said Nakşibendi”
Tarihine bakılarak bu emrin ve mektupta bahsedilen diğer evamirin Şeyhin Darahini’de bulunduğu zaman ve Piran’da patlayan silahtan üç gün sonra verilmiş olan emirlerden olduğu anlaşılır. Şeyh Said’in bazı memur ve kumandan tayin ettiğine dair olan evvelce naklettiğimiz ifadelerindeki Şeyh Şerif, Şeyh Kasım vesaire gibi şahıslara verdiği cephe kumandanlıklarına münasip görülen kimselerin çok zaman önce tesbit edilmiş olduğu da meydana çıkar. Yine o günlerde Şeyh Said’in en faal oğlu olan ve isyan harekâtına başlamak için İstanbul’daki Kürtçülük komiteleri ve reisleri ile görüşmek ve anlaşmak üzere İstanbul’a gönderdiği ifadesiyle sabit bulunan Ali Rıza’nın babasına gönderdiği bir mektup da şudur:
“Pederim Emir-ül-Mücahidin Hazretlerine
Faziletlü efendim hazretleri
Bilhassa ellerinizden öperim ve temada ömür ve muvaffakiyetinize dua olunur. Şimdiye kadar zatıalinizden aldığım malumat böyledir ki; Şeyh Abdürrahim Maden’i zapt etmiş ve Şeyh Şerif Palo’yu almıştır. Ve zatınız Kariz’e kadar teşrif buyurmuşsunuz. Çan şeyhleri şimdilik Kiği’yi zaptetmemişlerdir. Şeyh Abdullah Efendi 500 tüfekle Soldar’a mürur etmiştir. Kaç gündür ki Hınıs’dan çıkmışım, ehülhamdülillah cümlesi sıhhattedirler. Haneyi çıkarmak mümkün olmadı. Benim niyetim vardı ki Hasnun içine gideyim. Velakin Beygudi beni iğfal edip şu taraflara getürdi. Hayırlısı Cenab-ı Hak’tandır. Kâmil Bey kuvvetiyle beraber Varto’nun üzerine gittilerse mel’un Kasım ve İsmail ve Haymikliler mâni oldular. Bunlar aşairler arasında fesat çıkarmak için geriye avdet ettiler. Artık Muş veyahut Diyarbekir sukut ederse kolay olacaktır. Olmazsa şu mel’unların tezviratiyle müşkül olur. Bakalım Mevla ne eyler. Kâmil Bey’in metaneti son derece kavidir. Hasnanlı Halit Bey’e ve Kerem Efendi’ye emirlerinizi tebliğ ettim. Sofi Mehmet Sersani Ahmet Ağa’nın yanına ve Seyyid Molla Ali’nin torunu Belekin ve Arbuyan içine gönderdim. Halit Bey ve Kerem Efendi demişlerdir ki, Şeyh Efendi’nin emrine muti ve münkadız demişlerdir.
Şubat 341
Ali Rıza
Ve Kamil ve ……Bey ve Mehmet Ağa ellerinizden öperler.”
Şeyh Said, sorgusu ve konuşmalarımız sırasında oğullarıyla kardeşlerinden bahis açılmasından ve sualler sorulmasından çok sıkılır görünüyordu. Bu esnada bütün diğer hususat hakkında gösterdiği cesaret ve açık sözlülüğü göstermiyordu. Kardeşlerinden biri olan Şeyh Abdürrahim’in evinde bulunan bir beyanname kendisine okundu. Bu beyannamede tarih bulunmadığı için beyannamenin ne vakit yazılmış olduğu hakkında, Şeyh Said’den bazı şeyler sorulmuştu. Verdiği cevap:
“Haberim yok. Bilemiyorum.” dan ibaret olmuştur.
Beyanname mündericatı ehemmiyetli idi. Şeyh Abdürrahim’in evinde bulunmuş olduğu da Maden vilayeti jandarma kumandanı Ömer Lütfi ve Ekil nahiye müdürü Sabri imzalarıyla tevsik edilmişti, 20 Şubat 1341 tarihli bir haşiye yazısı ile.
İsyancıların yayınladığı beyanname şudur:
“Türk Cumhuriyeti’nin İslamiyet’e mugayir ahval ve harekâtı ve bilhassa muhibbi İslamiyet olan Kürt eşraf ve hanedanına reva görmekte olduğu mezalim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri gazete ve evrakı resmiyelerinde okunuyor. Ve bunlar Ermenilere yaptığı muameleyi Kürt müteneffizanına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu hususun müzakere kılındığı ve karar verildiği de mevsuk menabiden istihbar kılınmış ve buna dair de birçok alaim mesbuk ve mevcut olmuştur. Salabeti İslamiye ve asabiyeti Kürdiyesi galeyana gelen birçok zevat bir Cemiyet-i İslamiye teşkil ederek MÜSTAKİL BİR İSLAM HÜKUMETİ vücuda getirmek fikrindedirler. Allah muvaffakiyet versin amin.
İşte İslamiyet’ten fersah fersah ırak olan, adeti kadim putperestlik dini ihya ve ayini metrukelerini icraya hatve atan BU TÜRK LAİK HÜKÜMETİNİN izmihlaline çalışanlara an samimülkalb muaveneti maddiye ve bedeniyede bulunacağımızı ve bu uğurda icabeden her türlü fedakarlığı ifada tereddüt ve rehavet göstermiyeceğimizi ve emin olduğumuz her ferdi her zatı bu hususa tahrik ve teşvik edeceğimizi taahhüt eylediğimizden işbu taahhütnamenin zirini bittav’verriza imza ve temhir eyleriz.
Abdullah Ağazade, Mustafa İbni Zülfi oğlu Mehmet, Mehmet Ağazade Bahri Fahri, Abdürrahim, Zülfi Perzid Ağazade, Molla İmranzade, büyük Hacı Ağazade Hasan, Kürdiyanzade, Diranlı Sofu Ömerzade, Molla Bekir, Mustafa Zülfi Ağazade, Melamivanzade Ahmet, Hacı Ali Ağazade, Hacı Bekir Ağazade Mehmet.
Bu vesikanın son kısmında söylendiği gibi, bu bir beyanname olmaktan ziyade bir taahhütname olmakla beraber başına beyanname kelimesi yazılmış bulunuyordu. Okunan imzaların başında bulunan Abdürrahim, Şeyhin kardeşlerinden, fiilen ve müsellehan isyan harekâtına iştirak etmiş olduğu halde hiçbir vakit ele geçirilememiş olan bir sergerde şeyhti.
Yazının tarihi yoktu. Münderecatına nazaran Piran Köyü hadisesinin vukuundan evvelki hazırlık zamanlarında yapılmış bir ahitname olması gerektiği açıkça anlaşılıyor. Şeyh Said, büyük vak’anın tasavvur, tasmim ve istihzaratına müsteniden tamamlanmış bir fiil ve hareket olduğunu daima inkâr ve tevilde ısrar göstermiş olduğu için bu vesika hakkında ademi malumat beyan etmesi tabii idi. Onun için bu nokta üzerinde fazlaca durmak faydasız olurdu.
İka ettiğinin maksat ve gayesinin, Şeyh’in ifade ettiği gibiyalnız din ve şeriat ahkamının devlet ve hükumetçe tatbik edilmesi arzusundan doğmuş bir ayaklanma olmadığının verdiği emirlerde ve isyan rüesası ile vaki muhaberatta hükumet silahlı kuvvetlerine düşman askeri ve isyana gönüllü olarak katılmayan, isyanı vatandaşlığa uyar bir hareket olarak görmeyen, aslen Kürt ve aşiret mensubu olanlara da mel’un ve Türk denilmesi, harekat esnasında; ilk zamanlarda bile bazı memur, zabit ve askere esir muamelesi yapılması, hapis ve tevkif olunmaları ve haklarında esir tabirinin kullanılması gibi delil ve karinelerin ayaklanmanın mahiyet ve gayesini anlatacağı fikir ve mülahazası ileri sürüldüğü zaman Şeyh Said sükutla mukabele ediyor ve bir şey söylemiyordu. Memurlar, zabitler hakkında kullanılan esir kelimesi yalnız Şeyh’e münhasır kalan bir söz değildi. Usat rüesasının en maruf ve namdar olanlarından Darahinili Fakıh Hasan’ın imzasını havi bazı vesikalarda da görülüyordu.
İşte bir vesika:
“Çapakçur’da Mıntıka Kumandanı İbrahim Efendi’ye
Bundan dört gün mukaddem Hani’den bir nahiye müdürü, bir telgraf müdürü ve bir takım zabiti esir edilerek buraya getirilmiştir. Aldığımız malumata göre Hani Boğazı’nda harbe başlanmıştır. Dört top, altı mitralyöz, yetmiş katana, külliyetli cephane ve birçok ganaim alınmıştır. Askerimiz tarafından Türk askerden yedi maktul vardır. Mezkûr top ve mitralyöz henüz gelmemiştir. Geldiğinde malumat verilir.
Hızan Şeyhi vak’aya 3000 kişiyleLice’de iştirak etmiştir. Bi hürmeti seyyidülmürselin
22 Şubat 341 Darahini’de Emir-ül-Mücahidin, Fakih Hasan”
İsyanın umumi müsellah idaresini deruhte eden Şeyh Said’e bir ara sormuştum;
“Şeyh Efendi. Başında bulunduğunuz ayaklanmanın hakiki maksat ve gayesi; söylediğiniz gibi dini İslamiyet icaplarının ihmal edilmemesi meselesinden ibaret idiyse, şayet cidalinizde muvaffak olsaydınız, siz bir hükumet tesis ederek öyle mi yapacaktınız?”
“Yoh. Hükumet kurmazdık. Hükumetten bunu istediğimizi beyan ederdik.”
“Böyle bir talepte bulunmak için silahlı bir kıyam yapmak mutlaka lazım gelir miydi?”
“Biz öyle düşündük.”
“Din ve şeriat; devletten bir şey istemek için, şeriatın huruc-u alessultan dediği devlete karşı isyanı emreder, caiz görür mü?”
“…”
“Uzun bir zaman köylere hâkim oldunuz. Nahiyeler, kazalar, vilayetler işgal ettiniz, oralarda hükumetler kurdunuz ve idareyi ele aldınız. Bu vaziyet bazı mahallerde günlerce, aylarca devam etti. Siz istediğinizi fiilen tatbik ettiniz veya ettirdiniz mi?”
“Hayır… Etmemişiz.”
“Niçin?”
“Hükumet kurmamıştık. Fırsat, imkân husul bulmamıştı.”
“Tam muvaffak olsaydınız öyle yapar mıydınız?”
“Muvaffakiyet olsaydı, biz hükumetten isterdik.”
“Siz mektup ve emirnamelerinizin bir kısmında Emir-ül-Mücahidln olduğunuzu imzanızın üzerine yazıyorsunuz. Yalnız din, şeriat ahkamının tatbikini temin gayesiyle müsellehan harekete geçen bir mücahit hükümranlığı zamanında istediği inandığı hükmi şer’iyi ibka icra etmekle kendisini de mükellef tutmaz mı şer’an?”
“…”
“Şeriat mı, yoksa devlet mi?”
Şeyh Said bu sualime cevap vermedi. Devam ettim:
“Bakınız harekatın sizler lehinde devam etmekte olduğu günlerin birinde, huzurunuza bir zavallı kadın perişan bir halde gelerek size ağlaya ağlaya şikâyet ve davada bulunmuş. Mücahit saydığınız asilerden birinin ismini söyleyerek ‘Şu adam benim ırz ve namusuma cebren tecavüz ettiği için şer’in isterim.’ demiş. Doğru mu?”
“Evet. Öyle olmuştu.”
“Ne yaptınız?”
“Kadını teselli ettim. Sen köyüne git icabına bakılır dediğim hatırımdadır.”
“Şer’i icap ne idi zani için?”
“Recim etmekti zaniyi.”
“Şeriat ahkamı öyledir değil mi?”
“Ya… Siz de bilirsiniz eminim… Kısas, recim ahkamı vardır din ve şeriatta, değil mi?”
“Recim nasıl yapılır? Onu sizden dinlemek isterim Şeyh Efendi.”
“Siz de bilürsünüz ki; zina recmi, zaniyi beline kadar toprağa gömerek taşa tutmaktır.”
“Pekâlâ… Siz davayı, şikâyeti tahkik ve tespit ettikten sonra sübutu halinde öyle neden yapmadınız?”
“İşin hitamına kadar tecili muvafık görmüştüm.”
“Demek tecil bazı esbab ve mülahazat ile caizdir?”
“Öyle lüzum hasıl olmuştu. Mücahede devam ediyordu, askerlerimizin dağılmasından endişe olunurdu.”
“Kısas malum. Katilin katli, sarikin iki ellerinin bileklerinden kesilmesi değil mi?”
“Evet.”
“Bunların da tecili caiz midir sizce?”
“Tahvil cevazı vardır. Diyet ile. Bu ahkamı siz de bilirsiniz bana niçin sorarsınız efendim?”
“Bilmediklerimiz de olabilir. Bundan başka bir mesele de var.”
Sözümü bitirmeye bırakmadı:
“Acep nedir?”
“Şimdi şahsi, gayri resmi konuşuyoruz. Devam edelim, söyleyeyim.”
“Buyurun birer sigara içsek olur mu?”
Şeyhe bir sigara verdim. Hatta bir kahve de içmek isteyip istemediğini sordum. Teşekkür etti. Kahvelerimiz de geldi. Konuşmamıza devam ediyorduk.
“Yağma, nehp ve garet sirkattir. Bu havalide, bilhassa aşiretler arasında çok vukubulan hallerdendir. Adi sirkatler de çok vukubulur. Bu ef’ali irtikap edenlerin iki ellerini kesmek gerekmez mi?”
“Beli. Öyledir. Hüküm onu amirdir.”
“İyi ama buralarda her sarikin nehp ve garet yapanın ellerini keserseniz elsiz insanların sayısı nereye varır? Belki halkın yüzde onunu, on beşini geçerdi sanırım?”
“Belki daha ziyade. Lakin: tatbiki halinde ibret ve intibah vücuda gelir.”
“Böyle çok ağır cezalar ve akıbetleri görmek; itiyat haline gelmiş hareketleri men’e kâfi gelseydi mazide birçok defalar şarkta vukua gelmiş ayaklanmaların önüne geçerdi. Bakınız yine o hareketlerin birini daha gördük ve onu bizzat siz idare etmiş olmakla suçlandırılıyorsunuz.”
Zeki ve anlayışlı olan Şeyh Said’in yüzünde, hiç umulmayacak bir memnuniyet nişanesi, gözlerinde bir ümit ışığı belirdi. Başını birkaç kere aşağı yukarı, yavaş yavaş salladı ve hafif bir gülümseme ile yüzüme bakarak:
“Çok doğru. Musib bir mütalaadır. Buyurduğunuz gibi büyük, ağır cezalar, mutlak ibret ve intibah vermez. Hatta makus tesirler, teessürler tevlid eder.” şeklinde konuşmayı tercih etti. Ve sözlerine devam etti:
“Ben öğrendim, anladım ki, büyük kusur ve hata etmişiz. Lazım gelirmiş daha önce Ankara’ya varıp sizin gibi ve daha büyüklerle bu işi görüşüp danışah. Böyle hareketi ahsen-i tarik imiş. Va hayfa zaman mürur etmiştir. İnşallah akıbet hayrolur.”
“Temenni olur Şeyh Efendi. Ben de şahsan öyle olmasından memnun olurdum.”
Konuşmayı burada bıraktık. Sanık, hücresine dönmek üzere ayağa kalkıp giderken, mütemadiyen “İnşallah. İnşallah hayrolur, ahsen olur. Ben, büyüklerden şefkat ve atıfet niyaz ederem.” diyerek ayrıldı.
Şeyh Said, diğer bütün isyan reislerine nazaran zeki, anlayışlı olduğu halde henüz uygun sayılacak zamana gelmeden, bu badireye nasıl ve ne gibi bir mecburiyetle önayak olarak atılmıştı? Bu ciheti kat’i olarak söylemek güçtü. Yalnız şu var ki, yapılan soruşturma ve duruşmalardan başka idari makamlardan ve askeri cihetlerden alınan malumatın ve ele geçirilebilmiş olan vesikalar arasında görülen bir kısım vesikalardan varılacak nihai kanaate göre, ihtilalin uzun zaman çeşitli vasıtalar ve her türlü vesilelerle hazırlığı görülmüş, hatta İstanbul’daki merkezlerinin, İngiltere siyasi memurlarıyla temas ederek para, silah yardımı istemiş. Ayaklanmanın az zamanda muvaffak olacağı temin edilmiş, kurulacak Kürt hükumetinin diğer komşu hükümetlere karşı korunması ve savunulması istenmiş olduğu ları Seyid Abdülkadir’e ait duruşma evrakı dosyasında mevcuttur. Abdülkadir’in İngilizlerle konuşmaya memur ettiği Kör Sadi ile yapılan temaslar ve konuşmalar günü gününe tutulmuş olan tutanaklar ve diğer birçok deliller ve vesikalarla anlaşılmış bulunuyordu.
Böyle olmakla beraber, ihtilalin fiilen başlaması kararlaştırılan zamandan birkaç ay evvel olsun çıkmış olduğunu zan ve kabul ettirecek sebepler de vardı. Gerçi, ihtilal için yapılmakta olan hazırlıklar ve alınması tabii bulunan tedbirler tam olarak ikmal edilmemişken, bilhassa gerek mahalli ve gerekse merkez hükumetlerinin de ilişiksiz bir halde bulunmalarına rağmen niçin harekete geçilmekte istical edilmiş olduğunu düşünmemek mümkün değil.
Bizim birçok kimselerle birlikte bildiklerimize göre: kuvvetli ve isabetli bir düşünce olarak temas ettiğimiz bu noktayı izaha yarayacak ve aydınlatacak olan bir hadise ve bu hadise içinde mühim olan bazı lar da vardır. Ondan da bahsetmek ve kısmen olsun okurlarımıza bilgi vermek icap eder. Evet, şarkta, aylar ve yıllar boyunca devam edegelen hazırlanışlar belki tamamlanmamıştı. Fakat 1340 (1924) yılının yaz aylarında, Muş ve Bitlis bölgesinde vukua gelen ve adına Nasturi Harekâtı denen bir ayaklanma üzerine, Bitlis’te teşekkül eden Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu’nun yaptığı soruşturma ve yargılamalarla, bazı Kürt reis ve beyleri haklarında verdiği kararlar, vatan ve cumhuriyet aleyhine vukua getirilmesi kararlaştırılan Kürt istiklal davasını gizleyen maskeyi düşürmüş bulunuyordu.
Artık, Şeyh Said için durulacak zaman değildi. Ne bahasına olursa olsun harekete geçmek lazımdı. Şeyh Said’in, Divan-ı Harbi Mahsus’a şahit sıfatıyla gelmesi için yapılan davete uymamış bulunması ve istinabe yoluyla ifadesini vermekten dahi istinkaf eylemesi üzerine Divan-ı Harbi Mahsus’un zorla getirilmesine karar vermeye mecbur kalışı, Şeyhi elbette çok kuşkulandırmıştı. Onun Divanı-ı Harbi Mahsus huzurunda yapılacak sorgusunda bu vakte kadar büyük bir dikkat ve itina ile saklı tutulmasına çalıştıkları birçok esrar ve isyan tertiplerinin, bir kısmının olsun meydana çıkması muhtemeldi. Böyle bir netice, belki de Şeyh’in hayatına mal olacak mahiyette tecelli edebilirdi. Nitekim, Birinci Büyük Millet Meclisinde Bitlis mebusu olarak bulunmuş olan Ali Rıza, enişteleri olan Cibranlı Aşireti Reisi Miralay (Albay) Halit Bey ve Şırnaklı Molla Abdurrahman ve daha birkaç kişi Divan-ı Harbi Mahsus kararıyla Kürtlük ve Kürdistan davası suçundan idama mahkûm olmuşlar ve asılmışlardı. Diğer bazı şahıslar da gıyaben aynı cezaya çarptırılmışlardı.
Muşlu Musa Bey’le Bulanıklı Miralay diğer Halit Bey haklarında da tevkif kararı verilmişti. Hacı Musa Bey’in kardeşi Nuh Bey bir çetenin başında olduğu halde, Halit Bey’i Bitlis’e sevk etmekte olan zabıta müfrezesinin önüne çıkarak, Bulanıklı Miralay Halid’i silah kuvvetiyle müfrezenin elinden alıp Bitlis’e sevk ve tevkif edilmekten kurtarmıştı. Aynı zamanda, Hacı Musa Bey’in oğlu İzzet de sonradan kendisine uyanlarla birlikte bu Nuh Bey çetesine iltihak etmiş bulunuyordu. Bunların, bütün aşiret ve adamlarını toplayarak harekete geçmeleri gayet tabii ve zaruri sayılabilirdi. Fırsat bu fırsattı. Sonra bir mecburiyet de hasıl olmuştu. Çünkü: Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu öteden beri Şark vilayetlerinin mühim bir kısmında için için işlenip beslenmekte olan Kürt milliyetçiliği hazırlıklarını ve tertibatını örten perdeyi yırtmış bulunuyordu. Daha geç kalmakta bir fayda yoktu, zarar olabilirdi.
İşte böyle bir ve düşünce üzerine, Reisülmücahidin olmayı tercih eden Şeyh Efendi, bir müddet için Genç ve havalisinde geziye çıktı. Birçok yerler dolaştı. Hükumet’e ve cumhuriyet idaresine muhalefetiyle tanınmış olan şahıslarla görüştü. Aşiret reisleri, ağalar ve beylerle temas etti ve onlara telkinat ve talimat verdikten sonra, hemen daima eli altında bulunan müridler ve avanesini toplayarak atlı ve yaya fakat hepsi de apaçık silahlı oldukları halde, mühim bir kafile ile Piran Köyü’ne doğru yola çıktı. Piran’a böyle silahlı bir kafile ile gidişinin sebebi, zahiren ve kendi ifadesiyle mutad veçhile ceddinin merkadini ziyaretten başka bir şey değildi. İsyanın devam ettiği aylar, günler içinde hazan Reisülmücahidin ve hazan da Hadim-ül-Mücahidln unvanını kullanan Şeyh Said’in isyana hazırlanmakta bulunduğu anlaşılmış ve keyfiyet Çapakçur öğretmeni Mehmet Zeki Üğnut, nahiye müdürü Tevfik, Vartolu aşiret binbaşılarından Kasım ve eski Genç mebusu Hamdi Beyler tarafından resmi makamlara ihbar edilmişti.
Nedense, ne Genç valisi bulunan İsmail Hakkı Bey ne de diğer hükumet makamları, vukuu muhakkak sayılacak kadar eser ve teşebbüsleri meydanda olan bu kanlı ayaklanmayı önleyecek tedbirleri daha önce almışlar ve hatta böyle büyük bir isyanın vuku bulacağına inanmamışlardı bile. Şeyh Said, Piran Köyü’ne kadar elini, kolunu sallayarak silahlı bir düğün alayı halinde gitti. Daha yolda iken kafileye birçok katılışlar da olmuştu. Ayaklanmada vaki olacak bir gecikmenin, bizzat Şeyh ve bazıları için Yusuf Ziya ve Miralay Halid’in akıbetlerini hazırlaması da kendilerince kuvvetle ve kesin olarak mümkün görülebilirdi.
Bundan başka, acele harekete sevk edici bir sebep daha düşünülebilirdi: Bundan önce söylediğimiz gibi, Şeyh Said oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a göndermiş ve oradaki Kürt istiklali davasını güden cemiyetin öteden beri belli başlı reislerinden olan Seyyid Abdülkadir’le temasa memur etmişti. Duruşması esnasında Türklük ve Türk devleti aleyhine şiirler yazmış olduğunu itiraf eden ve faal azadan mutemedi Kürt Sadi’nin mahkeme huzurunda vaki açıklamaları ve İngilizlerle yapmaya çalıştıkları anlaşmalarının ne yolda cereyan ettiği keyfiyetinin inkâr ve tevil edilemeyecek bir halde meydana çıkması üzerine:
“Benim bunlardan malumatım yok, belki Mehmet yapmıştır.” diyerek bütün suçu oğlu Seyyid Mehmed’e yüklemekten çekinmemiş olan Seyyid Abdülkadir’le İstanbul’da görüştükten sonra, babasının yanına dönmeden evvel bir mektupla, İngilizlerle anlaşmanın temin edilmiş olduğunu Ali Rıza, babası Şeyh Said’e ulaştırmış olabilirdi. Çünkü gerek Seyyid Abdülkadir ve gerek onun İngilizlerle temas ve müzakereye memur ettiği Kör Sadi, İngilizlerin İstanbul’daki ataşelerine mensup bir zat olduğuna inanarak Türk sivil zabıtasına yaptıkları müzakerelerde, kendilerini tatmin edecek bazı şeyler elde etmiş bulunuyorlardı.
Asilerin Diyarbekir’e taarruz ve hücumundan bir iki gün sonra (9 Mart 1341) da İngiltere’de bir harp malzemesi müessesesinden Diyarbekir postahanesine, Kürdistan Hükumeti Harbiye Nezareti namına bir teklif mektubunun gelmiş olduğu da bilinmektedir. Böyle bir mektubun 9 Mart’ta gelmesi, çok dikkati çekecek bir hadise teşkil etmekle beraber, isyana başlama zamanının gelmiş olması için, daha önce Şeyh Said de bir kanaat ve emniyet doğuracak bazı malumatın da hasıl olmuş bulunmasını kuvvetle zannettirebilir.
İsyan, ister daha önce tayin ve tespit edilmiş olan bir zamanda başlamış olsun, isterse bazı sebep ve hadiselerin tahrikiyle, zamanından önce çıkarılmış bulunsun, onun vukua geldiği günler; Türk devletinin mukaddes kurtuluş savaşından pek yorgun olarak yeni çıktığı ve büyük Atatürk inkılaplarının yapılmaya başladığı bir devrenin ilk yılından sonraki zamana tesadüf eder.
Şeyh Said İsyanı denilen o köklü, dallı budaklı ayaklanma; bir zamanlar sanıldığı ve denildiği gibi, cahil, mutaassıp, geriye, kötüye bağlı, sapık dinli ve çarpık şuurlu bir insanın şahsi bir endişe veya maksadıyla meydana gelmiş bir isyan değildi! Şark’taki o ayaklanma; dış görünüşü itibariyle güya sadece dinci ve şeriatçı idi. Sanki şeriat Dini Amhedi namına harekete geçenlerin müsellah bir hareketi idi. Fakat; asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerinin maksat ve gayesi bakımından ise; tastamam bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devleti ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey değildi!
Gerçi sergerdelerin ve onlara inanan bazı zavallıların dillerinde dolaşan din ve şeriat, diyanet sözleri, cumhuriyetin İslamiyet’i mahvettiği ve edeceği iftira ve iddiaları, diyanet ve şeriatı kurtarmak davası ortaya atılmıştı. Ama, bütün bunlar; o sahte, mürai ve yalan sözler, iddialar ve iftiralar; Kürtçülerin eseri idi. O havalideki bilgisiz, dünyadan ve olaylardan habersiz ve böyle şeylerle ilgisiz yaşıyan masum ve fakat ağalar, beyler, şeyhler elinde ve emrinde yürütülmeye alışkın zavallı halkı kutsal dinin tahrikatıyla galeyana getirerek onları da kendi düşündükleri gaye için hazırladıkları veya başarılabileceğini zannettikleri mürettep ihtilale maksat ve gayeyi gizleyerek asıl hedeften bihaber olarak harekata katılmalarını temin için kullanılması uygun görülen en müessir ve keskin bir propaganda unsuru ve manevi bir silah olarak kullanılıyordu.
Görüldüğü gibi İstiklal Mahkemesi savcısı olan yazarın kanaati, bu isyanın çok önceden ve detaylı bir şekilde planlandığı, dini görünümüne rağmen etnik temelli bir ayrılıkçı hareket olduğu, Kürtçülerle bölgedeki tarikat-cemaat önderleri olan şeyhlerin iş birliği içinde yapıldığı yönündedir. Şeyh Sait ise isyanı, tesadüfü bir çatışma sonucunda birdenbire ortaya çıkan bir hareket olarak sunmaya çalışmaktadır. Yazarın verdiği örneklerden de anlaşıldığına göre isyancılar arasında Kürt ayrılıkçıları ve bağımsız bir Kürt devleti kurma ideali olan kişiler bulunmaktadır. Ancak isyana katılan ve bazı bölgelerde isyanın liderliğini üstlenen birtakım şeyh ve aşiret reisinin daha çok dini motivasyonlarla hareket ettikleri anlaşılmaktadır.
Şeyh Sait, ifadelerinde yeni bir devlet kurmaktan ziyade rejime karşı olduğu için böyle bir harekete giriştiğini söylemektedir. Bunda, yazarın iddia ettiği gibi, idamdan kurtulmak ve affedilmek umudunun etkili olduğu kabul edilebilir. Ancak yine de isyana katılanların hepsinin etnik motivasyonlarla hareket etmediğini, önemli bir kısmının dini motivasyonla hareket ettiğini ve etnik temelli yeni bir devlet değil, rejimi değiştirmek veya dini temelli yeni bir devlet kurmak amacında olduğunu söylemek de mümkündür. Muhtemelen bölge halkının çoğunun etnik bir isyana katılmayacağını, daha çok etnik bilinç ile değil aşiret ve tarikat birliği bilinci ile hareket ettiğini tespit eden isyanın planlayıcılarının halkın ortak noktası olan din üzerinden bir isyan başlattıkları, isyan başarılı olursa bunu etnik temelli bir devlet kurulması yönünde harekete geçirmeyi planladıkları anlaşılmaktadır. Tüm isyan ileri gelenlerinin Şeyhlerden oluşması ve etnik ayrılıkçılığı ön planda tutanların bunların arkasında ve arka planda hareket etmeleri de bunun bir göstergesi olabilir.
[1] Yeni ismi Beydeğirmeni’dir.
[2] Elazığ’ın eski ismidir.
[3] Bingöl ilinin eski ismidir.
[4] Saimem; oruçluyum anlamına gelmektedir.
[5] Seferi; bir Müslüman’ın herhangi bir sebeple bulunduğu yerden başka bir yere gitmesidir. Seferi olan kişiler, bunun için gerekli koşullar oluşmuşsa oruç tutmayabilir.
[6] Darahani, Bingöl iline 16 kilometre mesafe uzaklıktadır.
[7] Bingöl’e bağlı bir köy.
[8] Arduşin’in yeni ismi Yenibaşak’tır.
Hits: 593
Tarihte Bugün: 15 Mayıs 1919, İzmir’in İşgali
- 15 Mayıs 2020