
Savaş ve Strateji Kavramları Çerçevesinde Milli Mücadele’nin Değerlendirilmesi.
- 24 Mayıs 2020
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; güvenlik
- 2
- Facebook20
- Twitter20
- WhatsApp10
- LinkedIn5
- Telegram0
- Paylaşım
Ekonomide artık klişe haline gelmiş bir kabule göre “İnsan ihtiyaçları sonsuz ancak bu ihtiyaçları karşılayabilecek kaynaklar sınırlıdır.” Durum böyle olunca insanoğlu dünya üzerinde var olmaya başladığı ilk günden beri sonsuz kabul edilen ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla sınırlı olan kaynakları ele geçirmek için diğer insanlar ve hatta diğer canlılarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu mücadelede, çatışmasız yöntemler ile hedef ele geçirilemeyince tarafların şiddet uygulamaya yönelmesi sonucunda çatışmalar kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu sebeple, insanlık tarihi çatışmalarla başlamış ve günümüze kadar da aynı şekilde devam etmiştir. Bu çatışmalar örgütlü ve sistemli bir hal alınca, bu durum savaş olarak isimlendirilmiştir.
Bu şekilde bakılınca savaş en basit anlamda, belirlenmiş bazı hedeflere ulaşmak için mevcut gücün şiddet uygulayacak şekilde kullanılmasından ibarettir. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi savaş en az iki tarafın birbirlerine karşı güç kullanmalarını gerektirmektedir. Buna göre her iki taraf da ellerindeki gücü hedeflerine ulaşmak için belli bir yöntem içinde kullanmak durumundadır. İşte bu yönteme strateji denilmektedir. Dolayısıyla savaş gibi strateji de insanlık tarihi kadar eskidir ve nasıl savaş tarih boyunca insanoğlunun gösterdiği gelişmelere paralel olarak bir gelişim gösterdiyse strateji de sürekli bir değişim ve gelişim içinde olmuştur.
Tarih boyunca yapılan binlerce savaşta, bazı taraflar savaşları kazanırken bazı taraflar da bu savaşları kaybetmişlerdir. Tarafların savaşta kullandıkları güçler dikkate alındığında bu savaşları kazananların her zaman daha fazla güce sahip olanlar olmadığı görülmektedir. Bu durum bize, kazanmak için kullanılan yöntemin yani stratejinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Savaş bir mücadeledir ve her mücadele gibi savaşta başarı kazanmak için uygun yöntemlerin takip edilmesi gerekir. Her ülke ve her zaman için geçerli olabilecek tek bir geçerli strateji yoktur. Değişik ülkelerde veya aynı ülkede değişik zamanlarda farklı stratejiler uygulanabileceği gibi aynı anda farklı cephelerdeki değişik düşmanlara karşı başarılı olabilecek değişik stratejiler de uygulanabilir. Bu stratejilerden hangisinin seçileceğini etkileyen çeşitli sebepler vardır.
Öncelikle, savaşı yapan insandır. Dolayısıyla stratejiyi belirleyen de insandır. Bu sebeple; kültür, eğitim, tarihi altyapı, din, ideoloji ve lider kadronun özellikleri gibi faktörler stratejinin oluşmasında en belirleyici unsurlar olmaktadır. Örnek verilecek olursa Hindistan’da pasifist felsefeye sahip bir toplumda pasifist bir bağımsızlık mücadelesi verirken, savaşçı imparatorluklar kurmuş toplumların yaptığı Rusya iç savaşında Rusya ve Millî Mücadele’de Türkiye, silahlı bir ölüm kalım mücadelesini seçmiştir. Bu üç mücadelede ön plana çıkan liderlerden Gandhi, Lenin ve Mustafa Kemal Paşa’nın kişilik özellikleri, eğitimleri, tecrübeleri ve meslekleri gibi siyasi görüşleri de uygulanacak stratejinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Öte yandan bu ülkelerin coğrafi özellikleri ile mücadele ettikleri düşmanlar ve bunların hareket tarzları da her üç mücadelede uygulanan stratejiler arasında bazı önemli farklar olmasına sebep olmuştur.
Hangi strateji seçilirse seçilsin belirlenen stratejinin başarılı olması ancak bu strateji uygun şekilde icra edilebilirse ve durumdaki değişimlere göre değişim ve dönüşüm gösterebilirse mümkündür. Örneğin Lenin, Ekim Devrimi sonrasında iç savaşta başarılı olabilmek için Rusya’nın toplum yapısına ve dönemin şartlarına uygun olarak Marks ve Engels’in gerek komünist devrimin proletaryaya dayanması konusunda, gerekse silahlandırılan işçi sınıfına dayanan ordu ile savaş anlayışında revizyona giderek topraksız köylüleri rejimin yanına çekmiş, eski ordu mensubu subay kadrosunun bir kısmını tekrar orduya alarak profesyonel Kızıl Ordu’yu kurmuş ve daha konvansiyonel taktik ve stratejilerin kullanılması yönünde değişim göstermek zorunda kalmıştır. Millî Mücadele’de ise Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Nutuk’ta da belirteceği gibi, mücadelede uygulayacağı stratejiyi başlangıçta genel hatları ile ortaya koymuş, daha sonra tırmandırma stratejisi uygulayarak zaman ve şartlara göre stratejisini geliştirmiştir.
Görüldüğü gibi mevcut iç ve dış gelişmelerin uygun şekilde takip edilerek doğru bir şekilde değerlendirilmesi, doğru bir strateji belirlenmesi için çok önemlidir. Aynı ülkede aynı gelişmeleri görüp farklı stratejiler öneren kişiler olabilir. Bunun sebebi genellikle değerlendirmeleri yapanların kişilik özellikleri ve hedefleri kadar durumu farklı değerlendirmeleridir. Örneğin 1. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ve dünya şartları aynı olmasına rağmen Padişah ve İstanbul hükümetleri ile Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının uygun gördükleri stratejiler oldukça farklı olmuştur. Padişah ve hükümetleri, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki Avrupa’da, bu savaşta mağlup olan bütün eski imparatorluk ve krallıkların yıkılarak cumhuriyetlerin kurulduğunu gördüklerinden öncelikle mevcut iktidar sisteminin devamı için stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bunu da ancak işgalcilerle uyum içinde hareket ederek başarabileceklerini düşünmüşlerdir. Öte yandan, işgalcileri olduğundan daha güçlü olarak değerlendirdiklerinden silahlı bir mücadeleye dayanan bir strateji akıllarına bile gelmemiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, dünyada meydana gelen gelişmeleri daha sağlıklı bir şekilde değerlendirerek işgalcilerin zayıflıklarını tespit etmiş ve silahlı bir mücadelenin başarıya ulaşabileceğini görerek buna uygun bir strateji ortaya koymuşlardır.
Strateji belirlenmesinde etkili olan en önemli unsurlardan biri de mücadele edilecek rakiplerin kimler olduğu ve hedeflerinin neler olduğudur. Düşmanı ve olası hedeflerini dikkate almadan strateji belirlemek mümkün değildir. Bu sebeple bir savaşta farklı devletlerle mücadele ediliyorsa savaşın geneli için bir askeri strateji belirlenirken değişik cephelerdeki değişik devletlere karşı farklı harekât stratejileri belirlenebilir. Örneğin 1. Dünya Savaşı’nda Almanya başlangıçta Rusya’ya karşı stratejik savunma yaparken Fransa’ya karşı stratejik taarruz yapmayı, Fransa’yı yendikten sonra geriye dönüp Rusya’ya taarruz etmeyi ön görmüştür. Ancak Fransa’daki taarruzla hedefine ulaşamayınca, bu cephede kesin sonuçlu muharebelerden yıpratma stratejisine geçerek Rus cephesinde taarruzla kesin sonuçlu muharebelere girişmiştir.
Hangi strateji uygulanırsa uygulansın eğer uygun şartlar yoksa veya uygun şartlar yaratılamıyorsa stratejinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Örneğin Millî Mücadele öncesinde bir bağımsızlık savaşı yapmak için uygun şartlar vardır. Bu şartlar Mondros Mütarekesi’nden sonra dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan gelişmeler sonucunda oluşmuş ve mücadele başladıktan sonra bu şartlar giderek daha da uygun bir hale gelmiştir.
Öncelikle İtilaf Devletlerinin durumunun o kadar da parlak olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü Fransa ve İtalya savaş sırasında gerek insan gücü gerekse ekonomik açıdan çok ağır bir şekilde yıpranmıştır. Bu durum savaş sonrasında iç siyasi gelişmelere de yansımış ve bu ülkelerde hükümetler iktidardan düşmüş, iç istikrar bozulmuş ve halk savaş koşullarından bir an önce çıkılması yönünde kuvvetli bir eğilim içine girmiştir.
Benzer durum İngiltere için de geçerlidir. İngiltere çok geniş bir bölgeyi ele geçirmiş ve ele geçirdiği bölgeleri elde tutmak için mevcut askeri gücü yeterli gelmemeye başlamıştır. Bu durum zaman geçtikçe, başta imparatorluğun merkezindeki İrlanda’da olmak üzere en büyük ekonomik kaynağı olan Hindistan’da ve yeni işgal ettiği Ortadoğu’da bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkması ile daha da belirgin bir hale gelmiştir. İngiliz halkı da Fransız ve İtalyan halkları gibi savaş ekonomisi yüzünden büyük sıkıntılar çektiğinden bir an önce barış durumuna geçilmesini istemekte ve yeni bir savaşı desteklememektedir.
Ayrıca savaş sonrasında İtilaf Devletleri arasında çıkar çekişmeleri başlamış ve savaş sırasındaki birlik ve beraberlikleri bozulmuştur. Önce Yunanistan’a İzmir’in verilmesi üzerine İtalya diğer İtilaf Devletlerinden uzaklaşmaya başlamış, zamanla bu durum Fransa için de geçerli olmuştur. Hatta İtalya, daha milli mücadele başlamadan Türkiye’de Yunanlılara karşı bir direnişin ortaya çıkması yönünde gayret sarf etmeye başlamıştır.
1. Dünya Savaşı sonrasında ve mütareke döneminde İngiltere, kendisi için hayati olan Orta Doğu’daki petrol bölgelerini ele geçirmiş, Güney Anadolu’daki bazı şehirlere bir bölük gibi küçük kuvvetler göndererek oraları şeklen işgal edip iç kısımlara ilerlemeyince İngiltere’nin elde ettiği bölgeleri elde tutmaya çalışacağı ve Anadolu içlerine askeri birlik göndermeyeceği veya gönderemeyeceği ortaya çıkmıştır. Fransa ise Suriye ve kuzeyindeki Türk şehirlerini ele geçirmeyi istediğini ortaya koymuş ancak bu kadar geniş bir bölge için oldukça az işgal kuvveti tahsis edebilmiş, bu da Fransa’nın güçsüzlüğünü ortaya çıkarmıştır. İtalya ise daha başlangıçtan itibaren işgal etmeyi planladığı bölgeye çok fazla birlik tahsis edememiş ve bir silahlı çatışma ortamına girmekten özellikle kaçınmıştır. Bu da İtalya’nın savaşmadan etkisiz hale getirebileceğini ortaya çıkarmıştır.
Rusya’daki ihtilal sonrasında ortaya çıkan rejim, bu ülkede en fazla ekonomik yatırımları olan Fransa’da büyük bir rahatsızlık yaratmış, Rus yönetiminin halkların kendi kaderlerini tayin hakkı söylemi ise İngilizlerin Hindistan ve diğer Asya ülkelerindeki sömürgeleri için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Ayrıca Rusya’daki ihtilalin başarısı Avrupa’da sosyalist-komünist hareketleri güçlendirmiş ve bazı ülkelerde devrim girişimleri ortaya çıkmış, bu durum da İngiltere, İtalya ve Fransa için Rusya’nın yeni rejimini en önemli tehdit haline getirmiştir. Bu sebeple İtilaf Devletleri öncelikle Rusya rejiminin tutunmasını önlemeye, bu mümkün olmazsa eski Rusya sınırlarına ulaşamadan daha dar bir alanda sınırlandırmaya öncelik vermek zorunda kalmışlardır.
Bu durumda geriye iki tehdit kalmaktadır. Bunlardan Ermenistan oldukça zayıf bir tehdittir. İngiliz müdahalesi ortadan kalktığı anda etkisiz hale getirilmesi çok zor değildir. Diğer tehdit olan Yunanistan ise aslında en büyük ve en önemli tehdittir. Ancak Yunanistan, milli güç unsurları açısından Osmanlı Devleti’ne kıyasla oldukça zayıftır. Dolayısıyla uzun bir savaşı yürütebilecek kaynakları yoktur. Ayrıca Ege’deki Yunan işgali daha ilk günlerden itibaren halkta çok büyük tepki yaratarak bir direniş hareketini tetiklemiştir. Dolayısıyla bu direnişi örgütleyip destekleyerek ve arazinin derinliğinden faydalanarak kazanılacak zaman içinde Yunanlıları yenebilecek bir askeri güç oluşturulabileceği gibi bu zaman zarfında Yunanlıların savaşı idame ettirmesi de güçleşecektir.
Ülke içinde de bir kurtuluş savaşı yapmaya yeterli potansiyel mevcuttur. Öncelikle, uzun savaşlar döneminde yetişmiş ve savaş tecrübesi olan yeterli bir nüfus vardır. Bundan başka, sayı olarak azaltılmış ve askerlerinin çoğu terhis edilmiş olsa da mütareke döneminde uygun yerlere konuşlandırılan çok sayıda askeri birlik kâğıt üzerinde de olsa mevcuttur. Bu birliklerde istihdam edilmesi mümkün olan, işgal şartlarından rahatsız ve mutsuz tecrübeli bir subay ve yedek subay kitlesi de mevcuttur. Anadolu’daki ulaşım imkânlarının yetersizliği sebebiyle henüz İtilaf Devletlerine teslim edilememiş olan ordunun Anadolu içlerindeki silah depolarında depolanmış halde yeteri kadar silah ve mühimmat mevcuttur.
Ayrıca Anadolu’da oldukça eski bir geleneği olan ve savaş kaçakları yüzünden daha da artan, gerilla tipi mücadeleye alışkın efe ve çete gibi adlarla tanınan çok sayıda eşkıya bulunmaktadır. Bu silahlı gruplar genel olarak bulundukları bölgeyi sahiplenmiş olduklarından ve otoriteye karşı olan yerleşmiş tutumları yüzünden dışarıdan gelecek herhangi bir işgale, yani yabancı bir otoriteye karşı da kullanılabilecek bir potansiyele sahiptirler. En önemlisi de halk artık kendi toprağını korumak zorunda kaldığından savaşmak konusunda 1. Dünya Savaşı sonlarına göre daha gönüllü hale gelmiştir.
Bazı yazarlar, 2. Meşrutiyet döneminin cumhuriyet dönemi için bir laboratuvar olduğunu öne sürmektedirler. Bu durum Millî Mücadele’nin askeri boyutu için de geçerlidir. Her şeyden önce bu dönemde Millî Mücadele’yi yönetecek olan lider kadro iyi bir eğitim almış ve bizzat savaş alanlarında yetişerek tecrübe kazanmıştır. Ayrıca Balkan ve 1. Dünya Savaşları sırasında, Anadolu’ya geçerek burada mücadeleye devam etmek yönünde bazı planlar ve hazırlıklar yapılmıştır. Dolayısıyla Anadolu’da bir mücadele vermek fikri orduya ve devlet yöneticilerine yabancı ve yeni bir fikir değildir.
Öte yandan, başta İttihat ve Terakki Partisi olmak üzere Anadolu’nun her yerinde bazı siyasi teşkilatlar ve bu teşkilatlara üye, ülke meseleleri ile ilgilenen bir insan potansiyeli vardır. Ayrıca bu dönemde hemen her yerde, bir kurtuluş savaşını destekleyip finanse etmeye çalışabilecek küçük burjuva sınıfı ile az da olsa eğitimli bir aydın grubu oluşmuştur. Ülkede gayrinizami harbe göre eğitilmiş birçok Teşkilatı Mahsusa elemanı değişik bölgelerde gizlenmiş durumdadır. Bu yapı içindeki kişiler hemen her bölgede, Wilson prensiplerinde belirtilen milliyetler prensibinin uluslararası meşruiyetine dayanarak örgütlenmeye başlamışlardır.
Bu ortamda bir kurtuluş savaşı verebilmek için tek gerekli olan şey, stratejiyi oluşturacak ve tüm bu çabaları ortak bir hedef doğrultusunda yönlendirebilecek bir lider kadrosudur. Bu kadro da 2. Meşrutiyet dönemindeki gelişmeler içinde yetişmiş ve görev almaya hazır durumdadır.
Sonuç olarak; Millî Mücadele’nin bir kahramanlık destanı olduğu söylenebilir ama bu mücadelenin başarı ile sonuçlanmasının sebebi, kahramanlık değildir. Çünkü aynı ordu 1. Dünya Savaşı sırasında da birçok cephede kahramanca savaşmış, bazı muharebeleri kazanmış ancak savaşı kaybetmiştir. Yani Çanakkale’de, Irak’ta, İran’da, Suriye’de ve diğer cephelerde yazılan kahramanlık destanları savaşı kazanmak için yeterli olmamıştır. Uygulanan askeri stratejide büyük hatalar yapıldığından, birçok başarılı muharebeye rağmen savaş yenilgi ile sonuçlanmıştır. Millî Mücadele’yi başarıya ulaştıran temel unsur ise uygulanan stratejinin mükemmelliği olmuştur.
Her türlü mücadelede, bir hareket tarzına karar vermeden önce detaylı bir durum muhakemesi yapılır. Bu muhakemenin gerçekçiliği ve tutarlılığı, uygulanacak stratejinin doğru olmasının ana şartıdır. Durumu doğru değerlendiremeyen ve içinde bulunulan koşulları kavrayamayan karar vericilerin başarılı olma şansı yoktur. Nitekim 1. Dünya Savaşı’nda olan budur. Millî Mücadele sırasında Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa ile bu ikisinin çevresindeki kişilerin durumu da aynıdır. Bu kişiler de içinde bulundukları durumu tam kavrayamamış ve değişen koşulları doğru bir şekilde değerlendirememiş, bu sebeple stratejilerini yanlış temellere dayandırmışlardır. Bunun sonucunda da verdikleri mücadeleyi kaybetmişler ve Millî Mücadele’nin ardından ülkeden kaçmak zorunda kalmışlardır.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları ise dünya koşullarının değiştiğini ve bu koşullar altında bir milli mücadelenin başarıya ulaşma şansının yüksek olduğunu doğru bir şekilde tespit etmişler ve buna uygun olarak silahlı mücadeleye dayanan bir strateji oluşturmuşlardır. Bunun sonucunda da başarıya ulaşmışlardır.
Hits: 470
Millî Mücadele’de Osmanlı Topraklarına Gelen Bolşe...
- 22 Mayıs 2020
Millî Mücadele’nin Askeri Stratejisi Hakkınd...
- 27 Mayıs 2020