
Türk Milleti (Hala) Asker Millet midir? Türkler Askerlerini Seviyorlar mı?
- 25 Eylül 2020
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Türkiye
- 6
Bizde çok sık kullanılan bir söz vardır. Kime sorsanız “Türkler asker millettir. Askerlerini çok severler.” der. Ben bu söze inanarak yıllarca orduda hizmet ettim. Ama İngiltere’ye gidince bu sözün doğruluğunu sorgulamaya başladım. Çünkü “İngilizler asker millettir, askerlerini çok severler.” diye bir söz duymadım ama bizimle karşılaştırınca onların askerlerini bizden çok daha fazla sevdiklerini, daha da önemlisi bunu tutum ve davranışları ile açıkça gösterdiklerini gördüm.
İsterseniz bunu bir örnekle açıklayayım. Londra’ya gittiğim ilk günlerde İngiliz Genelkurmay Başkanı ile görüşme için randevu almıştım. Bu özel bir randevu değildi. Nasıl Londra’ya atanan her büyükelçi görevine başladıktan bir süre sonra Kraliçe ile görüşüp güven mektubunu sunuyorsa askeri ataşeler de Genelkurmay Başkanı ile görüşüp tanışıyor. Yani bu rutin ve resmi bir işlem.
Neyse….
Genelkurmay Başkanı acil bir durum için şehir dışına çıkmak durumunda olduğundan sanırım 2. Başkan veya Harekât Başkanı olan bir general ile görüştüm. Hoşsohbet, zeki ve sempatik bir insandı. Görüşmeden sonra elçilik binasına dönerken bir ara yanlış bir yere girdiğimi düşünerek durdum. Etrafa bakınırken, üzerinde “Şimdi buradasınız.” diye bir ok ile bulunduğunuz yeri gösteren ve bir şehir haritası olan bir pano gördüm. Panoya bakıp yolu çıkarmaya çalışırken bir yandan da etrafıma bakınıyordum. Çünkü İngiltere’de kendi askerleri bile şehir içinde üniforma ile dolaşmazken ben kordonlu üniforma giyiyordum. Dolayısıyla yürürken insanların dikkatini çekiyordum. Anladığım kadarıyla sıradan İngilizler üniformaya çok meraklıydılar ve yanlarından geçerken dikkatle beni izliyorlardı.
Ben panodan yolu bulmaya çalışırken yolun karşısında orta yaşlarda bir adamın bana dikkatle baktığını fark ettim. Onu gördüğümü hissettirmeden göz ucuyla süzüyordum. Adam, birkaç saniye baktıktan sonra bana doğru koşmaya başladı. Hemen aklıma Ermenilerin terör örgütü olan ASALA’nın diplomatlara ve askeri ataşelere yaptığı saldırılar aklıma geldi. Bir yandan da PKK Terör Örgütü ve bazı aşırı sol terör örgütlerinin şehit ettikleri askerleri hatırladım. Bu sebeple hemen gardımı aldım. Gerçi adam tip olarak klasik bir İngiliz’e benziyordu ama yine de yumruklarımı sıkıp beklemeye başladım.
Adam hızla bana doğru yaklaştı. Ben de yumruklarımı sıkmış ve kavgaya hazır bir şekilde bekliyordum. Ama kısa süre içinde ne diyeceğimi bilemeyecek kadar hayretler içinde kaldım. Çünkü adam bana 3-4 metre kala İngiliz ordusunda uygulandığı gibi (Türk ordusundakinden biraz farklı.) tam karşımda aniden durup sert bir topuk hareketiyle esas duruşa geçti ve baş selamı verdi. Ne diyeceğime karar veremeden de konuşmaya başladı: “Sir (Sör, efendim), sanırım yolunuzu kaybettiniz. Müsaade ederseniz size yardımcı olabilir miyim.”
Adamın bu sözlerini duyunca hem rahatladım he de şaşırdım. Kendimi toparlayıp “Londra’ya yeni geldiğimi ve Türk elçiliğine giderken yolu karıştırdığımı” söyledim. Adam hemen panonun yanına geldi. Parmağıyla bulunduğumuz yeri ve elçiliğin bulunduğu yeri gösterdi. Ardından da hangi yolu takip etmem gerektiğini anlattı. İzin verirsem bana elçiliğe kadar eşlik edebileceğini de ilave etti. Kendisine teşekkür ettim ve gelmesine gerek olmadığını, tarifinden yolu anladığımı ve elçiliği kendim bulabileceğimi söyledim. Adam “Ne demek efendim, ülkesine bir ömür boyu hizmet eden bir askere benim küçücük bir yardımımın lafı mı olur?” diye cevap verdi.
İngiltere’ye değil de ülkesine demesinden bu adamın sadece İngiliz ordusundaki askerlere değil kendi ülkesine hizmet eden tüm askerlere karşı derin bir saygı duyduğunu anlayınca iyice şaşırdım. Biraz sohbetten sonra adama tekrar teşekkür ettim. Adam asker selamı verip iznimi isteyerek yoluna devam etti. Bu olay İngilizlerin askere gösterdikleri sevgi ve saygının ne kadar yüksek bir seviyede olduğunu anlamam için sadece bir başlangıçtı. Daha sonra da askere duyulan sevgi ve saygının çok üst seviyede olduğunu birçok defa gördüm. Bu sevgi ve saygı lafta değil uygulamada da açıkça görülüyordu. Ülkesinin ve milletinin güvenliği için hayatlarını ortaya koyan insanlar neredeyse el üstünde tutuluyordu. Bu durum sadece halkta değil, aydınlarda, bürokratlarda ve siyasetçilerde de açıkça görülüyordu. Şimdi bununla ilgili bazı örnekleri anlatacağım.
Bir gün, şimdi nerede ve ne maksatla olduğunu hatırlamadığım bir resepsiyona katılmıştım. Resepsiyonu İngilizler düzenliyordu ve oldukça güzel bir tarihi binadaydı. Resepsiyonda İngiliz Savunma Bakanı ve yüksek rütbeli bazı generaller de vardı. Yukarıda kendisi ile görüştüğümden bahsettiğim Genelkurmay’daki General de oradaydı. Dikkatimi çeken ilk şey, İngiliz subay ve generalleri ve hatta politikacıların ellerinde kırmızı ve yeşil renkte plastik olduğu anlaşılan bir şeyler olmasıydı. General beni görünce hemen yanıma geldi. “Mehmet, ordumuza hizmet eden kahramanları anma ve onlara katkı sağlamak için biz her yıl bu ay içinde bu poppyleri (gelincik çiçeği) satıyoruz. Buna herkes katılıyor. Elde edilen paralar gazilerin hayatını kolaylaştırmak için harcanıyor. Sen de birkaç tane alır mısın?” dedi.
Bizim elçilikten de bazı görevlilerin ellerinde poppyler olduğunu gördüğümden ve generali kırmak ayıp olacağından birkaç adet aldım. Genelkurmay’ın en üst makamlarından birindeki bir generalin eline poppy alıp gazilere yardım için satması bizde görülmeyecek bir şey olduğundan çok şaşırmıştım. Ama sadece general değil, savunma bakanlığında görev yapan sivil personel, politikacı, bürokrat velhasıl herkes bu işi ciddiyetle yapıyordu.
Ertesi günden itibaren sokaklarda gördüğüm bir şey hemen dikkatimi çekti. Londra’da yaşayanlar bilir, Londra’nın hemen her yerinde geçmiş savaşlardaki şehit veya gazi olanlar için bir anıt veya heykel vardır. Bu heykel ve anıtların hepsinin üzerine poppy’ler konulmuştu. İnsanlar bunlardan alıp şehit ve gazilere minnetini göstermek için bu anıtlara koyuyordu. Hatta Londra’da, bizim Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşı ile ilgili bir anıt bile bulunuyordu ve bu anıtta da poppyler vardı. Malum 1853-1856 yılları arasındaki bu savaşa İngiliz, Fransız ve İtalyanlar bizim yanımızda katılmışlardı. Daha sonra bu poppy’leri imal eden fabrikada da malul gazilerin ve yakınlarının çalıştığını öğrendim.
Çok daha şaşırdığım şey, bir gün bu anıtın yakınlarından geçerken büyük bir kalabalığı görünce öğrendiklerim oldu. Kalabalığa doğru gittim ve insanların neden toplandığını birine sordum. Kırım savaşının yıldönümüymüş. Her yıl bu savaşa katılan askerleri, şehit ve gazileri anmak ve onlara minnetlerini sunmak için bu anıtın önünde tören yapılıyormuş. Kulaklarıma inanamadım. Kırım savaşı esasen bizim savaşımız ama bizde bırakın anma törenini Kırım Savaşı diye bir savaş olduğunu bile halkımızın ve hatta okumuş yazmış takımının yüzde 99’u bilmez.
Son bir örnekle bu konuyu kapatacağım. Bir gün İngiliz Savunma Bakanlığı askeri ataşelere bir yemek verdi. Yemek verilen yer Londra’nın en lüks semtlerinden biri olan Chelsea’de muhteşem bir tarihi binadaydı. Buraya gittiğimde bunun tek bir bina değil büyük bir kompleks olduğunu gördüm. Binaların önündeki büyük bahçede diğer ataşelerle selamlaşıp sohbet etmeye başladım. Söylediklerine göre bu bina kompleksi kimsesi olmayan emekli askerlerin kaldığı bir nevi huzurevi imiş. Bu sırada tekerlekli sandalyede oturan yaşlı bir adamı bir adam siyah bir arabaya doğru götürüyordu. Yanlarında hemşire olduğu anlaşılan bir kadın da bulunuyordu.
İlgimizi çektiğinden kadına neler olduğunu sorduk. Tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam kimsesi olmayan emekli bir askermiş. Asker diyorum çünkü İngiltere’de bizdeki gibi astsubay sınıfı yok. Albay ve Generaller, subaylar ve askerler diye üç sınıf var. Bu sınıflandırmada ilginç olan Albayların generallerle aynı grupta ve bizdeki astsubay rütbelerine denk gelen rütbelerdeki insanların askerler grubu içinde telaffuz edilmesi. Askerlik uzun süredir mecburi değil. Askerler orduya er olarak giriyor. Her iki yılda bir sınava girip başarılı olanlar terfi ediyor. Aynı sınavda iki defa başarısız olup terfi edemeyenin ordudan ilişiği kesiliyor. Terfi edenler onbaşı, çavuş, kıdemli çavuş gibi rütbelere sırayla yükseliyor.
Subaylarda Albay, askerlerde başçavuş ve kıdemli başçavuş olmak çok zor. Başçavuş ve Kıdemli Başçavuşlara Warrant Officer deniyor ve bizdeki başçavuşlarla kıyaslanmayacak kadar havaları var. Büyük itibar gördükleri, bazı resepsiyonlara katılmalarından da anlaşılıyor. Başçavuşlar sınava girip subay olurlarsa doğrudan yüzbaşı rütbesine terfi ediyorlar. Çoğu subay Albay ve çoğu asker başçavuş olamadan emekli oluyor. Yani otomatik ve her rütbede yapılan görev süresine bağlı bir terfi sistemi yok. Bu rütbelere ulaşamadan emekli olanlarla bu rütbelerden emekli olanlar arasında emekli maaşı farkı oldukça belirgin. Ama maaşlar her kesim için tatmin edici.
Tekrar bizim yaşlı askere dönecek olursak, burada kalan emekli yaşlı askerlere krallar gibi davranılıyormuş. Yürüyemeyecek durumda olup da şehri gezmek veya bir yerlerde bir şeyler içmek isteyenlere araç tahsis ediliyor ve istediği yere götürülüyormuş. Yemeğe başladığımızda yemeklerinin de oldukça iyi ve kaliteli olduğunu gördük. Açık büfe şeklinde servis edilen yemeklerde neredeyse yok yoktu. Kim ne kadar isterse o kadar alıp yiyebiliyordu. Biz de aynı yemeklerden yedik ve son derece lezzetli olduklarını gördük. Emeklilerin yattıkları bölümü de bize gezdirdiler. Oldukça lüks ve temizdi.
Şimdi bizim ülkemize bakacak olursak söyleyebileceğim tek bir şey var: Hayal kırıklığı. Sözde biz asker milletiz. Sözde milletimiz askerini sever. İngilizler gibi asker millet olmakla övünmeyen ve hatta bizim gazeteci takımının askerleri sevmediklerini empoze etmeye çalıştıkları bir milletle karşılaştırınca Türk Milleti askerini sever sözünün tam bir palavradan ibaret olduğunu söylemek zorundayım.
Kumpas dönemlerinde de bunu açıkça gördük. Amerikan ajanı bir sümüklü vaizin kurduğu çete, ülkeyi yönetenlerle bir olup birçok ordu personeline kumpaslar kurdu. Askerleri, türlü türlü iftiralar atarak hapislere gönderdiler. Buna engel olması veya karşı çıkması gerekenlerin kimisi tam aksine davranarak kumpasların savcılığına soyundu, kimisi vesayet kalkıyor diye ağızlarından köpükler saçarak televizyon ekranlarından höykürdüler. Gördükleri muameleye dayanamayan bazı askerler intihar ettiler. Bazıları ömürlerini adadıkları devlet ve milletin hizmetlerine reva gördüğü muameleyi kaldıramayıp kahırdan öldüler. Haksızlık ve hukuksuzluk seviyesi daha önce tarihimizde hiç yaşanmamış bir seviyeye yükseldi.
Peki bu olaylar yaşanırken halkımız ne yaptı?
Önemli bir kısmı, heyecanla bu kumpasları destekledi ve büyük bir alkış tufanı kopardı. Bunların arasında benim kan bağım olan ve yakından tanıdığım insanlar da vardı. Yine önemli bir kısmı sessiz kalarak yapılanları onayladılar. Sadece küçük bir kısmı yapılanlara karşı çıktı. Böylece elbirliği ile ülkesine büyük bir özveri ile hizmet etmekten başka bir suçu olmayan yetenekli ve bilgili subaylar tasfiye edildi. Yerlerine ise sümüklü vaizin şakirtleri getirildiler. Sonra da bu şakirtler darbe yapmaya kalktılar ve yüzlerce insan bu kalkışma sırasında hayatını kaybetti. Bunu fırsat bilen bazı sapıklar da darbe girişimi sırasında dünyadan haberi olmayan, sadece verilen emirleri yerine getiren günahsız askerlerin bile kafalarını kestiler.
Ama hala kime sorsan Türkler asker millet ve halk askerini çok sever. Hadi oradan. Halkın ve yöneticilerin askerliği sevdiği palavra. Sadece boş sohbetlerde söylenen boş bir söz. Öyle olmadığı son zamanlarda yaşanan başka bazı olaylardan açıkça görülebilir. Örneğin bir otobüs şoförü gaziyi tartakladı buna neredeyse hiç kimse ses çıkarmadı. Böyle bir şey İngiltere’de olsaydı yer yerinden oynardı. İnternette açlıktan ölen gazi haberleri yayınlandı, buna da ses çıkaran olmadı. Bu ülkede kimsenin askeri sevdiği filan yok. Benim gördüğüm, halkın ve yöneticilerin askerlerle ilgili itina gösterdikleri sadece iki konu var. Birincisi çoğu palavradan ibaret askerlik anılarını anlatmak, ikincisi ise şehit cenazelerine katılmak. Anladığım kadarıyla halkımız ve yöneticilerimiz askeri sadece ölürse seviyorlar. Ölürse saygı da gösteriyorlar ama yaşarsa bir tehdit veya bir bela olarak görüyorlar.
Bunda dini grupların ve hükümetlerin halkı dini ve siyasi olarak yönlendirmesi de etkili oluyor. Asker üniforması giyip de beynini sapık tarikat ve cemaatlere kiralayanlardan ordudan atılanlara hükümetimiz hem tazminat ödedi hem de kendi devreleri ayarında maaş bağladı. Bun insanlar arasında muhtemelen FETÖ mensubu olanlar da vardı. Şimdi bu cemaat terör örgütü olarak kabul ediliyor ama eskiden bu yüzden ordudan atılanlar hala maaş almaya devam ediyorlar.
Suç işleyen tarikatçılar hükümet hak etmedikleri şekilde ödüllendirildi. Ama kumpas davaları mağdurlarına, yani gerçek askerlere uygulanan muamele bunun tam tersi. Bırakın ilave maaş ve tazminat vermeyi, bunlara hala eziyet ediyorlar. Kumpaslardan mağdur olup devleti mahkemeye verenlerin davalarına bakmak bunun için yeterli olacaktır. Mahkemeler 900 lira, 1000 lira, 2500 lira gibi komik tazminatlar ödenmesi kararı veriyor. Devlet buna bile çok diye itiraz ediyor.
Öte yandan emekli binbaşılar ve astsubaylar bir süredir geçinemediklerini söyleyerek hak talebinde bulunuyor. İmamlara her türlü kolaylığı sağlayan, maaşlarını yükselten, lojman veren hükümet askerlerin sesini nedense hiç duymuyor. Gerçi astsubayların hak arama söylemleri sırasında stratejiden yoksun bazı tavır ve eylemlerini tasvip etmiyorum ama adamlar sıkıntımız var diye bağırıp duruyor, bir Allah’ın kulu da bunlar ne diyor diye dinleme zahmetinde bulunmuyor nedense.
Sanırım lafı biraz fazla uzattım. Bu sebeple artık konuyu bir sonuca bağlamanın zamanı geldi. Sonuç olarak diyorum ki hiç kimse bana Türkler asker millettir, Türk milleti askerini sever filan demesin. Böyle diyen olursa kalbini kırarım. Belki bir zamanlar Türkler asker milletti, Türk milleti de askerini severdi, ama o bir zamanlardı. Şimdi öyle değil.
Hits: 174
Sağlık Çalışanlarına Saldırılar ve Alınması Gereke...
- 24 Eylül 2020