
“Ne oldu Paşinyan?” sorusunun cevabını vermek kolay, peki “Ne olacak Paşinyan?” sorusunun cevabı verilebilir mi?
- 13 Mart 2021
- Dr. Mehmet Çanlı
- Başlık; Güncel
- 5
Geleceği tahmin etmek mümkün müdür?
Bu soruya verilecek cevap hem hayır hem de evettir.
Önce hayır cevabına açıklık getirelim. Hayatta o kadar çok değişken vardır ki geleceği bire bir tahmin etmek imkansızdır. Çünkü tüm etkenleri tespit edip ona göre gerekli hesaplamalar yapılamaz. Üstelik etkenlerin büyüklüğü veya küçüklüğü, sonuçlara aynı oranda etki etmez. Bazen çok küçük bir etken diğer onlarca küçük etkenle birlikte çok büyük bir şeyden daha etkili olur.
Zaten tarihi olaylara bakıldığında da birçok olayda bunu görmek mümkündür. Örneğin 1916-17 Rusya’sında Bolşevikler muhalif grupların en küçüklerinden biridir. Bu sebeple, hiç kimse onların bir darbe ile iktidarı ele geçirebileceklerini beklememektedir. Ancak Lenin’in sürgünden (Almanların da desteğiyle) ülkeye dönmesi her şeyi değiştirmiştir. Lider faktörü kısa zamanda en küçük muhalif gruplardan birinin iktidarı ele geçirmesine sebep olmuştur. Halbuki Menşevikler ülkedeki muhalif gruplar arasında ve sosyalist gruplar arasında en büyüklerinden biridir. Fakat Lenin gibi bir liderleri olmadığından kısa süre içinde etkinliklerini Bolşeviklere bırakmak zorunda kalmışlardır.
Benzer bir durum Osmanlı Devleti’nin 1918-1922 yılları arasındaki durumu için de geçerlidir. Mondros Mütarekesi’nden sonra meydana gelen gelişmeler üzerine artık Osmanlı’nın sonunun geldiği veya en azından ciddiye alınmayacak kadar küçük bir bölgeye hapsedileceği ortaya çıkmıştır. Galip devletler gibi Osmanlı yönetici ve aydınları da buna inanmaya başlamışlardır. Bu şartlar altında Osmanlı artık ölmüş ve sıra mirasının paylaşılmasına gelmiş gibi görünmektedir. Bu sebeple, diğer İttifak Devletleri ile birer barış anlaşması imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile yapılacak barış antlaşmasının metni neredeyse mütarekeden iki sene sonra yani 10 Ağustos 1922’de imzalanmıştır. Bunun sebebi Osmanlı’nın mirasını paylaşmak için gerek galip devletlerin gerekse azınlıklar ile Yunanistan ve Ermenistan gibi devletlerin anlaşamamasıdır. Bunların hepsi, en büyük payı alabilmek için becerebildikleri tüm numaraları çevirmekle meşgul olmuşlardır.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış ve tahminler tutmamıştır. Artık öldü denilen devletin birkaç generali, ellerinde hiçbir güç olmadan Anadolu’ya geçmiş ve tüm istilacıları ülkeden sürüp atmışlardır. Bu, kimsenin beklemediği bir durumdur. Ama hareketin lider kadrosunun yetenekleri her şeyi değiştirmiştir. Galiplerin de o kadar güçlü olmadıklarını ve giderek daha da zayıflayacaklarını gören bu kadro, Bolşevik devriminin yarattığı etki ile dini ve etnik milliyetçiliğin yükselişini iyi değerlendirmiş, çok büyük bölgeleri ele geçiren İtilafçıların hiçbir yerde nispi güç olarak yeterince kuvvetli olamamasından da faydalanarak yeni bir devlet kurmuşlardır.
Aynı şeyi daha yakın tarihlerdeki olaylarda da görmek mümkündür. 1991 yılından sonra ortaya çıkan jeopolitik teori ve söylemlerine bakmak bunu anlamak için yeterlidir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile ABD dünyada en büyük güç haline gelmiş ve ABD kökenli birçok teori ortaya atılmıştır. Tek kutuplu dünya söylemleri, her gün her yerde anlatılan ve büyük ilgi çeken masallardan biri olmuştur. Tehdit algıları değişmiş, silahlanma politikaları terk edilmiş ve klasik harbin sona erdiğine dair birçok masal anlatılmıştır. Ama bugün dünyaya bakıldığında, bu tahminlerin hiçbirinin tutmadığı görülmektedir. ABD, bugün bırakın tek dominant güç olmayı en büyük güç olma konumunu bile kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hiç hesapta olmayan Çin, gün geçtikçe ve korkutucu bir şekilde büyümektedir. Yakında ABD’yi geçmesi işten bile değildir. Küçücük Körfez ülkeleri bile bugün Mars’a araç göndermektedir. Kimsenin yüzüne bakmadığı Afrika, büyük devletlerin yeni mücadele alanı haline gelmiştir. Türkiye 100 yıllık “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Politikalarını bırakmış, birçok bölgede askeri güç konuşlandırmıştır. Yani neresinden bakarsanız bakın, 1990’larda anlatılanlarla hiç alakası olmayan bir dünya ortaya çıkmıştır.
Bir örnek de günlük yaşamdaki olaylardan verelim. Doğu’da bir yere tayin olmuştum. Göreve başladığımda korucularla tanışmak için bir toplantı yaptım. Koruculardan birinin oldukça solgun olduğunu ve ayakta zor durduğunu gördüm. Korucu başına adamın hasta olup olmadığını sordum. Üzgün bir yüz ifadesiyle; “Sormayın komutanım. O korucumuz kolon kanseri oldu. Doktor kendisine en fazla dört aylık ömrü kaldığını söyledi. Bir ay geçti. Her an ölebilir diye kendisini operasyonlara çıkarmıyoruz.” dedi. Bunu öğrenince üzüldüm. Adamın eşi de bir süre önce kanserden ölmüş. Küçük bir kızı varmış. Daha sonra ilkokula giden bu kızla tanıştım. Çok zeki bir çocuktu. Küçük yaşta öksüz kalacak diye üzülüyordum ama öyle olmadı.
Korucuyla o günden sonra ilgilenmeye başladım. Halini hatırını soruyor ve yardımcı olabileceğim konularda yardım etmeye çalışıyordum. Fakat doktorun söylediği dört ay geçmesine rağmen adam ölmedi. Yedi ay olunca artık dayanamayıp adama doktora gitmesini söyledim. Adam hastalığını kabullenmiş ve umursamıyordu. Doktora gitmek istemedi. Zorladım, muhtara da söyledim. Bunun üzerine adam doktora gitti. Doktor kanserin durduğunu ve ilerleme olmadığını görünce şaşırmış. Ne yaptığını sormuş. Adam da “Hiçbir şey!” diye cevap vermiş. Bunun üzerine doktor “Her ne yapıyorsan aynı şeyi yapmaya ve her ne yapmıyorsan onları da yapmamaya devam et.” demiş. Ben orada iki yıl kaldım. Başka bir göreve atandıktan sonra da adamın durumunu takip ettim. Doktor dört ay içinde ölürsün dedikten sonra adam on yıl daha yaşadı. Zaten yaşı da ilerlemişti. Belki de başka bir rahatsızlık sebebiyle hayatını kaybetti.
Bir başka örnek de kendi memleketimden vereyim. Gençlik yıllarımda bir gün, bizim köye yakın bir köyde 5-6 kişiyle oturuyorduk. Ben hariç hepsi 50’li yaşlardaydı. Bir ara zayıf ve kara kuru bir adam masamıza geldi. Selam verip masadakilerle bazı şeyler konuştu ve gitti. Adamın sesi hırıltılı çıkıyor ve zayıflıktan kemikleri belli oluyordu. Gidince masadakilere adamın durumunu sordum. Hepsi üzgün görünüyordu. Adamın kanser olduğunu ve doktorun en fazla 8-9 ay yaşayacağını söylediğini anlattılar. Sonuç ne mi oldu. O masada beraber oturduğum ve bu adamın durumuna “Ah! vah!” diye üzülen herkes ondan sonraki 10 yıl içinde öldü. Kanser olan adam ise bir-iki yıl önce yeni öldü. Yani 20 yıla yakın yaşadı.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, geleceği bire bir tahmin etmek pek mümkün görünmemektedir. Bu tahminlerin konusunda uzman kişiler tarafından yapılmış olması da bu durumu değiştirmemektedir. Ancak bu durum, geleceğin hiçbir şekilde tahmin edilemeyeceğini de göstermez. Örneğin anlattığım iki kişinin doktorların söylediğinden çok daha fazla yaşaması doktorların tahminlerinin tamamının yanlış olduğunu göstermez. Aynı doktorlar, muhtemelen yüzlerce hastaya benzer tanılar koymuş ve bunların büyük çoğunluğu o ortalama süreler içinde ölmüştür. Zaten tahmin dediğimiz şey de kafadan atılan, rast gele bir şey değil bu tür ortalamalara göre söylenen bir öngörüdür.
İnsanın içindeki her organ ve hatta her hücre binlerce farklı sebeple herkeste farklı tepki gösterirken, dışarıda da herkesin farklı etkilendiği binlerce farklı etken varken elbette ki birkaç kişi her zaman tahminleri yanıltacaktır. Ancak hayat bilinmezliklerle dolu bir karmaşa ortamından ibarettir ve böyle bir ortamda insanoğlu kendini güvende hissetmek, planlar yapabilmek, hareket edebilmek, yani yaşamak için daha öngörülebilir bir ortama ihtiyaç duymaktadır. İşte bu sebeple, her zaman bazı ortalamaları dikkate alarak geleceğe dair tahminlerde bulunuruz. Bunu yapmadan yaşamak kabustur ve hatta mümkün değildir. Bu sebeple, birçok insan falcılara gitmekte ve onların uydurduğu masallara da inanmaktadır.
Sadece bireylerin değil toplumların davranışlarında ve başına gelenlerde de lider faktöründen kültüre, ekonomiye, dini inançlara, iklime ve daha binlerce değişkene göre farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Mesela Ruslar ve Türkler I. Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış düşmanlarına karşı kanlı bir mücadele vererek bağımsızlıklarını korumuşlar ve yeni rejimler kurmuşlardır ama Hindistan’da pasifist bir mücadele ile bağımsızlık mücadelesi kazanılmıştır. Almanya sanayileşerek dünya gücü haline gelirken Kanada ormancılık gibi sektörlerle de büyük bir gelişme sağlamıştır. Katar petrol sayesinde zenginleşirken üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu deniz ticareti sayesinde gerçekleşmiştir. Yanlış anlamayın, Yahudilerin para ve ticareti ele geçirerek dünyaya hâkim oldukları yönündeki teorilerin aksine İngiliz İmparatorluğu’nu üzerinde güneş batmayan ülke yapan bizzat uluslararası ticaret şirketleridir. Mesela Hindistan, İngiliz ordusu tarafından değil İngiliz şirketleri tarafından ele geçirilmiş ve daha sonra İngiltere yönetimine geçmiştir.
Görüldüğü gibi bir yöntem bir ülkede başarıya ulaşırken başka bir ülkede tam tersi bir yöntem aynı başarıyı sağlayabilmiştir. Buna rağmen, bugün her ülke yıllık ekonomik planlar, askeri planlar ve diğer konularla ilgili planlar yapmaya devam etmektedir. Bu planlar ise bazı tahminlere dayanmaktadır. Çünkü biz, hem birey olarak hem devlet olarak bazı tahminler yapmak ve buna göre planlamalar yapmak zorundayız. Bu tahminler, eğer tespit edilmesi mümkün olan bütün faktörler dikkate alınarak ve gerçekçi bir şekilde yapılırsa çoğu zaman büyük bir oranda tutmaktadır da.
Bunu bazı örneklerle açıklamaya çalışalım. I. Dünya Savaşı’nda yenilen Rusya’da Çarlık sona ermiş ve rejim değişmiştir. Bunda sadece savaşın kaybedilmesi değil verilen ağır insan ve mali kayıpların yarattığı çöküş de etkili olmuştur. Ardından Almanya, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan savaştan mağlup olarak ayrılmıştır. Almanya’da Rusya’daki gibi Krallık sona ermiş ve cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Almanya bir kısım topraklarını da kaybetmiştir. Aynı şey Avusturya-Macaristan’ın da başına gelmiştir. Fakat bu ülke, sadece toprak kaybetmemiş, aynı zamanda parçalanmıştır. Benzer sıkıntıları Bulgaristan da yaşamıştır. Toprak kaybetmiş ve Çar ülkeyi terk etmiştir. Ama ne cumhuriyet kurulmuş ne de ülke parçalanmıştır. Halbuki ülkenin güneyinde Türkler çoğunluktadır.
En ilginç olan ise Osmanlı İmparatorluğu’nun durumudur. Diğer mağlup ülkelerde krallar ve rejimler devrilirken Osmanlı’da Padişah değil İttihat ve Terakki Partisi hükümeti yıkılmış ve bu parti tasfiye olmuştur. Ülkenin Ortadoğu’daki bölümü zaten savaşta kaybedildiğinden büyük bir bölünme de yaşanmamıştır. Padişah ise zayıflamak yerine gücünü artırmış, parlamentoyu feshedip bütün gücü elinde toplamıştır. Mütarekeden sonra ülkenin birçok kesimi işgale uğramasına rağmen padişah yerini korumaya devam etmiş ancak Yunanlıların İzmir’e çıkması ve padişahın buna karşı gösterdiği pasif tutum her şeyi değiştirmiştir. Millî Mücadele’den sonra padişahlık kalkmış, sultan İngiliz gemisi ile yurt dışına kaçmış ve cumhuriyet kurulmuştur.
İşte bu senaryoya bakarak bazı tahminlerde bulunmak mümkündür. Bu senaryodan “Savaştan büyük bir mağlubiyet ile çıkan ülkelerde rejimler değişir.” şeklinde bir sonuç çıkarırsak bu kısmen doğru ama her zaman geçerli olmayan bir tahmin olacaktır. Çünkü Bulgaristan’da Çar kaçmış ve yerine oğlu geçmiştir. Çarlık ise 1946 yılına kadar devam etmiştir. Osmanlı’da, hükümet kaçmış Padişah yerinde kalmıştır. Eğer ülkeyi Atatürk değil de padişah kurtarsa idi muhtemelen bugün hala Osmanoğulları’nın iktidarı devam ediyor olabilirdi. O zaman daha spesifik bir tahmin yapmak gerekmektedir.
“Önemli bir savaşta mağlup olan herhangi bir ülkede, bu mağlubiyet sırasında iktidar kimde ise savaş sonrasında o iktidar yönetimde kalamayacaktır. Eğer iktidar mevcut rejimin temsilcisi ise rejim de değişecektir.” diye bir önerme ortaya atarsak, bu önerme daha tutarlı bir tahmin olacaktır. Almanya ile Avusturya-Macaristan ve Rusya’da savaşın sorumlusu ve yöneticisi rejimin tepesinde bulunan kral ve çar idi. Aynı şey Rusya için de geçerliydi. Bu sebeple, bu ülkelerde iktidardaki çar ve krallar düştüğü gibi temsil ettikleri rejimler de yıkılmıştır. Osmanlı’da ise iktidarı kaybeden ve tarihten silinen ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki Partisi ve kurduğu rejim olmuştur. Savaşın büyük bölümünde iktidarda olan Padişah Mehmet Reşat ve savaşın sonlarında padişah olan Vahdettin bu kaderden kaçınmışlardır. Çünkü İTC iktidarı ele geçirdiğinde yapılan anayasa değişikliği ile padişahın yetkileri çok azaltılmış ve yönetim tamamen Talat-Cemal ve Enver üçlüsünün eline geçmiştir. Yenilgiden de bunlar sorumlu tutulmuş ve sonuçlarına katlanmak zorunda kalmışlardır.
Mehmet Reşat kişilik itibarıyla pasif biri olduğundan yönetime hemen hemen hiç karışmamıştır. Vahdettin ise savaşın sonlarına doğru tahta çıktığından sorumluluktan kurtulmuştur. Eğer Vahdettin daha zeki, yetenekli ve cesur biri olsaydı, belki de iktidarını ölene kadar devam ettirebilirdi. Ama o, onların binde biri kadar yetenekli olmadığı halde II. Mahmut ve II. Abdülhamit’e özenerek tüm gücü elinde toplamaya çalışmış, bunu İngiliz ve Fransızların da desteği ile kısmen başarmıştır. Fakat bu strateji onun sonunu getirmiştir. Çünkü sadrazamlığa kendi akrabalarını atayarak, meclisi kapatarak ve işgal kuvvetleri ile iş birliği yaparak ülkenin Mondros Mütarekesi’nden sonra parçalanmasına direnmemiş, tepki göstermemiş ve hatta ülkeyi kurtarmaya çalışanlara karşı her türlü yetkisini kullanarak onları engellemeye çalışmıştır.
Bununla da yetinmemiş, eniştesi Damat Ferit’in İstanbul’da ordu teşkil edip Yunanlılara karşı savaşan milli güçleri yok etmek için Anadolu’ya göndermesine destek vermiştir. Daha da kötüsü, Ankara’da kurulan meclisi dağıtmak ve milli güçleri arkadan vurmak için birçok bölgede isyanlar çıkarmış veya çıkaranlara destek olmuştur. Yani Ankara hükümetine karşı savaş açmış, bunun için İtilafçılar ve hatta Yunanlılarla bile ortak hareket etmiştir. Millî Mücadele’nin sonunda, sadece müttefikleri değil kendisi de savaşı kaybetmiştir. Bunun sonucunda, önce iktidarını kaybetmiş, sonra da rejim değişmiştir.
Aynı şey Yunanlıların da başına gelmiştir. Büyük taarruzdan sonra darmadağın olan Yunan ordusu ülkesine döner dönmez darbe yapmış ve kral ile hükümet üyeleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. 1924’te de krallık sona erip cumhuriyet ilan edilmiştir. Rusya’daki rejimi değiştiren güçlerin çoğu da savaştan kaçarak sefil bir şekilde ülkesine dönen askerler olduğundan mağlup bir ordunun her zaman rejim aleyhinde hareket etme ihtimali olduğu dikkatten kaçmamalıdır.
Bu ve benzeri olaylara bakarak ben, Karabağ savaşı sona erdiği günlerde Paşinyan yönetiminin büyük sorunlarla karşılaşacağını ve Ermenistan’da iç karışıklıklar çıkacağını sosyal medyada arkadaşlarımla paylaşmıştım. Bu durum bugün tüm gerçekliği ile yaşanmaktadır. Ermeniler travmalarıyla ve olmayacak hayalleriyle yaşayan sorunlu bir toplumdur. Büyük Ermenistan idealleri ile kafaları o kadar yıkanmıştır ki bir sürü tarihi hikâye uydurmaktadırlar. Ancak gerçekler öyle değildir. Ermenistan nüfusu çok küçük ve ekonomisi çok zayıf bir ülkedir. Bu sebeple, komşuları ile iyi geçinmek ve resmi Ermenistan topraklarını korumak uygulanabilecek en doğru politikadır. Zaten işgal ettikleri Azerbaycan topraklarındaki durum da bunun böyle olduğunu göstermiştir. Soykırım ve zulümlerle boşalttıkları Karabağ’ın köy, kasaba ve şehirlerinin çoğu boş bırakılmış ve harabeye dönmüştür. Yani Karabağ’ı dolduracak kadar bile Ermeni bulamamışlardır. Buna rağmen savaş öncesinde, yenilmez ordu masallarına inanarak Bakü’ye gidip Hazar Denizi sahillerinde çay içmekten bahsediyorlardı. Bu sebeple, alınan ağır yenilgi mutlaka siyasi, ekonomik, sosyal ve diğer alanlarda bazı sonuçlar yaratacaktır.
Bu sonuçların en başta Paşinyan hükümetini zora sokacağı muhakkaktır. Çünkü zaten zayıf olan Ermenistan ekonomisi tamamen çökmüştür. Üstelik savaşta hem harp silah ve araçlarının büyük bir kısmını kaybetmişler hem de çok büyük bir zayiat vermişlerdir. Azerbaycan’ın şehit verdiği personel sayısının 2800’den fazla olduğu düşünülürse oldukça düşük teknoloji ve modası geçmiş stratejilerle savaşan Ermeni ordusunun çok daha fazla zayiat verdiği muhakkaktır. Ermenistan nüfusu dikkate alındığında telaffuz edilen 8-10 bin rakamları Ermenistan için telafi edilemeyecek kadar yüksek rakamlardır. Bu kadar ağır zayiat veren bir toplum, bunun sorumlularına muhakkak hesap sorar.
Ancak, tüm bu olumsuzluklara rağmen Paşinyan yönetiminin bazı avantajları vardır. Paşinyan da bu argümanları savaşın ardından kullanmaya başlamıştır. Örneğin, eski teknoloji ürünü silahların işe yaramadığını ve bunları kendisinden önceki iktidarın satın aldığını söylemiştir. Barış anlaşmasını imzaladığı gün, bu anlaşmayı imzalamasını ordunun istediğini söylemiştir. Ermeni generalleri, askerler ve asker aileleri tarafından da suçlanmaktadır. Buna rağmen, muhalefet Paşinyan’ı istifaya çağırdığında başlayan gerilim son günlerde ordunun da olaya karışmasıyla yeni bir evreye girmiştir. Ordu Yunanistan ve Rusya örneğinde olduğu gibi fiili bir darbe yapmasa da muhtıra ile benzer bir tepki göstermiştir. Cumhurbaşkanı ordu ile birlikte hareket ederken Paşinyan demokrasiye vurgu yaparak halkı sokağa çağırmaktadır.
Bu mücadeleden anlaşıldığı kadarıyla Ermenistan’da Paşinyan’ın hala belli bir tabanı bulunmaktadır. Bu sebeple darbe girişiminin bir sonuç vermesi kısa vadede mümkün görünmemektedir. Çünkü generallerin halk nezdinde popülariteleri Karabağ Savaşı sebebiyle çok düşmüş durumdadır. Halkın önemli bir kısmı yenilgiden eski rejimi ve ordu üst yönetimini de sorumlu tutuyor gibi görünmektedir. Dünya konjonktürü de bir askeri darbe için uygun değildir. Eskiden meclisi basan Taşnakçılar ise ya artık güçlerini kaybetmiş veya Paşinyan’a destek veriyor olmalılar. Bu koşullar altında, eğer Paşinyan akıllı bir politika uygulasaydı her şeye rağmen iktidarını koruyabilirdi. Ancak o, böyle yapmamıştır. Bu durum, Paşinyan’ın en büyük zafiyetinin yine kendisi olduğunu göstermektedir. Çünkü zaten içeride çalkantılı günler yaşarken, konuşmalarıyla iktidarda kalması için çok önemli bir faktör olan Rusya’yı da kızdırmıştır.
Dünya silah piyasasında en büyük satıcılardan biri olan Rusya, bu gelirine zarar verecek hiçbir hareketi affetmeyecektir. Zaten Suriye, Libya ve Karabağ’da oldukça ucuz İHA vb. silahlarla çok daha pahalı Rus silah ve teçhizatının vurulması Rus silahlarının prestijine derin bir darbe vurmuştur. Şimdi de Paşinyan’ın İskender füzelerine yönelik olarak yaptığı açıklama bunu daha da kötü bir hale getirecektir. Bu yüzden Paşinyan’ın açıklamasına Rusya’dan büyük bir tepki gelmiştir. Hatta kendi silahlarının işe yaradığını ispat etmek için Suriye’de bu füzelerle vurdukları bir hastanenin görüntülerini bile yayınlamaktan çekinmemişlerdir.
Tüm bu değerlendirmeden sonra burada bir tahmin yapacak olursak Paşinyan’ın iktidarda kalmasının artık çok zor olduğunu söylemek mümkündür. Ama generaller ve cumhurbaşkanı da elle tutulur bir durumda değildir. Bu sebeple, Ermenistan’da yapılacağı konuşulan erken seçim, sürprizlere gebedir denilebilir. Beklenmedik bir parti iktidara gelebilir. İnternette dolaşan bazı videolardan, Türkiye ve Azerbaycan ile iyi ilişki kurulmasını isteyen Ermeni sayısının arttığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple daha liberal ve daha barışçı partilerin oylarını artırması sürpriz olmayacaktır. Ancak Ermenistan’ın iç durumunu ve halkın gerçek düşüncelerini sağlıklı bir şekilde tahmin edebilecek kadar bilgi bulunmamaktadır. Bu sebeple, sıkıntılı dönemler geçiren ve büyük travmalar yaşayan toplumlarda zaman zaman görüldüğü gibi gayet radikal ve hatta komünist ideolojideki partilerin büyük oy patlaması yapması da mümkündür. Bunu yakın zamanda Moğolistan’da gördük. Uzun süredir devam eden ekonomik sorunlara daha fazla dayanamayan Moğol halkı, Çin’in el altından para dağıtmasının da etkisiyle, milletvekili seçimlerinde komünistlere oy vermiştir.
Tekrar konumuza dönecek olursak, şunu söylemek mümkündür: “Geleceği bire bir doğrulukta tahmin etmek mümkün değildir. Ancak olabilecek şeyler hakkında genel hatlarıyla oldukça isabetli tahminler yapılabilir. Zaten bu tür tahminler yapmak, her şeyin planlanmak zorunda olduğu günümüz dünyasında, bir zorunluluktur. Bu sebeple, düşünce kuruluşları (gerçekten düşünen ve fikir üreten insanların bulunduğu kuruluşları kastediyorum) ve devletin strateji oluşturan kurumlarına büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu kurumlar etkin çalıştırılmalı, özellikle de analizci personel yetiştirilmesine önem verilmelidir.
Hits: 95
Millî Mücadele’nin Askeri Stratejisi Hakkınd...
- 1 Mart 2021
Sürtünme Etkisinden Kaçınma
- 17 Mart 2021