
Neo- Liberalizm Ne İstiyor?
- 18 Kasım 2021
- Dr. Nihat Akçay
- Başlık; Küresel Sorunlar
- 11
- Facebook10
- Twitter10
- WhatsApp5
- LinkedIn0
- Telegram5
- Paylaşım
Ulus devletin temel özelliği egemen olmasıdır. Egemenliğini koruyabilmek için ise sürekli güce ihtiyacı vardır. Çünkü güç ortadan kalkıp devlet sistemi çöktüğünde kaos (suç) egemen olur (Afganistan, Libya ve Suriye’de olduğu gibi). Modern devletler, ekonomi ve maliye politikalarını güçlerini maksimize edecek şekilde yaparlar ve bu nedenle de “devlet korumacı”dırlar. Güvenlik esas alındığından, tehdit algılamalarına göre hareket ederler ve sürekli tetikte olmak zorunda hissederler. Bu nedenle de dış kabukları serttir. İçlerine nüfuz etmek zordur.
Ulus devlet öncesi imparatorluklar (emperyalizm) dönemi idi. Ancak bu dönemde emperyalizm doğal ve dolayısıyla daha masumdu. İmparatorluklar, medeniyet yarattıkları, medeniyetlerin gelişmesine ve yayılmasına öncülük ettikleri için doğal çekim merkezleri haline geliyor ve toplumlar bu medeniyetin bir parçası olmak için kendiliğinden emperyalizmi kabul ediyorlardı. Bu noktada emperyalizm dayatmacı değil, birleştirici olmuştur. Aynı zamanda belli bir ulusal kimliği ve sınırı olmadığı için çok kültürlü veya başka bir deyişle zengin kültürlü devlet şekliydi. Doğal oldukları için gelişme ve genişlemeleri de doğaldı. İmparatorlukları, barbarlar, ruhani devlet anlayışı (din) ve açgözlü devlet adamları yıkmıştır. Bugünün emperyalizmi ise doğal olmadığı gibi kendi sonunu getiren amaçlar uğruna kurulmak istenmektedir.
Neo-Liberaller bugün “küreselleşme kaçınılmazdır” teziyle (modern) ulus devletleri tehdit etmektedir. Dünya imparatorluğuna soyunan ve dünyayı büyük bir satranç tahtasına benzeten ABD, Sovyetler Birliğinin sona ermesinin ardından önce eski Sovyet hinterlandı olan Orta Asya ve Doğu Asya (Pasifik) bölgesine el atmış, özellikle Kafkasya’da renkli devrimlerle bölgeyi kontrolü altına almaya çalışmış ancak Rusya’nın çabuk toparlanması, BDT’nin kurulması, Şangay Beşlisinin kuruluşu ve en önemlisi Çin’in yeni bir dünya devi olarak ortaya çıkması sonucu bu bölgede istediği sonucu elde edememiştir. Yayılmacı amaçlarından vazgeçmeyen ABD, hem Rusya’nın tek petrol gücü olmasını engellemek hem de Çin’in yükselişini dizginlemek maksadıyla bu sefer gözünü Orta Doğu’ya dikmiş, bu bölgedeki varlığını anlamlandırmak için, “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya atmış; saldırganlığını meşrulaştırmak için 11 Eylül 2001 ikiz kuleler saldırılarının gercekleş (tiril)mesini fırsat bilmiş, geliştirdiği Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde Arap Baharı senaryosunu sahneye koymuştur.
Avrupa iki bin yılda refah toplumu haline gelmiştir. Bunu yaparken imparatorlukların mirasını vahşice yağmalamış ve emperyalizmi sömürgeciliğe dönüştürmüştür. Bu refah seviyesine ise kendisi dışındaki kıtaların zenginlik ve kaynaklarını sömürüp kendi kıtasına taşıyarak kendi dışındakilerin fakirleşip geri kalması pahasına ulaşmıştır. Ancak refah toplumu haline evrilmek bir bakıma Avrupa için tehdit de oluşturmaktadır. (Zor şartların çelik kuralı işlemediği için) artık refah seviyesi yüksek ancak eskisi gibi üretken olmayan ve gittikçe yaşlanan Avrupa insanı bir şeyler uğruna ölmeyi anlamsız bulmaktadır. Ayrıca gelişen teknoloji sayesinde dünyanın her bir köşesindeki yoksul ve mutsuz insanlar bu zenginlikten pay almak için bu kıtaya yönelmektedir. Demokrasi ve insan hakları kavramlarını dillerinden düşürmeyen Avrupalılar göçmen ve mültecilere karşı yeterince cömert davranamamaktadır. Avrupa refahını sürdürmek için hala Asya’nın ve Orta Doğu’nun petrol ve doğalgazına ihtiyaç duymaktadır. Ancak buna ulaşmak için gerekli bedeli ödemek istememektedir. Çünkü bu bedel “refahını bölüşmek” demektir. Bu nedenle AB, ABD’nin bu bölgede yaptıklarına (insan hakları kavramını unutarak) göz yummaktadır. Çünkü Avrupa savunma ve güvenlik için refahından pay ayırmak yerine bunları ABD’ye ihale etmiştir. İhale bedeli ise ABD’nin vahşi emperyalizmine sessiz kalmaktır.
a. Küreselleşme
Bilişim sistemlerindeki teknolojik gelişmelerin dünyanın her yerini ulaşılabilir hale getirmesi, finansal sistemler ve bankacılık işlemlerinin geçirgen (sınır tanımaz) hale gelmesi, sermayenin belli noktalarda toplanmasına, dolayısıyla güçlenmesine ve saldırganlaşmasına yol açmıştır. Çin’in sınırlarını tüm yatırımcılara açarak ucuz işgücü sağlaması sonucu yatırımların bu bölgeye kayması ve bunun sonucunda piyasaya ucuz malların girmesi hem piyasaları derinden sarsmış hem de devletlerin ekonomik rollerinde büyük yaralar oluşturmuştur. Aşırı güçlenen ve zenginleşen şirketler artık kendi ülkesi sınırlarına sığamaz hale gelmiştir. Ancak eskisi gibi sömürgecilik imkânı kalmadığından, emperyalizm kılık değiştirip neo-liberalizm silahıyla kapalı, korumacı ulus devlet sistemlerine savaş açmıştır. Kaos ortamını sevmediğinden devletleri tamamen ortadan kaldırmayıp, söz konusu devletleri kullanarak yayılmayı sağlayacak yeni bir kılıf bulmuştur: küreselleşme. Küreselleşmenin en yakın işbirlikçileri ise bireycilik (bireyselleşme) ve tüketim toplumudur.
Küreselleşme (Globalisation); en genel anlamıyla, coğrafi uzaklıklara bağlı kalmaksızın, ulusların ve dolayısıyla devletlerin birbiriyle iletişim, etkileşim ve bağımlılıklarının artmasıdır. Artık dünyanın bir ucundaki bir kişi dünyanın diğer ucundaki bir noktadan tek bir tuşa basarak bir mal veya hizmet satın alabilmekte ve anında ödemesini yapabilmektedir. Ancak küreselleşmeyi sadece teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak görmek de yanıltıcı olabilir. Bu kolaylıkların yanında ucuz Çin üretimi malların piyasaya sürülmesi tüketimi artırmıştır. Devletlerin piyasa ve üretim üzerindeki kontrolü ortadan kalkmış, devletler kendisinden daha zengin Çok Uluslu Şirketler (ÇUS, daha doğrusu emperyalist sermaye) karşısında “korumacı” makro ekonomik ve finansal planlamaları yapamaz hale geldikleri gibi rekabet gücünü kaybetmemek için “sosyal devlet” politikalarını da yavaş yavaş terk etmeye başlamıştır.
Bu gelişmeler sonucu, vatandaşın refahını sağlama temel görevini yeterince yerine getiremez hale gelen devlet aynı zamanda güvenlik için ayırdığı bütçelerden de kısıtlama yapmak zorunda kalmaktadır. Vatandaşa karşı her iki temel görevini (refah ve güvenlik) yerine getiremeyen devlet aynı zamanda tam tersine gücünü kullanarak vergileri artırmak zorunda kaldığı için vatandaşın devlete olan güveni ve inancı derinden sarsılmaktadır. Devletler varlığını korumak için gücünü artırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle daha küçük, ancak güçlü ve zengin hale gelmek için çareler aramaya başlamışlardır. Çözüm olarak ise “özelleştirme” ve “yap-işlet-devret” modelleri bulunarak devletler üretimden, yatırımdan ve rekabetten çekilmiş, elde ettiği gelirle görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Gelişmiş demokratik devletlerde bu sistem iyi bir şekilde yürütülmektedir. Ancak tam gelişememiş veya tam demokratikleşememiş devletlerde bu sistem “talan ekonomisine” [1] dönüşmüştür.
Talan ekonomisinde; özelleştirmede devlet çıkarı veya kamu yararı gözetilmek yerine yandaş çıkarları gözetilir, özelleştirilen birimler ekonomik değerinin çok altında iktidar sahiplerinin yakınlarına veya siyasi yandaşlarına peşkeş çekilir. İktidar sahipleri kendisinin olmayan, kamunun yararına kullanılması gereken orman alanları, doğal kaynaklar, kültürel veya tarihi değerleri de özelleştirmeye açarak yandaşlarına rant sağlar. Bu durumda vatandaş sürekli fakirleşirken sermaye belli noktalarda toplanır. Bu yandaşlar ödemeleri gereken vergileri ödemediklerinden, ayrıca belirli indirim ve sübvansiyonlardan faydalanarak sürekli zenginleşirken vergi yükü vatandaşa bineceğinden, vatandaş sürekli fakirleşir.
Talan ekonomisinde, yasalar yandaşların çıkarına göre yapıldığından hak aramak zorlaşır, kolluk baskısı artar, işsizlik sürekli yükselirken en çok istihdam artışı polis kuvvetlerinde oluşur, adalet sistemi bozulmaya başlar. Bunların sonucunda toplumsal rahatsızlık artacağından sık sık halk ile polis karşı karşıya gelir. “Oysaki kolluğun görevi toplumu korumak ve güvenliğini sağlamaktır. Bu nedenle tamamı suçlu olmadıkça toplumla polis karşı karşıya gelemez. Kolluğun var oluş sebebi toplumun huzur ve güvenliğidir. Devletin var oluş sebebi de aynı olduğundan devlet korumacılığı, düzen korumacılığı da bahane olamaz[2]”. Ayrıca bu durum günümüzün birey odaklı güvenlik anlayışıyla ters düştüğü gibi, neoliberalizm ile de çatışmaktadır.
b. Bireyselleşme
Kardinal Richellieu[3]’nun “Raison D’etat” (devletin haklılığı) ilkesinden motivasyonunu alan devlet korumacı yaklaşım, günümüzde artık eskisi kadar rağbet görmemektedir. Günümüzde “devlet”ten “birey”e doğru büyük bir güç kayması yaşanmaktadır. Eskiden kutsal olan, “uğruna canlar feda edilen” devlet iken, bu gün “devlet birey içindir, bireysel hak ve özgürlükler insanın doğuştan gelen haklarıdır. İnsan hakları, hiçbir şey uğruna feda edilemez” noktasına gelinmiştir.
Neo-liberaller; devletin, halkın özgürlüklerini kısıtlamak için güvenliği bir şantaj aracı olarak kullandığını iddia etme noktasındadır. Bu konuda Charles Tilly; “devlet yöneticilerini, güvenlik gerekçelerini bahane ederek çaresiz yurttaşlardan rant elde etmeye çalışan haraç şebekesine” benzetir[4]. J. Stuart Mill, Jeremy Bentham gibi Neo-liberaller devleti yurttaşın özgürlükleri üzerinde en büyük engel olarak görmekte ve özellikle faydacılar; devletin işlevinin yurttaşın özgürlüklerini sonsuz bir şekilde kullanmasını sağlayacak şekilde “engelleri engelleme” olması gerektiğini savunmakta, “dokunulmaz haklardan oluşan, devletin hiçbir şekilde ötesine geçip tecavüz etmesine izin verilmeyecek bir güvenlik çemberinin (Cordon Sanitaire) olması gerektiği” tezini savunmaktadır[5]. Yine liberallerin üzerinde durduğu diğer bir kavram ise “refah devleti” dir. Refah devleti; yurttaşlarca, özellikle ekonomik faaliyetlerinin yürütülmesinde karşılaşılan tüm engellerin devlet tarafından ortadan kaldırılmasını öngörür.
Bir neo-liberal olan Quentin Skinner ise İngiltere örneğinden yola çıkarak devletin işlevlerinden ziyade bir devlet çatısı altında yaşayan yurttaşların hak ve özgürlükleriyle ilgilenmektedir. Skinneré göre “İyi yönetişim; öngörülebilir, açık ve anlaşılır kılınmış siyaset yapımı, meslek ahlakıyla donanmış, kamunun iyiliği, hukukun üstünlüğü ve şeffaflığın geliştirilmesi yönünde çalışan bir bürokrasi ve kamuyu ilgilendiren tüm meselelere katılan, güçlü bir sivil toplumla özdeşleştirilebilir. Öte yandan kötü yönetişim keyfi siyaset yapımı, hesap verebilirlikten uzak bürokrasiler, uygulamaya geçirilmeyen ya da adil olmayan yasal sistemler, icrai yetkinin suistimali, kamusal hayatın uzağında kalan bir sivil toplum ve yaygın yolsuzluklarla karakterize olmuştur[6]. “
c. Tüketim Toplumu
Başlangıç bölümünde de belirtildiği gibi, Çin’in kapılarını yabancı sermayeye açması sonucu ucuz işgücü nedeniyle dünyanın üretim yatırımları bu bölgeye kaymış ve sonucunda üretim patlaması yaşanmıştır. Bu bölgedeki üretimin özelliği ise sıkı denetim ve yasal zorunluluklar olmadığı için taklit ve merdiven altı üretim nedeniyle kalitesiz ürünlerin de piyasada yer bulabilmesidir. Kalitenin düşmesi, işgücünün ucuz olması ve rekabetin artması gibi nedenlerle ürün fiyatları düşmüş ve piyasaya ucuz ve bol miktarda tüketim malzemesi sunulmuştur. Bankacılık işlemlerinin dijital ortamda yapılabilmesi, e-ticaretin gelişmesi ve kredi kartının yaygınlaşması ürünlerin kolayca pazarlanabilir olmasını sağlamıştır.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tüketim artmıştır. Bunun gerçekleşmesinde adım başında açılan alış-veriş merkezleri (AVM) ve gelirine bakılmaksızın herkesin kredi kartı alabiliyor olmasının katkısı oldukça büyüktür. Çünkü AVM’lerin tüketimi cezbedici şekilde dizayn edilmesi ve hemen her şeyin bulunabiliyor olması, yemek, kafe ve eğlence yerlerinin bulunması nedeniyle insanların buralarda zamanını geçirmesine ve sınırsız alış-veriş isteğine yol açmakta, kredi kartıyla ödeme, taksitli alışveriş ve bonus kazanma gibi kolaylıklar nedeniyle de tüketim teşvik edilmektedir.
Sonuç
R. Kagan’ın da “Cennet ve Güç[7]” adlı eserinde belirttiği üzere; “özellikle Avrupalıların ve bazı Amerikalıların arzu ettiği gibi askerî güç önemini kaybedip, ekonomik güç dünyayı şekillendirmek için en önemli unsur hâline gelseydi, yenidünya düzeni Avrupalıların istediği gibi şekillenebilir, idealizmde öngörülen daha refah ve barış dolu bir dünya kurulabilirdi” . Ancak bu gerçekleşmemiştir ve güçlü olan haklı olmaya devam etmektedir. Bu durum da Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin dünya jandarmalığını yapmak adına uluslararası hakkaniyet ve hukuk kurallarını tanımaması sonucunu doğurmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD, dünyada tek süper güç olarak kalmıştır. Bu durumdan sonuna kadar yararlanmak isteyen stratejistler ABD’yi bir “dünya imparatorluğu” hâline getirebilmek için çeşitli teoriler ortaya atmaya başlamışlardır. Önce Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”[8] isimli çalışmasıyla yeni hedefi “Avrasya” olarak göstermiş, sonra bu hedef doğrultusunda harekete geçebilmek için Huntington tarafından yazılan bir makale ile “Medeniyetler Çatışması”[9] tezi ortaya atılmış, en sonunda da tüm bunlara meşruiyet kazandırabilmek adına yeni bir düşman yaratılmıştır; Radikâl İslam. Sonuç olarak tüm bu yenidünya düzeni söylemleri gerçek niyetleri gizlemenin bir aracı hâline gelmiştir. Günümüzde ise 11 Eylül sonrası terörizme savaş açan ABD terörizmle mücadele için “önleyici vuruş (preemptive strike)” kavramını ortaya atmış ve terörle mücadele için BM meşruiyetine bile ihtiyaç duymaksızın dünyanın neresinde olursa olsun güç kullanacağını Afganistan, Irak, Suriye ve Libya müdahaleleriyle göstermiştir.
Yine sınırları kaldıran bir başka kavram ise “uluslarüstü sistem”dir. Önce Avrupa Toplulukları olarak kurulan ve sonra Avrupa Birliğine dönüşen bu organizasyon bugün üye devletleri (yirmi yedi devlet) arasındaki sınırları kaldırmıştır. Aynı zamanda gümrük birliği de oluşturan AB’nin büyük çoğunluğu ortak para birimi “Euro”yu kullanmaktadır. Avrupa Birliği (AB), her ne kadar üniter devletlerden oluşsa da uyguladığı “uluslarüstü sistem” nedeniyle, küreselleşmenin örneği olmakla kalmamış, insan hakları ve demokrasi kavramlarını emperyalist amaçlarına alet ederek, önce Sovyet emperyalizminden yeni kurtulmuş olan Doğu Avrupa ülkeleri ve Ukrayna’yı kontrolleri altına almış, sonra Afrika ve Orta Doğu’ya açılmaya çalışmış ancak, Doğu Avrupa’daki başarısını Rusya’ya petrol ve doğalgaz yönünden bağımlılığı nedeniyle Ukrayna ve Gürcistan’ da gösteremediği gibi ABD’nin paylaşmamaktaki kararlılığı nedeniyle de Orta Doğu’ya girememiştir. Bu arada başta Yunanistan ve İspanya, sonra İtalya’da ekonomik krizlerin baş göstermesi, daha sonra ise İngiltere’nin birlikten ayrılma kararı emperyalist davranışlardan geri durmalarında etkili olmuştur.
Her ne kadar liberaller, uzlaşma ve iş birliği ile dünyanın daha yaşanılabilir bir yer olacağına inansa da gerek soğuk savaşın sona ermesi gerekse 21’nci yüzyılda yaşanan gelişmeler, barış ve demokrasiyi hâkim ideoloji yapamamış ve dünya daha iyi yaşanılır bir yer haline gelmemiştir. Liberallerin “Liberal demokrasiler birbirleriyle çatışmazlar” tezine katılmakla birlikte, Aynı liberallerin kendi dinlerinde olmayanlara veya uzak kıtada yaşayanlara karşı ikiyüzlü tutumları “dünya barışı”na karşı en büyük engeldir. Şöyle ki “Hümanizm’in” sadece Hristiyan olanlar için geçerli olduğu gibi, Avrupa kapitalizminin veya gelişmiş Avrupa devletlerinin kendi devletlerinde uyguladıkları demokrasi ve kendi yurttaşları için öngördükleri insan haklarını diğer dinlerin mensuplarına veya diğer kıtalardan gelen göçmenlere uygulamaktaki isteksizliklerini görmek gerekir.
Son tahlilde, bugün, liberallerin iddia ettikleri gibi küreselleşme kaçınılmaz değildir. Küreselleşme emperyalizmin, modern devletleri yok etmek için kullandığı bir yöntemdir. Çünkü emperyalizmin ulus devletler tarafından dizginlenebildiği yüzyıldan fazla bir zamandır görülmektedir. Bu nedenle Irak, Libya, Mısır, Afganistan gibi ülkelerde totaliter rejimlerin yerine demokratik, laik rejime sahip devletler kurulmamış bu bölgeler kaosa terk edilmiştir. Oysaki Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurmuş olduğu “Türkiye Cumhuriyeti” örnek alınarak, etnik kimliğe dayanmayan, mezhepsel ayrılıkların körüklenmediği “Ulus Devlet”lerin kurulması desteklenmiş olsaydı, şimdi bu bölgelerde her gün bombalar patlamaz, herkes birbirini boğazlamaz, insanlar ölmezdi.
[1] Joseph E. Stıglıtz, Eşitsizliğin Bedeli, İletişim yay. Çev. Ozan İşler, İSTANBUL 2015.
[2] Barlas TOLAN, Toplum Bilimlerine Giris, AITIA, ANKARA 1975.
[3] Armand Jean du Plessis de Richelieu 1585-1642
[4] Joseph S Nye., David A Welch., Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Çev.; Renan Akman, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2010s. 105
[5] Quentin Skinner, “Devletin ve Yurttaşların Özgürlüğü” 3-24, Devletler ve Yurttaşlar, Türkiye İş Bankası Yay., İ İSTANBUL2011
[6] World Bank. 1994. Governance: The World Bank’s Experience, Washington
[7] Robert Kagan, Cennet ve Güç, Koridor Yay., İSTANBUL 2005.
[8] Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, İnkilap Yay., İSTANBUL ,2005
[9] Samuel P Huntington, Medeniyetler Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yay., ANKARA 1995.
Hits: 592
Türkiye Uçuyor
- 18 Kasım 2021
DEVLET ÜZERİNE
- 27 Kasım 2021